Kategori arşivi: Seyahat

Bükreş, Peleş Kalesi ve Braşov | Romanya

İstanbul’dan bir günde gidilebilecek en yakın başkent olan Sofya‘ya daha önce gitmiştik. Bu sefer biraz daha uzakta bulunan başkent Bükreş’e gitmeye karar verdik ve yola düştük.

Yurt dışına arabayla çıkmak için bir sürü yazımız var, en pratiği şuradaki. Bir de Bulgar yollarında araba kullanabilmek için vinyet almanız lazım, onu da şurada yazmışız. Ha bir de aynısının Romanya versiyonu var, onu da şurada yazdık, tam oldu.

Gelelim hangi rotadan gidileceğine. Biz Hamzabeyli sınır kapısından Bulgaristan’a geçtik. Bu kapı yenilenmiş olan kapılardan ve nispeten sakin. İçinde yeşil sigorta yapan bir sigorta acentesi de bulunuyor, Duty Free de var.

Sonra dümdüz Kotel Geçidi’nden (Kotel Pass) dağların arasından geçerek Rusçuk’a geçtik ve Rusçuk (Ruse) köprüsü ile Tuna nehrini geçerek Romanya’ya girdik. Çok güzel bir köprü ve Tuna’nın büyüklüğünü gözlerinizin önüne seriyor.

Köprüyü geçmek için geçiş ücreti ödemeniz gerekiyor. Hem Bulgar Levası, hem Romanya Ronu hem de Euro ile ödeyebiliyorsunuz. Artık yanınızda ne varsa. Sınır geçişinden sonra Bükreş’e kadar yaklaşık bir saatlik dümdüz bir yoldan gidiyorsunuz. Otoyol diyorlar ama bizim bölünmüş yollar genişliğinde. Bükreş’e yaklaştıkça biraz kalabalıklaşıyor. Biz sabah 8’de İstanbul Anadolu yakasından çıkıp akşam 7’de Bükreş’e rahat rahat vardık. İki sınır geçişi olan bir rota için fena değil.

Şehrin caddeleri geniş ve bol ağaçlı. Aşağıdaki yol ünlü Parlamento binası ile merkezdeki havuzlar arasındaki ağaçlı yol.

Bükreş’te en bol bulunan şey parklar. Her tarafta kocaman parklar var.

Parkların içinde genelde bir gölet de bulunuyor. Çevresinde küçük tesisler olan göletlerin etrafında yürüyüş yolları bulunuyor.

Ama parkların en güzel yanı her köşede bir çocuk parkı bulunması. Bazısı küçük bazısı büyük.

Bizim ufaklık gördüğü her parka gidip oynamak istedi. Bizim buradaki parklardan biraz farklı oyuncaklar bulunduğundan çok iyi zaman geçirdi.

Biz de böylece tüm günümüzü parklarda geçirmiş olduk. Apartman aralarında bile çocuk parkları var, hepsinde oynadı diyebilirim.

Şehrin tam merkezinde Unirii Parkı var, ama park değil havuzları ile ünlü. Kocaman bir kavşağın her yanı havuzlarla kaplanmış.

Bahar ve yaz akşamlarında hafta sonları akşam 9’da bu havuzlarda müzik ve ışık gösterileri yapılıyor. Her taraf insanlarla doluyor ve çok eğlenceli. 45 dakika kadar süren şovu seyretmek için merkeze gitmeye değer.

Havuzların arkasında görünen ve Bükreş’in sembolü sayılan dev Parlamento binası gerçekten kocaman.

Binanın önden görünen cüssesi büyük ama bir de derinliği var. Bu derinlik önden pek anlaşılmıyor fakat binanın yan tarafına geçince hissediliyor. Fazlasıyla gereksiz bir büyüklük.

Ancak bu dev bina haricinde Bükreş’te ne yüksek binalar var ne de büyük bloklar. Uzun ve ortalama 8-10 katlı toplu konut gibi görünen konutlar yolların kenarını doldurmuş ama Bulgaristan’dakiler gibi bakımsız değil. Hatta biz de böyle bir binada bir dairede kaldık, gayet de bakımlı ve güzeldi. Arka sokaklarda ise küçük ve güzel evler var.

Şehrin içindeki su kanallarından küçük bir nehir de akıyor. Her tarafında bol su olan bir kent Bükreş.

Kanalın kenarında ağaçlı yollar ve güzel binalar bulunuyor. Şehrin merkezinde caddeler hem sakin hem de güzel yapılarla dolu.

Tam merkezde eski şehir kısmı bulunuyor. Araçların girmediği bu bölgede yoğun yaya kalabalığı var ve haliyle bol cafe ve restoranlarla dolu.

Akşamları daha da kalabalık olan sokaklarda boş masa bulmak iyice zorlaşıyor.

Eski kentin girişinde güzel bir kilise var. Küçük ama içi güzel. Adı Saint Anthony kilisesi. İçini gezebilirsiniz. Biz gittiğimizde bir ayin vardı, oldukça kalabalıktı.

Ara sokaklara girdiğinizde uzaktan güzel bir bina görme şansınız yüksek.

Eski kentin içinde özellikle restoranların bulunduğu sokaklarından uzaklaştıkça güzel binalarla karşılaşıyorsunuz.

Biraz sokaklarda gezip pahalı ve çok da güzel olmayan dondurmalarından yedikten sonra ünlü Çeşmeciler Parkına vardık. Binaların arasında kalmış olan bu park özel bir botanik bahçesi kıvamında.

Geniş yeşil alanda neredeyse her renk ağaç var. Bir yandan da renkli çiçekler her yanda. Buraya bizim gibi baharda gitmek lazım.

Elbette bu parkta da birkaç çocuk oyun alanı var ve çocuklar eğleniyorlar. Ama bir ağaç vardı ki, dalları oradan buraya uzanmış, sarmaşık gibi, hatta diğer ağacın üstüne sarılmış. Nerede başlayıp nerede bittiğini anlamak mümkün değil. Çocukların en çok eğlendiği nokta da burası, tepesinden inmiyorlar.

Parkta biraz zaman geçirdikten sonra sokaklarda biraz daha dolaşırken Bükreş’in ünlü opera binasına geldik.

Operanın hemen yanındaki meydanda da Romanya’nın ilk kralı Carol’un büyük bir heykeli var.

Bu noktadan tekrar merkeze dönüşe geçtiğimizde ana caddenin araç trafiğine kapalı olduğunu gördük. Meğer hafta sonları halk rahatça dolaşsın diye şehir merkezini yaya bölgesi yapıyorlarmış. Sağda solda etkinlik yapanlar vardı, bir noktada da çocuklara kukla gösterisi vardı. Romence olduğundan biz çok kalamadık ama diğer çocuklar epey eğleniyorlardı.

Buradan biraz daha ileride gençlerin buluşma noktası olduğunu duyduğumuz Üniversite meydanına geldik. İlginçtir, oradaki bir bakkaldan su almaya girdiğimizde şansımıza iki Türk üniversite öğrencisiyle karşılaştık. Hatta kibar gençlerimiz bize yardım ederken içecek de ısmarlayarak bizi mahcup ettiler.

Bükreş’i gezmeyi böylece bitirmiş olduk. Bir günde her köşeyi gezince ertesi gün Braşov’a gitmeye karar verdik. Yolda da Peleş Kalesi varmış, onu da görürüz dedik. Bundan sonra da oraları anlatalım.

Ama önce Bükreş’i bitirelim. Maalesef Romanya’nın güçlü bir mutfağı yok. Dünya mutfağı restoranları var ama biz bir yerde pizza yedik, hiç beğenmedik. Dondurmayı da beğenmedik. Dristor Kebap diye bir Türk lokantası var, döneri Yunan stili ama gayet güzel, biz beğendik. Yani Romanya’ya güzel yemekleri için gidilmez. Diğer yandan caddeler geniş ama ciddi bir otopark sıkıntısı var. Konut bloklarının önünde otopark yerleri işaretlenmiş olduğundan öyle her yere de bırakamıyorsunuz. Yol kenarlarında ücretli otoparklar var, onlar da saatle ödeniyor ve epey pahalı. Ayrıca makine de yok, SMS ile ödeniyor sanki, İngilizce de yazmıyor, biraz sıkıntılı.

Biz Gamma Grup Accommodation diye bir dairede kaldık. İyi ki de burda kalmışız. Hem ev gayet temiz ve sessizdi, hem de kapının önünde size özel araba park yeri vardı. Kumandayla açılıp kapandığı için başkası da bırakamıyor. Ev merkezdeki havuza beş dakika uzakta olduğundan şehirde gezerken arabayı hiç çırakmadık ama Braşov dönüşü gecenin bir saati park yeri bulmakla da uğraşılmazdı. Sadece bu avantajı için bile tercih edilir. Aramakla uğraşmayın, şuradaki linkten booking ile rezervasyon yapabilirsiniz.

Gelelim gezimizin diğer noktalarına.

Peleş Kalesi

Peleş ve Pelşior Kaleleri demek lazım aslında. Hatta sarayları demek lazım çünkü yukarıda heykelini gördüğümüz ilk kral Carol, bu yapıları konutu olarak yaptırmış. İkisi neredeyse yan yana.

Braşov yolu üzerindeki Sinaia kentinin sırtını yasladığı dağın yamacındaki harika bir ormanın içindeki bu yapılara şehrin içinden döne döne çıkıyorsunuz. Ücretli otoparkı var, gönlünüz rahat olsun. Arabadan kurtulup biraz yürüyünce kafelerin olduğu bir meydana geliyorsunuz. Sarayın nizamiyesi gibi planlanmış burası.

Sağ taraf Peleş’e, sol taraf Pelişor’a gidiyor. Biz önce Peleş’e gittik. Sarayın bahçesinden yukarıdaki alan aşağıdaki gibi görünüyor. Etraf ne kadar yeşil ve güzel.

Sarayın kendisini bir fotoğrafa sığdırmak çok kolay değil. Önünde kralın heykeli ve güzel bahçesiyle çok güzel bir yapı.

Kalenin içi gezilebiliyor. Giriş katı gezmek 50 lei, üstüne ilk katı gezmek toplam 100 lei, ikinci katı da gezmek isterseniz ise toplam 150 lei.

Biz ilk katın da gezildiği tura katıldık, gayet yeterli oldu. Çok ucuz değil ama buraya kadar gelmişken gezmek lazım, fazlasıyla değer. Girişte yüksek tavanlı bir merdiven var. Her taraf ahşap kaplı.

Bu detayları fotoğraflarda göstermek çok zor ama biraz daha yakından göstermeye çalışalım.

Sarayın zırhlara ve kılıçlara ayrılmış bir odası var. Ama koridorlarda bile şövalyeler sizi karşılıyor. Romanya’nın tarihinden kalma eserlerle dolu her yer, sadece kral zamanının eserlerinden oluşmuyor.

Kralın çalışma masasının bulunduğu oda diğerleri arasındaki en mütevazi oda.

