Misafir yazarımız Eda, ne gördüğünü anlatıyor.
Her sene Ege’de tatil yapardım. Ancak bu sene çok merak ettiğim Yunan Adaları’nı görmek istedim. Uçak ile gitmek hem pahalı hem de zahmetli olacağından, Cruise ile Rodos, Mikanos ve Santorini’yi dolaşmanın daha mantıklı olduğuna karar verdim. Rodos’un tarihi, Mikanos’un gece hayatı, Santorini’de güneş batımının izlenmesi hakkında çok güzel şeyler duyduğumdan, aylar öncesinden tatilimi planladım. Bu tur için vize gerekmediğinden, vize çıkarmak için uğraşmama da gerek kalmadı.
Pazar günü saat 15:00’de Ulusoy Çeşme Limanı‘nda bizi bekleyen Etstur yetkililerine valizlerimi teslim edip pasaport kontrolü sonrası saat 16.00 gibi Aegean Paradise adlı 1.200 kişi kapasiteli 350 personeli olan gemiye giriş yaptım ve 4 gece – 5 gün sürecek olan yolculuk başladı.
Gemi ile seyahat etmenin bazı avantajları ve dezavantajları var. Geminin sallanması nedeniyle ilk gün çok zorluk yaşadığımı söyleyebilirim. Odalar temiz ve konforluydu. Yemekleri gerçekten güzeldi ve çeşit fazlaydı. Gemi içinde bazı aktiviteler de vardı. İlk gün geminin üst katındaki roof barda bir grup çıktı. Güzel ve keyifli bir ortam sundular. Dezavantajlara gelecek olursak, adaları gezmek için gemiden iniş ve kalkış saatlerini iyi takip etmek ve kalkış saatinden 30 dakika once gemide olmak gerekiyor. Tur rehberleri ekstra turlar düzenliyor ancak fiyatları oldukça yüksek. Bu sebeple ben seyahatim boyunca herhangi bir tur almadan kendim dolaşmayı tercih ettim.
Gemiyle seyahat etmek için süresi bitmiş olsa da bir Schengen vizeniz olması yeterli. Bu durumda 40 € gibi bir ücret vermeniz gerekiyor. Süresi geçerli bir Schengen vizenizin varsa bu ücreti ödemiyorsunuz. Gemiye binerken pasaportları toplayarak herkese bir kart veriyorlar. Bu kart, Yunan adalarına inişlerde pasaport yerine geçiyor ve gemiye inip binerken yanınızda olması gerekiyor. Casino hariç gemi içinde yapacağınız tüm ekstralar da bu karta yansıtılıyor. Gemide su dışında tüm içecekler ücretli. Ancak fiyatlar çok pahalı değil. Bira 3 €, kola 2.75 €, viski 4 €, çay 1.25 €, kahve ise 2 €. Aldığınız tüm ekstra içecekler kartınıza işleniyor ve gemiden ayrılırken check out sırasında kartınızda biriken hesabınızı nakit veya kredi kartınız ile ödeyebiliyorsunuz.
Gemide bir alakart restoran da mevcut. Burada yemek isterseniz kişi başı 10 € vererek rezervasyon yaptırıyorsunuz. Sabah kahvaltıları 08:00-10:00 arasında oluyor. Öğle yemeklerini yakalayamıyorsunuz çünkü Yunan adalarına inmiş oluyorsunuz. Akşam yemekleri ise 19:00-21:45 arasında. Gemide olduğunuz süre boyunca her gün için kişi başı 7 € bahşiş vermek zorundasınız. Bu bahşiş, her gün için kartınıza yansıtılıyor.
Gemide Casino da var ancak sadece gemi hareket halindeyken açık, limana yanaştığı an kapanıyor. Slot makinelerinin çoğunda euro geçerli.
Rodos
Ertesi gün sabah saat 08:00’de Rodos Mandraki Limanına vardık. Rodos adası 115.000 nüfuslu ve diğer adalara gore yüzölçümü oldukça büyük. St.John şövalyeleri tarafından kurulmuş ve 1522 yılında Kanuni tarafından fethedilerek 400 yıl boyunca Osmanlı himayesinde kalmış.
Gerekli çıkış işlemleri gerçekleştikten sonra yapılan anonsun peşine gemiden ayrıldım ve turistik otobüs turuna katılmaya karar verdim. Kişi başı 9 € vererek alınan tek bir biletle istediğiniz durakta inip tekrar binebiliyorsunuz.