Diğer yanda kral ile kraliçenin tahtları olan oda ise fazlasıyla ihtişamlı.

İki tahtın arasında bulunan masa mermerden yapılmış ve her parçası birbirinden farklı desene sahip. Yakından bakınca ne kadar güzel bir eser olduğu anlaşılıyor.

Sarayın bir de farklı medeniyetlere ayrılmış odaları bulunuyor. Bunlardan birisi de Osmanlı odası. Ancak Türkler tarafından değil Avrupalı sanatçılar tarafından tasarlanmış ve ödül alarak buraya getirilmiş. Eh işte.

Bir de yemek salonunu gösterip kapatıyorum. Bence gezmeye değer bir saray. Yarım saatte bitiyor.

Saraydan çıkınca dışarıda yağmur yağıp geçmiş olduğunu fark ettik. Yağmur sonrası doğa daha bir güzel oluyor bilirsiniz.

Buradan Pelişor’a da geçtik tabi. Ancak bir de oraya ücret ödemedik, dışından bakıp döndük. Burası daha küçük bir yapı, zamanı olup gezen bize de anlatsın.

Daha Braşov’a kadar yolumuz da olduğundan burada daha fazla oyalanmadan yolumuza devam ettik.

Braşov

Braşov Bükreş’ten 180 km kadar kuzeyde olan epey büyük bir şehir. Dağların arasından giden yol döne döne inip çıktığından 2,5-3 saat kadar sürüyor. Şehir aslında baya sıkıcı bir şehir. Toplu konut kıvamında bloklar falan, nerden geldik buraya dersiniz. Ama kışın kayak merkezi olan bir dağı var ve bir de eski kent merkezi var. Güzel olan yeri burası.

Ufacık kent merkezi için bol turist olan bir yer burası. Binalar çok şirin ve arkasındaki dağa yaslanmış bir mahalle gibi.

Meydanın her tarafı bir ayrı güzel. Neredeyse her binanın altında da bir restoran bulunuyor.

Meydanın devamındaki sokak kafe ve mağazalarla devam ediyor.

Sokağın sonunda tabii ki biz yine bir park bulduk ve bizimki güzelce oynadı. Parkın kenarında küçük bir heykel dikkatimizi çekti. Remus ve Romulus efsanesinin bir izi buralarda epey ünlü olsa gerek.

Parktan dönüşte ana sokak yerine arka sokaklardan dönmeyi tercih ettik. Bu tip turistik bölgelerin arka sokaklarındaki sakinlik hep hoşumuza gitmiştir.

Meydana tekrar döndüğümüzde bu sefer arkada tüm heybetiyle Braşov’un ünlü Kara Kilisesi gözümüzün önüne geldi.

Kiliseyi gezmek için ücret istiyorlardı, zaten zamanımız da azalmıştı, hiç uğramadan dönüşe geçtik. Rahat bir yoldan sonra akşam 10 gibi Bükreş’teki evimizin rahat otoparkına varmıştık.

Bu gezimiz 4 gün sürdü ve 3 gece Bükreş’te konakladık. Gidiş ve dönüşte iki günümüz yolda geçti. Diğer iki günün birinde Bükreş’i gezdik, diğerinde de hem Peleş Kalesini hem de Braşov’u gördük. Biz fazlasıyla keyif aldık, sizin de zamanınız olursa rahat edeceğinizden eminiz. Bükreş’te otoparkı olan bir yerde kalmayı unutmayın.

Gürkan, Mayıs 2023

Eskişehir

14. yüzyılda Hititler tarafından kurulduğu düşünülen şehir, Anadolu’nun birçok şehri gibi farklı farklı çokça medeniyete ev sahipliği yapmıştır.

Met helvası, Nuga Helvası, Haşhaşlı Çörek, Kalabak Suyu, Çibörek, Balaban Kebap gibi yiyecekleri en bilindikleridir. Lise bilgimiz ile bile bildiğimiz meşhur Lületaşı, Eskişehir’e aittir.

Balaban

Aynı zamanda Porsuk Çayı ve yakın dönemde yapılan çevre düzenlemesi ile belki de en Avrupai şehrimiz durumundadır. Özellikle son 20 yıldaki belediyecilik anlayışı ile hem görüntü hem de kültür sanat faaliyetleri şehri benzerlerinden belirgin biçimde ayırmış durumdadır.

Şehir turistik anlamda da hayli ilerlemiş durumda. Gezip görülecek çok yeri var. Ankara’ya çok yakın konumda olması, İstanbul için de 3 saatlik mesafesi ile günü birlik bile gezilebilir durumdadır.

Kendi gezip gördüklerimizin içinden yaptığım aşağıdaki listenin, sizin için de tatmin edici bir rehber olması dileği ile başlayalım.

1- Odunpazarı Evleri

Merkezde bulunan tarihi Osmanlı evlerinin olduğu bölgedir. Yaklaşık 300 evin yanında cami, külliye gibi yapılar da restore edilerek turizme açılmıştır. Özellikle renkli evleri ile ön plana çıkan semt aynı zamanda dinlenmek için kahvelerin, yemek için restoranların ve bir çok müzenin de olduğu bir alan.

Odunpazarı Evleri

Bölge merkezi konumunun yanı sıra ünlü Balmumu Heykel Müzesine de komşu konumda. Zaten, burayı gezip de müzeyi gezmeden Eskişehir’den çıkmaya çalışırsanız, sınırda geri çeviriyorlar bilginize:) Buraya geleceğiz…

Odunpazarı Belediyesi heykeli

Odunpazarı, UNESCO Dünya Mirasları Listesinde bulunuyor. Cumbalı, rengarenk ve yan yana olan Odunpazarı Evleri, keyifli bir nostalji yaratmasının yanında, tarihi bilgilerinizi artırmanız için de güzel bir yer.

Atlıhan

Sokak sokak gezip yorulmamak mümkün olmadığından, kendinizi atabileceğiniz en minimal yerlerden biri El Sanatları Çarşısı olarak geçen Atlıhan. İçinde hem alışveriş için küçük dükkanlar var hem de Türk kahvesi içebileceğiniz bir kıraathane. Keyifli bir yarım saat için tercih edilebilir.

Atlıhan iç
2- Kurşunlu Camii ve Külliyesi

Odunpazarı’nda tarihi evlerin olduğu lokasyon hayli geniş bir alana sahip. Bu alan içinde gezilecek yerlerden biri de Kurşunlu Camii ve Külliyesi.

Kurşunlu Camii ve Külliyesi

Kurşunlu Camii 16. yüzyılda Osmanlı veziri Çoban Mustafa Paşa tarafından yaptırılan bir Osmanlı yapısı. Burası sadece bir camii değil, içinde birçok bölümü de barındırıyor. Bu sebeple geldiğinizde uğramanızı önerdiğimiz yerlerden biri.

Lületaşı Galerisi

Kurşunlu Camii ve Külliyesi’nin içindeki bazı bölümler ise, Eskişehir Sanatlar Çarşısında (Tabhane bölümü) lületaşı, kilim-halı dokumacılığı, gümüş, ebru ve benzeri sanat dallarına ait eserlerin bulunduğu bölümlerle birlikte, Lületaşı Müzesi ve Cam Atölyesi. Külliyesi dahilinde cami, şadırvan, medrese, talimhane, kervansaray, Mevlevi şeyhlerine ait türbe de yer alıyor.

Eskişehir El Sanatları Çarşısı

Geldiğinizde Lületaşı bölümü özellikle ilginizi çekeceği gibi, saf haliyle de taş satın alabilirsiniz.

3- Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykeller Müzesi.

Şimdi, geldiniz, Odunpazarı’nı gezdiniz, kahvenizi içtiniz. Şöyle değişik bir şeyler görmek istiyorsunuz, tam bu isteğe göre bir yer hemen Odunpazarı semtinin yanı başında bulunuyor.

Yılmaz Büyükerşen Balmumu Müzesi

5 bölümden oluşan müze, 2013 yılında açılmış. Bizim gezdiğimiz sene giriş ücreti 10 liraydı. Balmumu Heykeller Müzesi’nde kapsamlı bir sergi mevcut. Bilim insanları, müzisyenler, yerli yabancı sinema ve tiyatro oyuncuları ile birlikte, Kurtuluş Savaşı kahramanları, Mustafa Kemal Atatürk ve Ailesi, Osmanlı dönemi padişah ve devlet erkanı, Türk ve Dünya Liderleri, hatta şehrin takımı  Eskişehirspor’un efsane isimleri bile var.

Atatürk Balmumu Heykeli

Heykeller öylesine gerçekçi duruyor ki hayret etmemek imkansız görünüyor.

Albert Einstein

Arkadaki abiyi tanımıyorum, öndeki benim balmumu heykelim :) Şaka şaka Einstein ile ben, balmumu olan ünlü olanımız:)

Kurtuluş Savaşı Kahramanlarımız

Gerçek anlamda etkileyici olan bu müzeyi gezmenizi özellikle tavsiye ederim. Hem yaşayan ünlü yazar, sinemacı veya müzisyenlerle konuşursunuz hem de aramızdan ayrılmış olanlarla hasret giderme şansı bulursunuz.

Aşık Veysel Balmumu Heykeli

Bazı gereksiz gazetecilerin heykellerini de gördüğünüzde canınız sıkılabilir ama takmayın kafaya, onlar zaten yaşarken de heykel olanlar.

4 – Kent Merkezi / Caddeler

Eskişehir merkeze geldiğiniz zaman Porsuk çayı etrafında bir yerleşim göreceksiniz. Porsuk’un kenarında gezebileceğiniz gibi şehrin birkaç ünlü caddesini de turlamanızı öneririz.

Eskişehir Merkez

Merkezin ünlü caddelerinin başında Doktorlar Caddesi geliyor, doktor muayenehanelerinin çokluğundan bu ismi almış olan cadde, kafeler, eğlence mekanları ve alışveriş yerlerine sahip.

Eskişehir Merkez

Merkezin bir başka ünlü caddesi “İki Eylül Caddesi” olarak söylenebilir. Şehrin Yunan işgalinden 2 Eylül 1922 tarihindeki kurtuluşunu simgelediğinden bu ismi almış. Tramvay yolu boyunca uzanan bu iki ünlü cadde özellikle şehrin havasını solumak isteyenler için çok iyi alternatifler.

Merkeze gelmişken yakın lokasyonda Arasta Çarşısını, Hamamları ile ünlü şehrin birkaç hamamını ve sanat eserleri yerleştirilmiş “Hamam Yolu Köprüsü”nü de görme şansınız var.

Hamamyolu Sanat Köprüsü
5 – Porsuk Çayı

Zamanının sinek ve pislik yuvası olan, şehrin merkezi içinden geçen park, Yılmaz Büyükerşen ile birlikte öyle bir hale getirilmiş ki, deseler ki Avrupa’da bir kenttesiniz hiç garip olmaz.

Porsuk Çayı

Çevre düzenlemesi yapılmış. Dere temizlenmiş. Çaya çıkan yollar düzenlenmiş. Kano gezileri ile size Paris havası yaratılmış durumda.