Gezime önce Akropolis’ten başlamaya karar verdim. Akropolis, Rodos’un Gios Stefanos tepesinde bulunuyor. Gitmeden once internetten yaptığım araştırmada, Akropolis’in Tanrı Helios şerefine M.Ö. 3. yüzyılda yapıldığını ve Hellenistik stadyumunun bir çok spor oyunlarıne ev sahipliği yaptığını öğrendim. Yaklaşık 20 dakika süren otobüs yolculuğundan sonra Akropolis’e vardım.
Akropolis’e girdiğim andan itibaren tarih kokan yapısı karşısında büyülendiğimi söyleyebilirim. Spor oyunlarına ev sahipliği yapan Hellenistik Stadyum, konserlerin verildiği Theatron ve tiyatronun yanında kentin koruyucu tanrısı Pythios Apollon’un Dor tarzındaki tapınağı yükseliyor.
Akropolis’i dolaştıktan sonra tekrar turistik otobüse binerek Mandraki Limanı’na geldim. Mandraki, eski çağlarda ünlü Rodos Heykeli’nin de bulunduğu Rodos’un ana limanı. Günümüzde de bu heykeli simgeleyen “Elefos” ve “Elefina” isimlerinde iki geyik heykeli bulunuyor.
Ayrıca Mandraki Limanı, marina olarak da kullanılıyor.
Bu heykellerin önünde resim çekildikten sonra yel değirmenlerine doğru yürüdüm. Mandraki Limanı’ndaki buyük yel değirmenleri limanın en belirgin simgelerinden biri.
Yel değirmenlerinde biraz oturup soluklandıktan ve resim çektikten sonra gezime devam ettim. Yaklaşık 15 dakika yürüdükten sonra Rodos kalesine vardım. Rodos “Eski şehir” ve “Yeni şehir” olmak üzere ikiye ayrılıyor. Eski şehir Ortaçağ’a ait 6 kapısı olan bir kaleden oluşuyor. Kumtaşı duvarlardan yapılmış olan Rodos kalesi buram buram tarih kokuyor.
Kale kapısından girince turistik eşya satan dükkanlar, tavernalar, mağazalar ve kuyumcular dikkatinizi çekiyor. Rodos’a varmadan bir gece önce gemide yaptığım araştırmalara göre, 1480 yılında, Fatih Sultan Mehmet dönemindeki Osmanlı saldırılarına ragmen ayakta kalabildiğini öğrendim. Rodos, 1522 senesinde Kanuni Sultan Süleyman’ın ordusuna yenik düşerek 400 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu mülkiyetinde kalmış.
Buradan kısa bir yürüyüş sonrasında Hipokrat Meydanı’na ulaştım. Meydanda bulunan çeşme, dikkat çeken yapılarından biri.
Bir şeyler yemek için girdiğim, meydanda bulunan bir restoranda çok güzel ağırlandım. Türk olduğumu öğrendiklerinde bir kaç türkçe kelime bile söylediler. Menüdeki domuz eti olan yemekleri belirttiler ve bazı önerilerde bulundular. Hatta yemek sonrasında meyve ikram ettiler. Fiyatlara gelirsek, çok yüksek rakamlarla karşılaşmıyorsunuz. Tıka basa yiyerek, üstelik bira da içerek kişi başı 15 € hesap gelince acaba bir şeyleri yazmayı mı unuttular diye kontrol ettim ama herhangi bir yanlış yoktu. Kısacası fiyatlar gerçekten makul.
Meydanın köşesinde 1507 senesinde inşa edilen şövalyelerin mahkeme binasını görebilirsiniz. Hipokrat Meydanı’nından kısa bir sure yürüdükten sonra İbrahim Paşa Camii’ni görebilirsiniz. Ana caddeden ilerlerseniz saat kulesi’ne varıyorsunuz.
Tur rehberlerinin mutlaka görmemizi önerdiği yerlerden birisi de Şövalyeler Sokağı idi. Büyük Üstadlar Sarayı’nın yanında yer alan sokakta karşılıklı hanlar var. Bu sokakta kendinizi şövalyeler döneminde hissediyorsunuz. Burası,14. yüzyılda şövalyelerin bir araya geldikleri ve konakladıkları yerler. Binaların üzerinde bulunan bayraklardan, hangi hanın hangi ülkenin şövalyesinin evi olduğu anlaşılıyor.