Porsuk Çayı köprüleri

Üstünden geçen köprülerin üstleri heykellerle süslenerek şehre hem sanatsal bir dokunuş oluşturulmuş hem de estetik olarak çok şık bir yapı kazandırılmış durumda. Porsuk, sadece akan bir su olarak da değerlendirilmemiş. Kano turları ile yaşayan bir organizma konumu kazandırılmış.

Porsuk Çayı Kano

Kano ve gondolların yanında küçük teknelerle yapabileceğiniz gezi için kişi başı ücretlendirme yapılıyor. Biz gezdiğimizde kişi başı 5 TL ücreti vardı, hey gidi günler hey!

6 – Sazova Parkı

“Eskişehir’in Disneyland’ı” olarak isimlendirilmeye başlanan bu alan sanırım son zamanlarda şehirle ilgili en çok duyduğunuz, fotoğraflarını en çok gördüğünüz hatta sinema filmlerinde bile kullanılan bir yer konumunda.

Sazova Parkı

400 bin metrekare alan üzerine kurularak 2008 yılında açılan park, hem şehrin hem de ülkenin en bilindik parkı olma durumuna geldi. Özellikle çocukların ve kendini çocuk hissedenlerle birlikte içindeki çocuğu hala yaşatanların ilgisini çekmeyi başaran bir park burası.

Sazova Parkı Korsan Gemisi

Sazova Parkı’nda bulunan Bilim – Deney Merkezi, Sabancı Uzay Evi ve Masal Şatosu gibi yerlerle birlikte küçük bir tren gezisi, gölet, korsan gemisi ve Esminyatürk alanı ile tüm gününüzü alacak bir gezi yapabilirsiniz.

Masal Şatosu

Tek tek bütün alanlardan bahsetmeye gerek görmüyorum. Zamanınızın çoğunu geçireceğinizi düşündüğüm Masal Şatosu’ndan biraz bahsetmek yeterli olacaktır. Hele çocukla geldiyseniz sadece burayı anca gezebileceksiniz :)

Masal Şatosu

Tasarım olarak ülkemizdeki dokuz tarihi yapıdan esinlenen Masal Şatosu çok başarılı bir çalışma olmuş. Masal Şatosu 8 kule ve 18 kulecik olmak üzere toplamda 26 kuleden oluşmuş.

Masal Şatosu Kuleler

Galata Kulesi (İstanbul), Burgulu Kule (Amasya), Sindirella Kulesi (İstanbul – gravür), Kız Kulesi (İstanbul), Adalet Kulesi (İstanbul – Topkapı Sarayı), Ulu Kule (Mardin), Çan Kulesi (Diyarbakır), Yivli Kule (Antalya).

Dışarıdan gezebileceğiniz gibi içine girip üst katlara da çıkabildiğiniz yapı içinde Masal bölümleri düşünülmüş katlar, bölümler isimlendirilmiştir.

Efsaneler Diyarı katında Nasreddin Hoca, Keloğlan ve Dede Korkut’un görselleri vardır. Bunların yanında Tepegöz, Şahmaran ve Zümrüd-ü Anka alanları bulunmaktadır.

Gizemli Yolculuk alanı, 6-11 yaş aralığındaki çocuklar için gerçekleştirilen etkinlik alanıdır.

Masal Tüneli Alanı, Masal Şatosu’nun kuleleri hakkında kısa bir animasyon film izleyebileceğiniz, çeşitli masalların anlatım alanıdır.

Şatonun içinde aynı zamanda Sihirli Elma Kafe ve Hediyelik eşya alanı bulunmaktadır.

Şatonun üstünden şöyle kısa bir park gezisi için Negördüm Youtube kanalı ziyaret edilebilir. Değişik videolarımızı da izleme şansı bulabilirsiniz.

Şatoyu gezdikten sonra hala gücünüz kuvvetiniz yerinde ise Korsan Gemisini gezebilir, Gölet çevresinde göle maya çalmaya çalışan Hoca’yı görebilirsiniz. Ya tutarsa efendim!

Sazova Park Gölet

Hayvanat Bahçesi, Eti Su Altı Dünyası, Türk Dünyası Bilim, Kültür ve Sanat Merkezi, Japon Bahçesi, Esminyatürk bu devasa parkın diğer alanlarını oluşturmaktadır. Sadece bir gün buraya ayırmanızı öneririm.

Esminyatürk
7 – Devrim Otomobili

Ülkemizin yüz akı mı yoksa oluşan durumdan mütevellit yüz karası mı olduğuna karar vermekte zorlandığımız ünlü Devrim Arabası’nı görmek isterseniz, bu aracın adresi de Eskişehir’de ki TÜRASAŞ Fabrikası.

Devrim Otomobili

4 ay gibi bir süre içinde üretilmiş. 50 beygir güce ve 140 km/h hıza sahip  olan araba, Türk demir yolu mühendis ve ustalarının meydan okuma öyküsüne, o dönemin basiretten ve vizyondan yoksun yöneticilerinin de çapsızlık öyküsüne eşlik ediyor.

Porsuk Çayı yakınlarındaki TÜRASAŞ Devrim Arabaları Müzesi’ne gidip görebileceğiniz araç, buruk bir his bırakacak üstünüzde.

Yazımızın sonuna gelirken, konaklama konusunda da biraz bilgi vereyim. Turizm açısından gelişmiş bir kent olduğundan her bütçe için alternatifli konaklama seçenekleri bolca mevcut. Oteller, pansiyonlar, kiralık evler rahatlıkla bulabilirsiniz. Biz geldiğimizde Sazova Parkına yakınlığı sebebi ile Sarar Otel’de konakladık. Fotoğraftan da anlayacağınız üzere yeşillikler içinde güzel bir yerdi.

Sarar Otel Bahçe

Eskişehir’e gelmişken ayrıca neler göreyim derseniz, Odunpazarı Modern Müze (OMM), Kentpark, Eti Arkeoloji Müzesi, Şelale Park, Çağdaş Cam Sanatları Müzesi, Haller Gençlik Merkezi, Eskişehir Havacılık Müzesi, Anadolu Üniversitesi Cumhuriyet Tarihi Müzesi, TCDD Müzesi, Tayfun Talipoğlu Daktilo Müzesi, Taşbaşı Çarşısı, Kanlıkavak Parkı, Sabancı Uzay Evi ve şehrin biraz dışında yer alan Musaözü Tabiat Parkı gibi yerleri de ilgi alanına göre ziyaret edebilirsiniz.

Sonuç olarak Eskişehir güzel bir yer. Her yeri birden gezmeye gerek var mı? Ara ara buraya gelmek için bahaneniz olur :)

Barış, 2019

Manila, Boracay ve Cebu | Filipinler

Pasifik kıyısına vardığımız bu gezimizde Filipinler’in 3 şehrini ziyaret ettik. Aşırı sıcak olmayan Nisan ayında rahat rahat gezdik ve bolca denize girdik. Manila’dan başlayan seyahatimizi önce ünlü Boracay adasına sonra da pek bilinmeyen Cebu’ya giderek tamamladık. Filipinler ile ilgili en güzel şeyin herkesin ingilizce bilmesi olduğunu baştan söyleyelim ve anlatmaya başlayalım. Tüm yazıyı okuyacak zamanı olmayanlar aşağıdaki listeden ilgilendikleri kısıma atlayabilirler.

Manila

İstanbul’dan 11 saat uzaktaki Manila’ya seyahatimiz gece yarısı başladı. Uzun yolculukları sevenler için bol filmli, bol uykulu, arada dolanmalı ve saat farkından dolayı gündüz görmeden tekrar geceye ulaşan bir yolculuk bu.

Manila’nın hava alanı derli toplu ve şehrin aksine çok kalabalık değil.

Ancak terminalden dışarı çıkınca, hele bizim gibi akşamın erken saatlerinde inmişseniz İstanbul’u aratacak bir trafikle karşılaşıyorsunuz. Her tarafta tıklım tıklım insanlarla dolu Jeepney adı verilen rengarenk dolmuşlar göze çarpıyor.

Bu araçlar Amerikan askerlerinin çekilmesi sonrası kalan Jeeplerden modifiye edilmiş. Duraklarda sıra beklemek belli ki Filipinliler için çok olağan.

Jeepney’den daha pratik olan ve her köşeden çıkan, diğer kentlerde daha sık göreceğimiz motosikletler de bir diğer renkli toplu ulaşım aracı.

Manila’yı aslında transfer amacıyla kullandığımızdan sadece bir gece konakladık. Yolun yorgunluğu ve saat farkından dolayı şaşkın geçen bir gecenin ardından ertesi gün otelden çıkış yaptık ve şehrin önemli yerlerini gezdik. Maalesef Manila görülecek yeri pek olmayan bir şehir. İlk durağımız bağımsızlık mücadelesinin sembolü olan Jose Rizal’ın anıtı oldu.

Sonra Manila’nın tarihini barındıran Fort Santiago’ya yani şehrin kalesine gittik.

Burası bir müze ve girişte bilet almanız gerekiyor. Biz gittiğimizde bilet ücretleri aşağıdaki gibiydi.

1600’lü yıllardan beri birçok savaş ve yıkım gören kalenin Avrupa mimarisi ile yerel mimariyi birleştiren garip bir havası var.

Eski günlerinden kalan bazı kısımlar sanki özellikle savaşlarda yaşanmış yıkımları hala hatıralarda tutmak için tamir edilmeden bırakılmış.

Ancak en etkileyici olanı Jose Rizal’in idama götürülürken yürüdüğü yoldaki son adımlarını temsil eden ayak izleri.

Kale gezimiz bitince civardaki bazı hediyelik eşya mağazalarını gezdik. Köşedeki seyyar dondurmacının arabası çok güzeldi.

Manila’dan Boracay’a geçmeden, ilgimi çeken bir detayı anlatmak isterim. Bir benzinliğin yanından geçerken fark ettim, fotoğrafını çekmekte de biraz geciktim ama dikkatle bakınca anlaşılıyor, yakıt tabancaları yukarıda, yani tavanda asılı. Yani pompadan gelen hortumlar yerlerde dolaşmıyor. Hiç fena fikir değilmiş.

Diğer bir detay da bir marketin raflarında karşılaştığım Spam marka konserveler. Başka yerde karşıma çıkmamıştı, emaillerde sıkça adı geçen bu kelime aslında bir konserve markasıymış meğer. Şaka değil, bir skeçte (ki bu skeç Python yazılım diline de ismini vermiş meğer) menüdeki her yemekte Spam konservesi olması üzerine çok sık gelen reklam maillerine adını vermiş. Dileyen araştırsın, benden bu kadar.

Kısa Manila gezimizi burada sonlandırarak havaalanına, oradan da iç hatlar uçuşu ile Boracay’a doğru yola çıktık.

Boracay

Boracay ince uzun bir ada ve üstünde pist yapılacak bir alan bulunmuyor. Onun yerine hemen yanındaki büyük adanın tam köşesine bir hava alanı yapmışlar.

Terminalden çıkınca minibüslere binerek Boracay’a geçen deniz araçlarının kalktığı iskele binasına (Caticlan Jetty Port) geçiliyor.

Burası oldukça kalabalık. Tekneye binene kadar bazı kontrollerden de geçiliyor. Sonra kısa bir yolculukla Boracay bize merhaba diyor.

Boracay’ın en kalabalık ve ünlü uzun plajını olduğu kısım adanın ortasında ve batı tarafında kalıyor. Kent kısmı oldukça küçük ve en düzgün kesimi tam olarak aşağıdaki gibi.

Diğer kesimlerde kaldırım yok, yollar bozuk ve her yer motosiklet dolmuşlarla dolu. Ama gelin biz adanın güzelliklerine odaklanalım. Minibüslerle otelimize vardık ve hızlıca deniz kenarına geçtik. Kaldığımız otel adanın doğu sahiline bakıyordu. İnsan vay canına diyor.

Sahil otele özel olduğundan bu kadar sakin ama aslında adanın tercih edilmeyen tarafındaymışız. Deniz biraz dalgalı ve dibi biraz taşlık. Fotoğraf çekmek için uygun ama denize girmek için çok değil.

Yine de denize girince anında bu coğrafyanın farkı göze çarpıyor. Hiç görmediğimiz deniz canlıları görünmek istercesine önümüze çıkıyor. Mavi bir deniz yıldızı mı o?

Şu aşağıdaki mercan da geometrik yapısı ile etrafında epey dolaştırdı. Bizim denizlerimizden çok farklı buradaki canlılar.

Ertesi gün ünlü White Beach’e yani adanın merkezindeki batıya bakan plaja gittik. Neden bu kadar ünlü olduğu anında anlaşılıyor.

İncecik kumu denizin içinde de aynı şekilde devam ediyor. Deniz mi havuz mu belli değil. Deniz canlıları açısından pek canlı değil (iyi ki otelde denize girmişim) ama gerçekten çok farklı hissettiren bir suyu var.

Sahilde kumsalın hemen arkası palmiye ağaçları ile dolu. Bu nedenle gölge ihtiyacını karşılamak kolay. Havlusunu bırakan denize giriyor, sonra gelip ağaçların altında dinleniyor.

Bu arada Filipinler’de sokakta sigara içmek yasak. Yürürken ya da sahilde otururken de. Özel alanlarda ve restoranların sigara içilen bölümlerinde içilebiliyor.

Deniz kıyısında dalış merkezlerine giden tekneler bulunuyor. Buraya özel bu teknelerin, dalgalardan daha az etkilenmeleri için iki taraflarında kanatları bulunuyor.

Yeri gelmişken arka sokaklarda karşıma çıkan bir kasabın fotoğrafını da paylaşayım. Sadece et değil balık da satılan bu dükkanda ürünlerin açıkta satılıyor olması, hele de bu sıcakta bana epey ilginç geldi.

White Beach’in kenarındaki palmiyelerin altındaki yol geceleri de halkın yürüyüş yaptığı ve restoranlar, hediyelik eşya dükkanları ve canlı müzik mekanlarıyla dolu bir kordon haline geliyor.

Son günümüzde Boracay’ın etrafını denizden dolaşmak için aşağıdaki tekne ile bir tura katıldık.

Tekneye binmek için otelimize en yakın iskelenin bulunduğu Shangri-La oteline gittik. Otelin muhteşem plajı sanırım hep aklımda kalacak.

Tekne ile adanın etrafını dolaşmak bir iki yerde deniz molası da vererek neredeyse tüm gün sürdü. Turun en keyifli kısmı ise etraftaki diğer teknelerle beraber güneşin batışını izlemekti.

Ertesi gün yine geldiğimiz gibi hava alanına geçtik ve iç hat uçuşuyla Cebu’ya doğru yola çıktık.

Cebu

Bugüne kadar adını hiç duymadığım, oysa ki epey ünlü olduğunu öğrendiğim bu kent Filipinler’in en büyük şehirlerinden biri. Biz kentin hemen önünde bulunan Mactan adasında kaldık. Hava alanından otele geçerken bir anıtın önünden geçtik. Macellan anıtıymış.

Hatta buradaki körfezin adı da Macellan körfeziymiş. Kendisi  burada Mactan savaşında ölmüş. Gariptir, dünyanın etrafını denizden dolaşmış olan Macellan, buradaki gelgit’i doğru hesaplayamadığından (öyle dediler) gemisi karaya oturunca canından olmuş. Ama onun keşfi sonrası fethedilen bu ülkenin adı günümüzde bile İspanyol kral Felipe’nin adından geliyor. Avrupalıların izleri her yerde.

Yolumuza devam ederken etraftaki sokaklar Filipinler’in güzel manzaraları haricinde nasıl göründüğünü güzel anlatıyordu.

Bir de tipik bir bakkal fotoğrafı paylaşalım. Ülke genelde bu tip düzensiz ve ucuz yapılarla dolu. Zaten hava da pek soğuk olmuyor tabi.

Neyse, biz otel odamızın manzarasına dalalım. Otelin önündeki plaj kumsal ve ortadaki kayalığın etrafında hafiften renkli balıklar görünmeye başladı.

Gece yemek için Cebu’ya gittik. Manila’daki gibi ağır bir trafik eşliğinde şehre vardığımızda etrafta yine Jeepney’ler dolanıyordu.

Çok güzel bir restoranda harika deniz mahsülleri yedik. Ne yemek istediğinizi açık büfe seçtiğiniz bu restoranda neler olduğunu tek bir fotoğrafla paylaşmak mümkün. Ama yine de okyanus balıkları bizim balıklarımız kadar lezzetli değiller. Bol baharatla tatlandırmaya çalışıyorlar.

Cebu’nun yollarında dolaşırken güvenlikle ilgili pek tasalanmıyorsunuz, ülke genel olarak çok güvenli. Zaten ikinci resmi dilleri İngilizce olduğundan (gerçekten resmi) iletişim gibi bir derdiniz hiç olmuyor. Ama yine de şu görüntü insanı biraz ürpertiyor.

Gelelim Cebu’nun en güzel kısmına yani denizin altına. Otelimizin önündeki iskeleden bindiğimiz aşağıdaki tekne ile Nalusuan adasına denize girmeye gidiyoruz.

Bu teknelerin ilginç bir özelliği, kıyılara yakın manevra yaparken Venedik gondolları gibi çubuklarla yönlendiriliyorlar. Tayfa ellerinde sopalarla sağa sola koşturuyor.

Teknenin kanatlarının minyatürü, yanında taşıdığı küçük kayıkta da vardı. Aşağıdaki fotoğrafta hem bahsettiğim küçük kanatlı kayığı hem de teknenin bambu kanatlarını yakından görebilirsiniz.

Nalusuan adası aslında minicik bir toprak parçası. Üstünde yaşayan yok, sadece teknelerle denize girmeye geliniyor. Kartpostal gibi. Filmlerde gördüğümüz gibi.

Ama asıl güzellik denizin altında. Şnorkeli takıp suya atladığınız anda bambaşka bir dünyaya giriyorsunuz.

Anlatılmaz yaşanır derler ya, gerçekten etrafta o kadar çok çeşit balık var ki, acaba görmediğim balık var mıdır diye oradan oraya yüzüp duruyor insan.

Burası gerçekten denizin ortasında bir vaha. İnsanın denizden çıkası gelmiyor. Ama sayılı günler çabuk geçiyor, ertesi gün uçağımıza atlayıp İstanbul’a dönmek için son adımımız olan Singapur’a doğru yola çıkıyoruz.

Cebu hava alanı şehrin tersine çok modern bir yapı. Ama terminal içinde yurt dışına çıkabilmek için izin almaya çalışan Filipinlileri görünce insan görünene aldanmamak lazım diye düşünüyor.

Gürkan, Nisan 2019

 

Corfu

Yazılarımızı takip edenler bilir, Ege’deki bize yakın Yunan adalarının çoğunu ziyaret ettik. Bu sefer ise bir değişiklik yapıp İyon Denizi tarafındaki bir adaya, oradakilerin en ünlüsü olan Corfu adasına gitmeye karar verdik. Corfu’ya gitmek için Yunanistan’ı boydan boya geçen Egnatia Odos otoyolunu baştan başa geçerek Igoumenitsa kentine kadar gitmeniz gerekiyor.

Yol epey uzun. Bu nedenle biz şurada anlattığımız gibi önce Meteora’da konakladık, sonra devam ederek öğleden sonra adaya vardık. Egnatia Odos otoyolunun bu kesiminde yaklaşık 50 kadar tünel var, epey ilginç bir yol. Igoumenitsa kenti, İtalya’ya giden feribotların kalkış limanı olduğundan büyükçe bir liman. Biz limana vardığımız saatte direk Corfu merkeze değil, adanın güneyinde bulunan Lefkimmi’ye giden feribota denk geldik ve beklemeden atladık.

Fazla bir mesafe gidilmediğinden çok büyük olmayan feribotlarla sefer yapılıyor.

Yeni gittiğimiz bir adanın uzak köşelerine gidecek bir mazeret bulmayı seviyoruz. Yaklaşık 1 saat süren rahat bir seyahat sonunda Corfu adasının en güney kesiminde kalan Lefkimmi’ye vardık.

Adanın güneyi oldukça ıssız, sakin ve dağlık olan kuzeye göre düzlük. Corfu merkeze araba ile yaklaşık bir saat uzakta. Corfu’nun merkezine vardığınızda epey yoğun bir araç ve yapı kalabalığı ile karşılaşıyorsunuz. Bizim konaklayacağımız tesis Corfu’nun biraz kuzeyinde Gouvia’da olduğundan çevre yolundan devam ediyoruz. Büyük caddelerden geçerek tesise varınca odamıza yerleşip sessiz sahiline iniyoruz.

Manzara ve sakinliği güzel ancak burada maalesef denize girilmiyor. Odaya yerleştikten sonra Corfu merkeze gidip sahile park ettik. Tipik Yunan alışkanlığı burada da var, araba park etmek için ücret vermenize gerek yok ve geniş park alanları ayrılmış. Park ettiğimiz yer yeni kale’nin kapısına yakındı.

Kentte eski ve yeni olmak üzere iki adet kale bulunuyor. Ada çok uzun yıllar Venediklilerin hakimiyetinde kalmış. Kalenin hemen yanından sokak aralarına dalıyoruz.

Buradan sonra ara sokaklarda İtalyan, Venedik ve Orta Avrupa mimarisini görebiliyorsunuz.

Küçük mağazalar bulunan ara sokaklardan şık hediyelikler satan mağazaların olduğu genişçe sokaklara doğru geziniyorsunuz.

Corfu bizim bildiğimiz Ege’deki Yunan adalarına hiç benzemiyor. Daha Avrupa gibi. Şurada anlattığımız Capri’den bile daha kalabalık ve yerleşik. Adada gibi hissettirmiyor hiç. Bu taraftan girince bir iki küçük meydanla ufak ufak ısınıyorsunuz.