Şövalyeler Sokağı’nın hemen yanında bulunan Büyük Üstadlar Sarayı’nı dolaşmadan gitmek tabi ki olmazdı.
Giriş ücreti 6 € olan bu sarayda şövalyelerin ve askerlerin kıyafetlerini ve zırhlarını görebilirsiniz.
Sarayda bir çok güzel sanat eseri de mevcut.
Gemiyle gitmenin dezavantajı olan kısıtlı zamandan dolayı, sadece Rodos’u gezebildim ve maalesef güzel plajlarından yararlanamadım. Rodos tarih kokan bir ada olduğu için günümü gezerek değerlendirmek istedim. Ancak zamanı kalanlar limanın hemen yanındaki plajlara giderek denizin tadını çıkartabilirler.
19:00’da gemide olunması gerektiğinden küçük bir telaşla gemiye ulaşabildim. Saat 20:00 gibi gemimiz Rodos Limanı’ndan ayrıldı. Odamdan Rodos’a son kez bakarken, Mikanos’da neler yapmalıyım diye küçük bir araştırmaya başladım. Akşam yemeği saatinde tur rehberleri Mikanos turu ve servisler hakkında bilgi vermek ve isteyenlere satış yapmak için toplantıya çağırdılar. Fiyatlar gidilecek plajlara göre değişiyordu ve ortalama kişi başı 60 € gibi fiyatları vardı. Ben sadece servisten yararlanmak istediğim için yemek sonrası tur rehberlerine giderek gerekli işlemleri yaptım.
Mikanos
Salı sabahı saat 07:00’de gemimiz Mikanos’a yanaştı. Çarşamba sabahı 06:00’da gemide olmamız gerektiği söylendi ve çıkış işlemlerinin ardından yapılan anons ile gemiden çıktık. Tur rehberleri Mikanos’da taksi sayısının az olduğunu ve bulamayacağımızı söylediler ve limandan Mikanos’un merkezine yakın bir yere kadar yarım saatte bir servisler düzenlediler. Aynı zamanda kiralamak isteyenler için atv ve arabalar da mevcut. Gemiden iner inmez servise bindim. Servisten indikten sonra yaklaşık 5 dakika yürüyüp Mikanos’un merkezine ulaştım.
Mikanos’un en dikkat çekici özelliği, bembeyaz evlerin arasındaki dar sokaklar ve sokaklar boyunca uzanan rengarenk dükkanlardı. Hatta bu daracık labirent gibi sokaklarda yürürken kaybolduğumu bile söyleyebilirim.
Biraz dolaştıktan sonra Mikanos’un ünlü plajlarından birine gitmeye karar verdim. Otobüslerin kalktığı yerde plajlara gitmek için servisler vardı. Servise binerek yaklaşık yarım saat sonra Paradise Beach’e ulaştım. Mikanos’un dikkatimi çeken başka bir özelliği de yollarının çok dar olmasıydı. Hatta otobüs şöförlerinin o dar sokaklarda rahatlıkla otobüs kullanmaları karşısında hayrete düştüğümü de söylemeden edemeyeceğim.
Paradise Beach’e vardığımda boş şezlong bulmakta güçlük çektim ama zor da olsa boş bir yer bularak denizin ve güneşin tadını çıkardım. İlerleyen saatlerde beach, ses seviyesi artan müzikle ve dans edenlerle hareketlenmeye başlıyor. Saat 16:00 gibi başlayan parti, havanın kararmasıyla birlikte daha da hareketlenerek sabahın ilk ışıklarına kadar sürüyor. Ancak ben gecemi burada değerlendirmek yerine Mikanos’un sokaklarında dolaşmayı ve Little Venice’de bir şeyler içerek müzik dinlemeyi tercih ettim.
Little Venice’de akşam yemeğimi yerken güneşin batımını seyrettim. Yunanlıların rakısı olan Uzo’yu ilk defa burada denedim. Çok da sevdim. Daha sonra yine Little Venice’de manzaraya karşı müzik dinleyerek bir şeyler içmek çok keyifliydi. Mikanos Rodos’tan biraz daha pahalı. Yemekte adını çok duyduğumuz mousakki, bebek ahtapot, jumbo karides, sübye, grek salata ve balık yiyip, uzo içip, kişi başı 30 € civarında hesap ödedim.
Mikanos’un simgelerinden olan Pelikan Petros’u görmek için 3 defa tur atsam da maalesef göremeden ayrılmak zorunda kaldım.
Gemimiz çarşamba sabahı saat 07:00’de limandan ayrılarak Santorini’ye doğru yol aldı.
Santorini
Saat 13:00’de gemimiz Santorini’ye vardı. 10.000 nüfuslu bu ada volkanik patlama sonucu oluştuğu için bir limanı yokmuş. Bu nedenle ücretsiz olan tenderboat ile kıyıya ulaşılıyor. Deniz seviyesinin 300 metre yukarısında bulunan Fira adlı kasaba aynı zamanda Santorini adasının başkenti. Santorini adası 1956 yılında büyük bir deprem ile yıkıldığı için tekrar inşa edilmiş.
Tenderboat’dan indikten sonra Fira’ya çıkmak için üç seçeneğiniz var. Ya teleferik ile çıkacaksınız, ya katırlarla çıkacaksınız, ya da 588 basamaklı merdiveni tırmanacaksınız. Ben bir çok kişi gibi teleferik ile çıkmayı tercih ettim. Teleferik sırasında biraz bekledikten sonra 2 dakikalık bir yolculukla Fira’ya varabiliyorsunuz. Teleferik çok dik tırmandığı için biraz tedirgin de olabiliyorsunuz, ancak manzara gerçekten muhteşem.
Fira’ya çıktığınızda yukarıdan görülen manzara ise daha da büyüleyici.
Öncelikle Fira’nın sokaklarında yürüyerek manzaranın keyfini çıkarmayı tercih ettim. Her yerde olduğu gibi kısıtlı zaman nedeniyle zamanımı doğru kullanmam gerekiyordu. Bu nedenle Fira’nın sokaklarında dolaşıp, muhteşem manzarada resim çektikten sonra Akrotiri müzesine gitmek için, Akrotiri Bölgesine giden otobüslerin durağına gittim.
Yaklaşık 30 dakikalık bir yolculuk sonrasında otobüs şöförünün yönlendirmesi ile indim ama yanlış yöne yürüdüğümden kendimi bir çok teknenin olduğu bir yerde buldum. Bu teknelerin sırasıyla White beach, Red beach ve Black beach’i gezdirdiklerini öğrendim ve fikrimi değiştirerek bu plajları dolaşmaya karar verdim. Iyi ki de böyle bir karar almışım çünkü gerçekten muhteşem yerler gördüm. Bu plajlar volkanik olduğu için farklı bir havası var. White beach’de kayalar, kumlar ve taşlar bembeyazdı.
Önce bütün plajları görmek istediğimden tekneden inmedim. Red beach’e geldiğimizde manzara gerçekten şaşırtıcıydı. Burada da kayalar, taşlar ve kumlar kızıl renkteydi. En son Black beach’e vardığımızda ise kayalar, taşlar ve kum siyahtı. Black beach’de inerek yüzmeye karar verdim. Tekneler yarım saatte bir plajlara geliyor ve ben 1 saat kadar burada zaman geçirmeye karar verdim. Şezlong sayısı az olduğundan havlumu kuma sererek denize girdim.
Deniz gerçekten muhteşemdi. Deniz kadar manzara da büyüleyiciydi. Denizden çıkmak istemediğimi söylersem abartmış olmam. Ama kısıtlı zamandan dolayı denizden çıkarak gelen tekneye binmek zorundaydım çünkü gün batımını Oia’da izlemeden gitmek olmazdı. Tekne tekrar plajları dolaşıp insanları topladı ve bindiğimiz yere geri döndü.
Otobüsten indiğim yere doğru yürüdüğümde Akrotiri müzesinin geride kaldığını anlamış oldum. Yaklaşık 5 dakika yürüdükten sonra Akrotiri müzesine girebiliyorsunuz.
Akrotiri antik kentinde, Profesör Spyridon tarafından 1967 yılında başlatılan çalışmalar hala sürmekteymiş. Santorini’deki ilk yerleşimin Akrotiri bölgesinde M.Ö. 5.000’li yıllarda olduğu tahmin ediliyor.
Akrotiri’de Minoan Uygarlığı yaşıyormış. Volkan patlaması sonucunda tamamen yıkılan kent günümüzde yapılan çalışmalar sonucunda müze halini almış.
Burada gezerken, etkilenmemek mümkün değil. Binlerce yıl öncesinden kalan alışılmadık iki üç katlı evler, kanalizasyon sistemi, mobilyalar, duvara çizilmiş resimler insanı gerçekten şaşırtıyor.