Kentin merkezinde büyük bir park bulunuyor. Park etmiş motosikletlerden biraz Yunan havası gelmiyor değil.

Ama parkın hemen yanındaki geniş cadde, sanki bir başkenttesiniz gibi hissettiriyor. Sanki Roma’da Navona Meydanındayız.

Diğer taraftaki Asya Sanatları Müzesi binası da bence hiç Yunan tarzı değil.

Bu ada sanki Avrupa’nın göbeğindeymiş gibi hissettiriyor. Ya da biz Ege’deki sıcakkanlı Yunan havasına alışmışız da bize ters geldi. Ama tabi bu hislerimiz Corfu’nun tatsız bir yer olduğu anlamına gelmesin. Sadece alıştığımıza göre değişik.

Güzel binalar, sıcak kafeler ve her köşede yaşanan biraz da lüks bir hayat hissediliyor. Biz artık sakinliği seviyoruz demek ki. Oysa ki gençler güzel kafelerde oturuyorlar.

Ara sokaklarda bolca kilise ile karşılaşıyorsunuz. Ada halkının en azından dindarlık anlamında epey Yunan olduğunu söyleyebiliriz.

Gece çökmeye başlayınca sokaklar daha da renkleniyor ve restoranlar doluyor.

Tipik Akdeniz insanları hava karardıktan sonra gezmeye ve güzel zaman geçirmeye başlıyorlar. Bu adanın güzel yapıları ve ışıklandırmaları da üstüne ayrı bir güzellik katıyor.

Yukarıda bahsettiğimiz büyük parkın arka tarafındaki eski kale pek bir manzara sunmasa da kapılarının birinden içerisi güzel görünüyordu. Kaleyi gezmek için bilet alıp gündüz gelmedik açıkçası.

Sabah olunca denize girmek için yola düştük. Biraz kuzeye çıktığımızda buranın geniş ve ünlü kumsalı Ipsos’a vardık. Uzun bir plaj ve deniz de çok güzel görünüyordu.

Ancak biz keşfetmeye devam etmeliydik ve henüz adanın batısına geçmemiştik. O nedenle dağların arasından batıdaki Paleokastritsa bölgesine geçtik. Bu tarafın daha sakin olmasını beklerken oldukça kalabalık ve sahili tesislerle dolu sıkışık bir yerle karşılaştık. Az sonra kalabalık biter, sakin yerler başlar diye diye tekrar dağa tırmanmışız. En azından şu güzel manzarayı görmüş olduk diyerek geriye döndük.

Dönüşte haritadan gözümüze kestirdiğimiz Glyko plajına giden yolu zar zor bulup park ettik. Neredeyse son park yerine bırakmıştık. Dik bir yamaçta ve sık ormanın içinde olan yol üzerinde manevra yapmak da epey zorlu ve sıkışık. Keyifli bir plaj.

Burada yediğimiz gyrosların (döner) tadı hala damağımızda. Akşama kadar kumda oynayıp denize girdikten sonra otele döndük. Ertesi sabah dönüşe geçeceğimiz için feribot saatlerini kontrol ettik ve sabah tam saatinde Corfu merkez limanından feribotumuza bindik.

Yaklaşık bir buçuk saat sürecek olan seyahatimiz limandan çıktıktan sonra Corfu’nun eski kalesine el sallayarak başladı.

Igoumenitsa sonrası Egnatia Odos otoyolundan dönüş. Bu keyifli keşfin de sonuna gelmiş olduk.

Gürkan, Haziran 2019

Meteora

Yukarıdaki fotoğrafta yüksek dağlar ve vadi haricinde dikkatinizi çeken bir yapı var mı? Muhtemelen ortanın hafif sağında bir manastır olduğunu görmüşsünüzdür. Ancak Meteora’ya giderseniz, bu fotoğrafta tam 4 tane manastır olduğunu öğrenirsiniz. Nerede bu Meteora? Neredeyse Yunanistan’ın ortasında.

UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde bulunan bu bölgede dağların tepesine kurulmuş manastırlar bulunuyor ve hepsi de halen kullanılıyor. Kalambaka kentinin yakınındaki Meteora’ya gitmek için Yunanistan’ı baştan başa geçen Egnatia Odos otoyolundan çıkınca, coğrafyanın yavaştan değiştiğini görmeye başlıyorsunuz.

Bu kayaların bazı kısımlarının oyulmuş olmasının, şuradaki yazımızda anlatmış olduğumuz Kapadokya‘da gördüğümüz yapıya benzeyen bir form yaratacağını ufaktan hissediyorsunuz. Kalambaka kent merkezine geldiğinizde yanı başınızda duran dev kayalık da göreceklerinizin tanıtımı gibi.

Kalambaka, pek kalabalık olmayan sakin bir kent. Konaklama için ufak tefek oteller bulunuyor.

Meteora’ya giderken içinden geçeceğiniz Kastraki köyünde ise daha çok butik oteller var. Kastraki’yi geçer geçmez, Meteora’nın ihtişamı ile karşılaşmaya başlıyorsunuz ve hemen ilk manastır olan St. Nicholas’ın altından geçiyorsunuz.

İlk bakışta epey etkiliyor ama az ileride Rousanou Manastırı’nın önünden karşı tepenin üstündeki Varlaam Manastırı’nı görünce henüz yeni başladığınızı anlıyorsunuz.

Gerçekten çok değişik bir coğrafya. Manastırlar kadar manzara da etkileyici olduğundan döne döne çıkınca ulaşılan ve rahatça park edilebilen iki de manzara izleme noktası yapmışlar. İlk noktadan sola doğru tepenin ardında aşağıda Kalambaka kenti görünüyor.

Ancak asıl güzellik karşıya bakıldığında önünüzde duruyor. Dağların tepesinde 4 farklı manastırı bir arada görebiliyorsunuz.

Biraz daha ilerideki ikinci manzara noktasında yine müthiş bir manzara var, burası Kalambaka’ya daha hakim sanki. Söylendiğine göre karşıdaki tepelerin bazılarının üstlerinde de eskiden manastırlar varmış.

Bu noktadan manastırlar dizisinin sondan ikincisi olan St.Stephen Manastırı da çok güzel görünüyor.

Meteora’daki ilk günümüzde etrafı dolanıp nerede ne olduğunu anladıktan sonra kente inip güzel bir akşam yemeği yedik. Bölgenin adını almış olan Restaurant Meteora, bol şişeli dekorasyonu ile ilgi çekici bir yer. Yiyecekler de oldukça lezzetli.

Ertesi sabah tekrar Meteora’ya çıktık ve manastırlarlardan birini gezmeye karar verdik. Manastırlardan her biri haftanın en az bir günü ziyarete kapalı. Önce en büyük manastır olan Great Meteoron’a gittik. Kocaman bir vadinin karşısında tüm tepeyi kaplayan adı gibi büyük bir manastır.

Ama kapalı olduğu güne denk gelmişiz. Biz de hemen karşısındaki Varlaam Manastırı’na gitmeye karar verdik. Great Meteoron’un önünden Varlaam’ın görünüşü şöyle.

Manastırın girişindeki tepenin etrafını dolanıyorsunuz. Peşinde derin bir vadinin üstünden küçük bir köprüyle geçip merdivenlere varıyorsunuz. Aşağıdaki fotoğrafta ileride merdivenler de görünüyor.

Giriş ücretini ödedikten sonra kadınların kutsal mekana saygı adına örtünebilmeleri için bırakılmış örtülerden dileyen alıyor.

Tepedeki manastırın orta boy bir avlusu ve küçük bir kilisesi var. Kilisenin çok bir özelliği yok ama yine de güzel.

Her manastırın girişi ve rahiplerin ve erzakların ulaşması için yapılmış özel yöntemleri varmış, Varlaam’ın da bir çıkrık sistemiyle rahipleri kaldıran bir mekanizması bulunuyormuş. Bir de kocaman 12 tonluk şarap fıçısı varmış. İlginç ama çok bir numarası yok açıkçası.

Görüldüğü gibi manastırın içinin de en etkileyici yanı manzarası. Hem diğer manastırların hem de derin vadinin görüntüsü çok güzel. Aşağıdaki fotoğrafta yazının başında önünden Varlaam’ı görüntülediğimiz Rousanau Manastırı’nın bu sefer Varlaam’dan görünüşü var.

Meteora bir günde bile görülüp geçilebilecek bir bölge. Ancak biraz sapada kaldığından geçerken bir gece konaklayıp akşam ve sabah dolaşılması daha pratik. Biz iki gece kaldık ve doya doya gezip gördük. Hatta sonradan motosikletlerle yaptığımız turda sadece bir gece kalarak hem bölgeyi görebildik hem de yolda konaklamış olduk.

Meteora Selanik’ten günü birlik gidilip gelinecek bir mesafede veya bizim gibi Igoumenitsa’ya giderken yolda uğranabilecek pozisyonda bir yer. Buralara yolunuz düşerse muhakkak uğrayın.

Gürkan, Haziran 2019

Riyad

Kısa bir iş seyahati için 2019 yılının şubat ayında Riyad’a gittik. Sonradan verilmeye başlanmış galiba ama Suudi Arabistan o günlerde Türk vatandaşlarına turistik vize vermiyordu, biz ticari vize alarak gittik. Karşı tarafın daveti ile alınan vize ilk kez gitmeme rağmen 6 ay süreliydi.

Hem ilk kez gideceğim için, hem de hakkında fazla bilgi sahibi olmadığım için oldukça meraklıydım. Seyahatin ilk farkı İstanbul’dan kalkarken THY uçağında Kur’an-ı Kerim okunması ve inişten önce özel bir ilaçla spreylenmek oldu. İndiğimiz King Khalid Havaalanı oldukça moderndi.

Biraz fazla şatafat peşinde koşulmuş gibi gelmesi haricinde farklı bir yanını hissetmedim. Pasaport girişinde ise normalde tabelalarda görmeye pek alışkın olmadığımız Malayca ve Endonezce yazılar dikkatimi çekti. Malezya ve Endonezya gibi uzak doğu ülkelerinden buraya çalışmaya gelen çok kişi olsa gerek.

Terminalden çıkar çıkmaz Uber ve Careem’e ayrılmış özel duraklar bulunması ilgimi çekti. Gerçekten şehirdeki tüm yolculuklarımızda biz de Uber’i kullandık. Çok yaygın kullanılıyor. Şu linkteki yazımızda anlattığımız İran’da olduğu gibi burada da yeni arabaların arka koltuklarındaki fabrika çıkışı koruma naylonlarının sökülmemiş olması yine garibime gitti. Eski koltuk sevmiyorlar belli ki.

Otelimize geldiğimizde epey büyük ve modern bir odayla karşılaştım. Odadaki prizlerin ingiliz tipi olması haricinde bir sıkıntım da olmadı.

Yeni bir şehre gece gelmeyi hiç sevmem. Hava alanlarında her milletten insan olduğu için doğru bir gösterge olmazlar. Yollar ıssız ve karanlık olduğundan etrafta neler olduğunu, insanların nasıl giyindiğini, nasıl davrandığını görmeden otele varıp odama çekilmek hiç hoşuma gitmez. Bu sefer de maalesef öyle oldu. Sabah kahvaltıya gittiğimde karşı masamda oturan kadınların başları açıktı ve bunun normal olup olmadığını çok anlayamadım.

Diğer yandan kahvaltıda bildiğimiz kahvaltılıkların haricinde kuru fasulye ile karşılaşınca şaşırdım. Buralarda çok sevilen ve temel protein kaynağı olarak tüketilen bu yiyeceğin adı da epey ilginç. Ful Medames. Yanında kuru soğanla servis ediliyor. Sabah sabah :)

Kahvaltıdan sonra geniş caddelerden Uber kullanarak toplantımıza gittik ve maalesef tüm gün sürdü. Bu nedenle içimdeki gezme görme arzusu akşam yemeği için Tahliah Bulvarı’na gidene kadar beklemek durumunda kaldı. Tahliah, üzerinde bolca mağaza bulunan geniş bir cadde.

Tabelalarda arapça yazdığı için her yazılanı anlayamıyoruz ama bildiğimiz markaları burada da görüyoruz.

Tabii konu Suudi Arabistan olunca pahalı arabalar olmazsa olmaz, karşımıza çıkan bir oto galerisindeki arabalar gerçekten dikkat çekiciydi. Bu arada belli ki “araba” kelimesi de arapçadan geliyormuş.

Ancak caddede en çok ilgimi çeken belli aralıklarla yerleştirilmiş seccadelerdi. Namaz vakitlerinde caddede bulunanlar için hazırlanmış ve özel kutusunda duran (gerçi gördüklerimin hepsi açık duruyordu) bu seccadeler her an ibadet edebilmek için düşünülmüş olsa gerek.

Caddede pek kalabalık yoktu. Mevsim epey ılıman olduğu halde. Yaz sıcağında burada kim gezer hiç tahmin edemiyorum. Caddede karnımızı doyurduktan sonra yakınlardaki Kingdom Center alışveriş merkezine geçtik.

Suudi Arabistan’ın en yüksek binalarından biri olan bu kulenin altında oldukça kaliteli bir alışveriş merkezi bulunuyor ama burası da epey sakin.

Burada biraz nefeslendikten sonra, yine Uber’e atlayıp biraz şehir dışında bulunan Riyadh Mall’a geçtik. Burası daha yeni ve daha kalabalık. Her ülkede yeni yapılar daha çok ilgi çekiyor belli ki.

Arabistan’da kadınların nasıl giyindiği ile ilgili sorularımın burada cevaplandığını açıkça belirtebilirim. Bazı restoranların popülerliği ve kapıda sıra bekleniyor olması kalabalıkların hareketinin bu coğrafyada hep benzer olduğunu bana hatırlattı.

Enteresan bir şekilde otele dönmek için dışarıya çıktığımızda yağmurla karşılaştık. Çok ender yağmur yapan bu şehirde trafik tam bir keşmekeş haline gelmişti. Uber bulmakta zorlandık, bulunca da yanımıza gelmesi epey uzun sürdü. Bu arada biz de hazırlıksız olduğumuzdan biraz ıslanmış olduk. Otoparkta beklerken gördüğüm polis aracı da ülkedeki Amerikan etkisini güzel ifade ediyordu.

Ertesi sabah bu kısa ziyaretimiz bitmişti ve hava alanına giderken Kingdom Center kulesini gündüz de görmüş oldum.

Riyad’dan Dubai’ye doğru gidecek olan uçağımızı beklerken büfede gördüğüm Uludağ suyu da güzel bir detay oldu.

Riyad dönüşü Suudi Arabistan ile ilgili fikirlerimin bir miktar değiştiğini kabul etmem gerekiyor. Kısa bir gezide çok şey anlaşılmaz, iyi biliyorum ancak sermayenin her yerde benzer olduğunu ve insanların da çok özgür olmasalar bile mutlu olmayı bildiklerini görmüş oldum.

Gürkan, Aralık 2020

Gaziantep | Zeugma Müzesi

İstanbul – Gaziantep için benim seyahat tercihim uçak oldu. Sabiha Gökçen Havalimanından Pegasus firması ile uçtum. Yıl içinde fiyatları takip ederseniz çok uyguna bilet bulabiliyorsunuz, hele hafta içi gitme şansınız oluyorsa.  İlk olarak bunu belirteyim.

Gaziantep denildiğinde ilk akla gelen haliyle yemek oluyor. Tam bir gastronomi şehri olduğu su götürmez bir gerçek. Bu bölgenin yemek konusunda haklı bir ünü var; Adana, Hatay, Mardin, Şanlıurfa ve Gaziantep.

Gaziantep için sadece yemek yenilebilecek bir yer demek şehre büyük haksızlık olur. Tabi eski dönemlerde İpek ve baharat yolunun en önemli duraklarından biri olduğu düşünülürse, yemek konusundaki gelişmişliğini açıklamak daha kolay olacaktır.

Unesco’nun yaratıcı şehirler ağı listesine gastronomi alanında girmeyi başarmış bir şehir, Gaziantep. Listeyi merak edenler ve gurur duymak isteyenler şuradan bakabilir. Unesco Yaratıcı Şehirler Listesi

Benim deneyimlediğim yerler şöyle;

Küşlemeci Halil Usta. Burası Zeugma Müzesi’nin hemen arkasında bulunuyor ve ününün hakkını kesinlikle sonuna kadar veriyor.

Adını aldığı kebap tabi ki ilk tercih olmalı, kesin ve net. Çok lezzetli küşleme yapıyor. Halil Usta’yı da işinin başında görünce hala neden bu kadar başarılı bir yer olduğunu hemen anlıyorsunuz.

Küşleme ile birlikte gelen salata da ayrıca çok güzel. Bitirirseniz korkmayın hemen tazeliyorlar ama salata ile doyma riski var :)

İmam Çağdaş. Sanırım ünü şehri aşmış lokanta burası. Şehrin merkezinde, Bakırcılar çarşısının içi denebilecek bir bölgede. Ününden dolayı da sürekli dolu.

Kuşbaşılı Ali Nazik kebabı ve havuç dilim baklavası ilk tercihler olabilir. Ünü, lezzetinin önüne geçmiş gibi geldi bana. Biraz pahalı olması da sanırım bu ünden kaynaklanıyor.

Kasap Halil Usta. Sanırım Antep’de adınız Halil ise direk kebapçı olarak hayata başlıyorsunuz :)

Tugay semtindeki lokantada her türlü kebap çeşidi menüde mevcut ama özellikle beyran çorbası ve fıstıklı pidesi ile ününün hakkını veriyor.

Çok fazla yiyerek bu lezzetten sakın mahrum kalmayın. Tatlı olarak böyle farklı bir lezzet denemediğinize eminim.

Koçak Baklava. Gaziantep dendiğinde olmazsa olmazlardan biri de tatlı. Yani baklava, bu konuda ilk söylenilen isim de Koçak Baklava.

Gaziantep’de çok yerde tatlı yedim. Baklava aldım. Kötüsüne rastlamadım diyebilirim. İçindeki fıstık oranı, şerbet miktarı, hamurunun kalınlığı, kaç kat olması gerektiği üzerine bir sürü şey dinledim. İstanbul dönüşü eşe dosta nereden alayım dediğim zaman herkes ağız birliği etmişcesine Koçak ismini verdi. Fakat açıkça söylüyorum, fiyat lezzet oranına bakarsak bu kadar farka değmediği kanaatindeyim. Evet güzel ama, sağındaki solundaki baklavacıların tadı kötü veya aralarında çok fark var denemez. Gaziantep’e gelip de bir şey yediğiniz zaman psikolojik olarak kötü gelme ihtimali yok :)

Tahmis Kahvesi. Şehre geldiğinizde Zeugma ziyaretinden önce veya sonra uğramanızı şiddetle tavsiye ettiğim Bey Mahallesi var. Restore edilen eski yerleşim yeri. Yoruldunuz, oturup şöyle bir tarihin içinde zahter (dağ kekiği) çayı olsun, menengiç kahvesi olsun, türk kahvesi olsun içmek isteyeceksiniz işte size mükemmel öneri.

Ben keşfettim dermişim. Yok yok zaten Gaziantep dendiğinde ilk söylenilen yerlerden biri de Tahmis Kahvesidir. Merkezde bulunur. Bey Mahallesine ve Bakırcılar çarşısına çok yakındır, hatta içi denebilir.

Gaziantep’in kahvesi olarak ün yapan menengiç kahvesinin ve zahter çayının en güzelini içebileceğiniz yerlerinin başında gelir. Eski binası, sunumu ile kesinlikle memnun ayrılacağınız bir mekandır.

Özellikle yukarıda gördüğünüz ikramı sizi mutlu eder. Ben hala internet üzerinde sipariş ile buradan, kuruyemiş, menengiç ve zahter alıyorum.

Bakırcılar Çarşısı. Merkez’de bulunan çarşı, zanaatkarlar yeridir. Eskinin dericileri, bakırcıları, kalaycıları burada bulunur. Şimdi şimdi turizm ile birlikte fıstıkçılar, baharatçılar veya yeme içme yerlerinin sayısı da çarşı içinde hayli çoğalmış durumda.

Bırakın herhangi bir şey almayı, burada gezmek, buranın havasını solumak bile size kendinizi iyi hissettirecektir.

Bakırcılar Çarşısı dendiği zaman büyük bir alan düşünün. İçinde hanlar, pasajlar, sokaklar var. Gezilecek çok yer var. Çarşının merkez tarafından başladığı yerde meydan var. Kolaylıkla bulabileceğiniz bir yer. Fotoğrafını da aşağıya bırakayım göz aşinalığınız olsun.

Bey Mahallesi

Zeugma Müzesi ne kadar kıymetli ise, Gaziantep’e gelip Bey Mahallesini gezmeden dönüyorsanız, şehri gezmemiş olarak da kabul edilebilirsiniz.

Kentin merkezindeki mahalle,  yıllardır atıl durumdayken, 2007 yılında Büyükşehir Belediyesi Koruma Uygulama Denetim Bürosu (KUDEB) öncülüğünde sokak sağlıklaştırma projesi ile evler restore edilerek, şimdiki haline getirdi.

Mahalle, tarihi taş konakları ve müzeleri ile tam bir turizm merkezi haline gelmiş durumda. Mahallede bulunan “Atatürk Evi”, “Oyun ve Oyuncak Müzesi”, “Hasan Süzer Etnografya Müzesi” ve “Ali İhsan Göğüs Müzesi” de ya ücretsiz olarak ya da 2 TL gibi cüzi bir ücret ile ziyaretçilere hizmet veriyor.

Atatürk Evi. Girişi 2 TL olan müze için çok büyük bir yer düşünmeyin. Yarım saatte gezip görebileceğiniz küçük bir mini müze. Bu taş evlerin içini geziyor olmak için bile ziyaret edilebilir.