Eğer Santorini’ye gelirseniz ve yolunuz Akrotiri Bölgesine düşerse, tarih ve arkeolojiyle de ilgileniyorsanız müzeyi görmeden gitmeyin derim.
Müzeden çıktıktan sonra otobüse binerek tekrar Fira’ya döndüm. Gün batımını seyretmek için Oia’ya giden otobüsleri buldum ancak herkes benim gibi düşündüğünden durak çok kalabalıktı, ancak ikinci otobüse binebildim. Yaklaşık 40 dakikalık bir yolculuktan sonra Oia köyüne varıyorsunuz. Indikten sonra 5 dakikalık bir yürüyüşle büyüleyici meşhur manzarayı görebiliyorsunuz.
Mavi kiliseleri, bembeyaz evleri ve yel değirmenleri ile insanı şaşırtan bir manzaraya sahip. Oia sokaklarında yürümek, manzaranın keyfini çıkarmak tek kelimeyle süperdi. Sokaklarda gezerken bir yandan da akşam yemeği için yer arıyordum. Beğendiğim birçok restoranda yer yoktu. Varsa bile manzaraya hakim olamayacağınız masalar kalmıştı. İnsanların günler öncesinden rezervasyon yaptırdıklarına eminim. Yer olmasa da restoranların menülerine baktım, sanki manzara güzelleştikçe fiyatlar artıyor gibiydi.
Moralim bozuk yürümeye devam ederken biraz geride kalan bir restoran dikkatimi çekti. İçeriye girerken, kesin yine yer yoktur diyordum kendi kendime ama şans bu sefer benden yanaydı. Sanırım biraz geride kalmasından ve merkezde olmamasından dolayı çok fazla kişinin dikkatini çekmiyordu. Ne yalan söyleyeyim benim de aklım diğerlerinde kalmıştı. Fakat Kyprida Restaurant’da çok iyi karşılandım. Garsonlar çok ilgiliydi ve restoranın en güzel masasını verdiklerini söylediler. Önce müşteri tutmak için söylüyorlar diye düşünmüştüm ama gün batımında haklı olduklarını gördüm.
Burada mezeler muhteşemdi. Hatta canlı müzik bile vardı. Tatil öncesi hayalini kurduğum şey son durakta gerçekleşmişti. Yunan müziği, uzo ve muhteşem manzara. İşte tam olarak istediğim buydu. Önerdikleri ahtapot karpaçyo ve mousakka denemeye değerdi. Ayrıca grek salata da çok güzeldi. Küçük ama sevimli olan bu restoranda 4 adet meze, salata, balık ve uzo içerek kişi başı 40 € hesap geldi. Canlı Yunan müzikleri dinleyerek muhteşem manzaraya karşı yediğim yemek için bu fiyatın makul olduğunu düşünüyorum ama yine de en pahalı ada Santorini oldu.
Gemiye dönmek için pek zamanım kalmamıştı çünkü önce Fira’ya gitmem, sonrasında teleferikle sahile inmem, sonra da tenderboat’a binmem gerekiyordu. Bir de Santorini şaraplarından alacaktım. Yani zorlu bir dönüş yolculuğu beni bekliyordu ama hiç kalkasım, gemiye dönesim yoktu. Neden gemi Santorini’de konaklamıyor diye çok söylendim. Bence kalması gereken yer Santorini idi.
İşte o keyifsiz an gelmişti, 20:30’daki son tenderboat’a yetişmem için kalkmam gerekiyordu. Hızlı bir şekilde yürüyerek otobüs duraklarına geldiğimde, kalabalık gözümü korkutmuştu. Geç kalacağımın endişesi başlamıştı, ancak zor da olsa otobüse binmeyi başardım. Otobüste de telaşlanmadım desem yalan olur. Koşa koşa teleferiklere geldiğimde kalabalık olmamasına çok sevinmiştim. Son kez manzaraya bakarak sahile indim. Zamanım kaldı ve buradaki free shoptan Santorini şaraplarından alabildim.
Gemi hareket ettiğinde içimde bir burukluk oldu. Gemi Santorini’de kalmalıydı diye diye valizimi toplamaya başladım. Bir sonraki yaz için uçakla gelip Santorini’de kalacağıma daha şimdiden karar vermiştim.
Eda Cingöz, Temmuz 2014
Yunanistan ile ilgili diğer yazılarımıza da göz atmak isterseniz buyrunuz ⇒ Yunanistan Yazıları