Youtube kanalımızda video paylaşmıştık.

Oyun ve Oyuncak Müzesi. İstanbul da bulunan Sunay Akın Oyuncak müzesi (Yazımız mevcuttur.:) ile kardeş müze olarak hizmet veriyor.

Aynı girişten hem Ali İhsan Göğüs Müzesi’ni hem de Oyun ve Oyuncak müzesini gezebiliyorsunuz. Bu müzelerin sokağı özellikle sosyal medyada çok popüler olduğundan kesin görmüşsünüzdür.

Saklambaç oynayan çocuklar ile fotoğraflar baya baya popüler. Müze iki katlı, çok güzel eski oyuncakları görmek sizi mutlu edecektir.

Ali İhsan Göğüs Müzesi. Oyuncak müzesinin ön bölümündeki yapıda bulunuyor. Ücretsiz gezebilirsiniz. Gazeteci ve siyasetçi olan Ali İhsan Göğüs’ün yaşamını yakından tanıma şansı buluyorsunuz.

Hasan Süzer Etnografya Müzesi restorasyon çalışması sebebi ile açık olmadığı için gezme şansı bulamadım ama hepsi birbirine çok yakın yerlerde. 1-2 saat içinde tüm müze binaları gezebilirsiniz. 1-2 saat de mahalleyi gezmeye ve bir kahve, çay içmeye ayırırsanız, mutlu olarak ayrılırsınız.

Yine youtube kanalımızda Bey Mahallesi için de kısa bir videomuz var.

Bey Mahallesi için daha uzun uzun yazmaya gerek yok sanırım, eski taş evler,

binaların içine yapılmış kafeler, ki oturun biraz soluklanın iyi gelecektir.

Bu bölgede 19. yy’a ait Kurtuluş Cami’si de restore edilmiş. Burayı da görmenizi tavsiye ederim.

Dışı kadar içi de güzel bir yapı.

Gaziantep’in bir de dünyada büyüklük olarak nadir olan parkı var. Merkezden başlayan park hakikatten çok uzun, içinde oturma alanları, kafeler, spor alanları var. Zamanınız varsa dolaşmak için çok ideal.

Evet, artık gelelim asıl yerimize…

Zeugma Müzesi

Gaziantep’e, yemeye içmeye gelmiş olabilirsiniz, müze çok ilginizi çekmiyor olabilir ama burası fikrinizi değiştirecektir.

Belkıs/Zeugma Antik Kenti, Nizip İlçesi, Belkıs Köyü sınırları içerisinde Fırat Nehri’nin kıyısında kurulmuş bir kent. Aslında müzenin olduğu yer ile bir alakası yok.

Kendi döneminde nüfusu 80.000’e kadar çıkmış kent o dönem için en büyük yerleşim yerlerinden biri olarak kabul ediliyor.

Zeugma, değişik dönemlerinde değişik isimlerle anılmış.
Bilinen en eski ismi; Büyük İskender’in generallerinden Selevkos Nikator, kendi adıyla, Fırat Nehri’nin adını birleştirerek verdiği “Selevkos Euphrates ( Fırat’ın Silifkesi )” adı.

Roma hakimiyetine girdiğinde (1. yy) köprü, geçit anlamına gelen “Zeugma” adını alıyor.

80 bin kişilik nüfus size çok gelmediyse şöyle kıyaslayabilirsiniz. Antakya (Antiokheia) ile İskenderiye’den (Aleksandreia)’dan daha küçük, Atina (Athena) ile aynı büyüklükte. Pompei ve şimdi dev bir metropol olan Londra (Londinum)’dan ise birkaç kat büyük.

1987 yılında ilk kazı çalışması başlayana kadar, tam anlamıyla talan edilmiş. Dünyanın her yerinden tarihi eser hırsızları, dünyanın en nadide mozaik ve diğer eserlerini parça parça kaçırmışlar.

Tarihimizin kıymetini bilmediğimiz için ancak 1987’de arkeolojik çalışmalar başlamış fakat bu sefer de Hasankeyf’in başına gelen buranın da başına gelmiş. Baraj yapımı sebebi ile vizyonsuz, kişiliksiz, cahil cühela yöneticilerin bitmemesi, neyin daha değerli olduğunu kavrayamaması yüzünden, bu bölge de su altında kalmış.

2000 li yıllara kadar, gasp, talan devam etmiş. Korumak için o kadar geç kalınmış ki dünya üzerinde 1 tane bulunan bir heykel, sadece 6 tane bulunan mozaikler, çeşitli ülkelerin müzelerini süslemeye gitmiş.

Müzeyi gezerken bu eksik parçaları gördüğünüzde içiniz cız ediyor. Dünya’nın en büyük antik kentinden geriye kurtarabildiğimiz şeyler çokmuş gibi görünmesine rağmen aslında bir avuç.

Müze girişi 20 TL, müze kartlar geçerli. Ben 10 TL vererek kulaklık aldım kesinlikle tavsiye ediyorum. Eserleri boş boş izlemek yerine haklarında bilgi almak çok daha keyifli. Ayrıca her mozaik için numaralandırma olduğundan, nereden, ne zaman çıkartılmış, önemi ne öğreniyorsunuz.

Her şeye rağmen Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’ne teşekkür edilmesi gerekiyor. Son dönemde çalışmalara destek vermeseler sanırım elimizde bu eserler de olmayacaktı. Ayrıca yurt dışındaki eserlerin ülkeye iadesi konusunda da hükümet ile iş birliği yaparak ciddi bir caba gösterilmiş ve geri alınan mozaikler olmuş.

Bu inanılmaz mozaiklerin hepsinin tek tek hikayeleri için şuradan da bilgi alabilirsiniz. Zeugma Mozaik Hikayeleri

Bazı mozaikler çok nadide, çok değerli. Eşi benzeri olmayanlar var, türünün tek örnekleri var. Siz yukarıda verdiğim linkten okuyabilirsiniz. Ben sadece 2-3 tanesine değinmek istiyorum.

Ares (Mars) Heykeli, müzenin en değerlilerinden biri. Roma dönemine ait 1,50 m boyunda bronz bir Mars heykeli. “Mars” Roma’da çok önemli bir tanrı. Bereketi ve gücü simgeleyen savaşçı tanrı. Yaklaşık 1800 yıl toprağın altında kalanmış bronz bir heykel. Mars heykelinin üzerinde bir de yanık izi var. Arkeologlar bunun M.S 252’de Parthlar‘ın, Zeugma’yı ele geçirerek yakıp yıkmasından kalan izler olduğunu düşünüyorlar. Şehrin tarihsel hikayesinin bir yansıması bu heykel ayrıca diğer Mars heykellerinden farklı olarak, boyutu büyük ve elinde tarım için kullanılan bir alet tutan tek mars heykeli.

Çingene Kızı (Gaia), müzemizin göz bebeği, en ünlüsü. Çok başarılı bir pazarlama faaliyeti olduğu da su götürmez. Böylesine güzel bir simge herkesin ilgi ve dikkatini çektiği gibi çok da merak uyandırıyor. Müzeyi de buna göre dizayn etmiş ve bu mozaiği görmek için büyülü bir geçitten geçirmişler.

1992 yılındaki kazılardan çıkarılan bu güzel kızımızı arkeologlar çingeneye benzetince ismi öyle kalmış. Mozaikteki asma figürlerinden yola çıkarak aslında bu kızın tanrıça Gaia olma olasılığınında yüksek olduğu düşünülüyor.

Çingene kızımız minicik ve aslında gerçek yeri tek başına değil. Büyük bir mozaiğin parçası ama ona ayrı bir önem atfedilerek, biraz gizem, biraz sihir ile müzenin popülaritesi de artsın diye onu yalnız başına bırakmışlar.

“Kahvaltı Sofrasındakiler” mozaiği de çok güzel korunmuş parçalardan oluşuyor. Üstündeki yazının dünyadaki diğer örneklerinden farklı bir anlamı var. “Oceanos ve Tethys” Mozaiği de ayrıca en etkileyici olanlarından biri.

Mozaik sanatçısının imzasını taşıması açısından, Dünya’da sadece 6 adet olduğu söyleniyor ve bu 6 mozaiğin 4 tanesi Zeugma’da. Muhteşem bir miras.

Yeni arkeolojik bulgular ve farklı mozaik örnekleri ile müze ek binası ile büyümeye devam ediyor. Müzenin tek kötü tarafı hediyelik eşyaların olduğu bölüm. Hepsi dandik, kalite ve estetikten uzak, böyle bir müzeye çok daha kaliteli ürünler yakışır. Ben çıkışta almak istedim ama alacak bir şey bulamadım. Elimde güzel bir Çingene Kızı illüstrasyonu olmadan çıktım.

Yukarıdaki fotoğrafta da gördüğünüz gibi Zeuma’yı uzaylıların yaptığını ve zıtar vorstaki Yoda’nın da bu işte parmağı olduğunu size ispatlayarak yazımı bitiriyorum.

Gaziantep’e geldiniz, yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, gezip gördüğünü anlat dendiğinde, Zeugma’yı, Bey Mahallesi’ni, Parkını anlatabilirsiniz. Kale’yi unutmadım ama gitme fırsatı bulamadığımdan yazamadım. Afiyet olsun.

Barış, Ekim 2019

Belgrad

Sava ve Tuna nehirlerinin suladığı bereketli toprakları ile Avrupa’nın orta yeri sayılabilecek, tarihsel olarak da bizi etkileyen bir yer; Belgrad.

Yazımızı uzun bulanlar için hemen buraya başlıklar için link koyacağım. Tek tıkla merak ettiğiniz bölüme gidebilirsiniz.

 

64 adet parkı ile tamamen yemyeşil bir şehir olmasına rağmen isminin tarihsel kökeni beyaz şehir olması sizi şaşırtsa da bu fazlaca takılacağınız bir durum değil :) Hikayesi şöyle; M.Ö 4. yüzyılda Keltler bu bölgeye yerleşmek için nehir yolunu kullanıyorlar. Bu yolu kullanırken tepede bembeyaz parlayan bir şey görüyorlar, ne olduğunu anlayamadıkları için beyaz bir şehir herhalde demeye başlamışlar. Kelt dilinde Silgidun olarak geçse de 5.yy Slavlarla birlikte Beograd olarak değişiyor.Şu an 2 milyon kişinin yaşadığı Belgrad’ta, Türkçe ile ortak kökenli çok fazla kelime mevcut. Özellikle yeme içme alanında. Börek, yoğurt, çorba, köfte, Türk kahvesi…Yatacak yer için de çarşaf, yorgan, yastık…Para birimi olarak Dinar kullanıyorlar ve bizim paramız daha değerli. Yuppi :) Saat olarak bizden 1 saat geride, her ne kadar artık işler otomatik olduysa da siz yine de aklınızda tutun.

Viladimir Pistalo isimli yazarın Tesla kitabını büyük bir merakla okumuştum. Tesla’yı hem merak eden, hem de büyük hayranlık duyan biri olarak, indiğimiz ve Belgrad’a ilk ayak bastığımız yerin isminin Nikola Tesla Havalimanı olması ne yalan söyleyeyim beni çok mutlu etti. (Yazın oradan Belgrad’a bi +1)

 

Havalimanından otobüsümüz ile yola çıktığımızda akşam saat 6 ya geliyordu ve İstanbul’u aratmayan bir trafik ile karşılaştık. Biz şehre, batı kapısı olarak bilinen Genex Kulesi’nin bulunduğu yerden girdik. Bu bölgede eski sosyalist dönemden kalma binalar da mevcut.

Doğu kapısını merak ettik, orada da Rudo Binaları varmış.

Belgrad Ulaşım

Belgrad’da toplu taşıma halk otobüsleri, tramvay ve troleybüs vasıtası ile sağlanırken, metro ulaşımı bulunmuyor. Ayrıca taksi de fiyatları uygun olduğundan yoğun olarak kullanılıyor ama bir uyarı ile zira bir rehber vasıtası ile yaptığımız gezi esnasında rehberimizin ilk yaptığı uyarı taksiler konusunda oldu.

Belgrad’da yaklaşık 10 ayrı şirkete ait taksi mevcut ve bunları birbirinden üstlerinde bulunan taxi yazısının renginden ayırt edebiliyorsunuz. Pembe, yeşil, sarı ve farklı renklerde taksiler olabiliyor. Bize önerilen pink taxi pembe kafalıydı. Bir de net bir uyarı yapıldı, otelden, bardan veya herhangi bir yerden ayrılırken taksiyi mekandan istetin diye. Bu şekilde gelen tüm taksiler dürüsttür dendi.

Beogradski, Pink taksi, Alfa taksi, Žuti taksi, Zeleni taksi, Joker taxi, Lux taxi, Maksis taksi, Taksi Bell, Naksi taksi en bildik firmalar. Bunların dışında da kaçak taksiler varmış.

Normal toplu taşımayı kullanmayı düşünürseniz Busplus kart sahibi olmanız gerekiyor. İstanbul’daki İstanbul Kart gibi bir şey. Bu bilet kişi başı olarak alınabiliyor, 3 gün istediğiniz kadar inip binme hakkı veriyor. Ha Türk olarak şöyle uyanıklık yapalım bir adet alıp, 10 kişi kullanalım derseniz, kötü haber, olmuyor. 6-7 € gibi paracığınıza kişisel olarak kıymanız gerekiyor.

Güzel bir güzergah istersek 2 numaralı tramvayı kullanmamızı önerdiler. Tramvay, Eski Belgrad (Stari Grad) olarak bilinen ve bir çok tarihi binayı barındıran şehir merkezinden geçen bir yol kullanıyormuş.

Belgrad Konaklama

Biz Holiday İnn Otel’de kaldık. Fiyatlar gideceğiniz zamana ve doluluk oranına göre değişkenlik gösterdiğinden güncel olarak bakarsınız. Sitemiz üzerinden Booking yaparak giderseniz ne mutlu bize :) Linki kolaylık olsun diye buraya bırakıyorum :) Booking

Oda manzaram yukarıda ki gibiydi, çok memnun kaldığımı belirtmek isterim. Tam önünden geçen bir troleybüs var.

Hemen yürüme mesafesinden büyük parklar ve büyük bir market vardı. Bu markette özellikle çikolata ve içki fiyatları çok uygun. Kredi kartı geçiyor.

 

Otele çok yakın olarak, yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Clup Tramvaj’da buraların meşhurlarındanmış. Benim fırsatım olmadı gidip görmeye ama gece gezmeyi sevenler için otele çok yakın.

Bizim otelimiz dışında, Belgrad’ta kalacak yer ile ilgili bir sorun yaşayacağınızı zannetmiyorum. Zira çok lüks otellerin yanında orta halli oteller, apart ve kiralık daire seçenekleri de fazlası ile mevcut. Bunlarla ilgili kısacık bir internet araştırması yeterli, yazıyı bunlarla boğmaya gerek yok.

Şimdi, Belgrad ile ilgili aslında en önemli bilgi, şehrin 2 bölgeye ayrılmış olması, bu bizim Havana / Küba’da da gördüğümüz bir şeydi.

Stari Grad, yani şehrin tarihi bölgesi, eski Belgrad. Novi Beograd, yeni yerleşim yeri. Bu iki bölgeyi birbirinden Sava Nehri ayırıyor.

Siz konaklama için tercihen, Stari Grad tarafından veya yakınından bir yer tutarsanız, bizden daha az yürümüş olursunuz. Holiday İnn, her ne kadar merkez diye geçse de, merkezin merkezi olan bölge Knez Mihailova Caddesi. Bizdeki İstiklal Caddesi denebilir. Bu caddenin sonunda da geldiğinizde mutlaka uğramanız gereken, Tuna ve Sava’nın da tam önünde birleştiği Kalemegdan var. Bizim otelden buraya yürüme 30 dakika ile 45 dakika arasında bir zaman tutuyordu.

Burada bir tercih devreye giriyor ki o da size kalmış. Merkezde bir yer pahalı olabilir. Hemen merkezde kaldığınızda şehrin yaşam alanlarını, gerçek insanlarını göremez, sokaklarını, günlük yaşamını anlayamazsınız. Çok kısa süre de kalacak olsanız, bu 30-45 dakikalık yürüyüşler size şehri daha iyi tanıma şansı verip, daha yerel şeyleri görme ve tatma fırsatı da sunuyor.

 

Otel ve ulaşım işini hallettiğimize göre artık, şehirde nereleri gezeceğiz, akşam dışarı çıkmaya değer bir gece hayatı var mı? bunlara kısaca bakalım. Bizi instagramdan takip edenler görmüşlerdir, öne çıkan hikayeler bölümünde de Belgrad’a gelirseniz burada lokasyon ile birlikte gittiğimiz ve yemek yediğimiz yerleri de nokta atışı görebilirsiniz. Takip etmeyenler için de “daha ne bekliyorsunuz takip etsenize” diye bağır bağır bağırıyoruz, koşun sizi takip etmeye çağırıyoruz.

Peki, yukarıda da bahsettiğimiz gibi biz şehre batı tarafından giriş yaptık. Bu bölgede aslında çok fazla gezilecek bir yer yok. Tuna kenarı restoranları var, Yugoslavya Otel binası var, kumarhane var, yeşil alan var ve en büyük alışveriş merkezi olarak “usce” var.

Şehre giriş yaptığımız yerde, 2. dünya savaşı sırasında Almanlar tarafından vurulan ve şimdi metal olarak tekrar yapılmış olan mavi – beyaz bir köprüyü kullanıyoruz. Eski taş köprü halinin çok güzel olduğunu söylüyorlar.

Şehre geldikten sonra, bizdeki köylü pazarı gibi bir yere gidip, sebze meyve veya yöresel bir şeyler alayım derseniz Knez Mihailova Caddesinin girişine çok yakın Yeşil Pazar diye bir yer var, meraklısına yazayım, ben gitmedim.

Belgrad’ı İstanbul’a üç tarafı su ile çevrili olması bakımından benzetebiliriz. Tabi buradaki deniz değil, Tuna ve Tuna’ya dökülen Sava nehri. Tüm şehir bu hayat kaynaklarının üzerine inşa edilmiş.

Belgrad Gezilecek Yerler

Avrupa’nın tarihi şehirlerinin bir veya ikisini gezmiş olanlar bilir, tarihi binaları, sokakları, dükkan ve eşyaları çok iyi restorasyonlarla parlatır ve sizi hayran bıraktırırlar. Şehir merkezleri, yani turistlik yerler pırıl pırıldır. Burası da aynı öyle.

Gezilecek yerler denildiğinde aslında Stari Grad tarafını komple kastediyorlar. Bu bölge içinde de meydanlar, Kalemeydan, ana caddeler, heykeller, restore edilmiş binalar, katedraller vb. var. Şahsi fikrim olarak 2 tam günlük yürüme temposu ile Belgrad çok rahatlıkla görülebilir. Fakat, kafelerde oturalım, geldiğimiz şehrin sokaklarını rahat rahat turlayıp, halk gibi parklarda spor yapalım falan derseniz, allah ne verdiyse güne gider o iş. Örnek olması için Prag yazımızı da okuyun, kaç gün oraya ayırırsanız buraya da yeter.

Belgrad Kalesi – Kalemegdan

Knez Mihailova Caddesinin başlangıcında Terazije Meydanı, bitişinde de Kalemegdan yeralıyor. Bir de bu caddenin ortasında Kral Mihailo’nun heykelinin bulunduğu Cumhuriyet Meydanı var, al sana şeytan üçgeni. Belgrad’ı gezdin bitti. Bu kadar, hadi dağılalım. :)

 

Belgrad Kalesi haftanın her günü, 24 saat ziyarete açık ve giriş ücretsiz, diye yazıyorum, ama rehberimiz seneye ücret alınacağını söyledi. Kalemegdan ismi ise Osmanlı döneminden geliyor, tahmin edebileceğiniz üzere kale ve meydan kelimeleri birleşimi, Sırpça’da da çokça Türkçe kelime olduğunu zaten belirtmiştim, bunu da değiştirme gereği duymamışlar.

Kaleye İstanbul Kapısından (Stambol Kapija) giriş yapıyorsunuz. 1700’lü yıllarda yapılmış ve hala orjinal hali korunuyor. Yukarıda gördüğünüz kırmızı tuğlalar Avusturya – Macaristan İmparatorluğu döneminden, beyaz tuğlalar ise Osmanlı.

Kapının üstündeki saat kulesi ise yapıldığı günden beri orjinalliğini korumayı başarmış. Avusturya döneminde yapımına başlansa da bitişi Osmanlı zamanında olmuş.

 

Kalede, Damat Ali Paşa’nın türbesi ve Sokullu Mehmet Paşa (Bayo Sokoloviç) çeşmesi de var.  Bu çeşme Sarı Selim’in padişah olacağını öğrenmesinin anısına yapılmış. Artık akmıyor ama korunmuş durumda.

Sokullu Mehmet Paşa, burası için çok önemli bir tarihi şahsiyet. Zira kendisi bir devşirme, Belgrad doğumlu ve onun zamanında bu bölgeye çok fazla yatırım yapıldığı söyleniyor. Onun zamanında bu bölgede savaş olmuyor. İlk patrikhaneyi de Belgrad’a o yaptırtıyor. Abisi Sırbistan’ın ilk patriği…

Sokullu’nun bir seçilme hikayesi var. Osmanlı zamanı, devşirmek için akıllı çocuklar şöyle seçiliyormuş; Çocukları uzunca bir masaya karşılıklı oturtuyorlar, ellerine de oldukça uzun saplı kepçeler veriliyor, önlerine çorba konulup hadi için bakalım deniyor. Sokullu Paşa, karşısında ki çocuğa demiş ki sen bana içir ben de sana, ikisi de içmiş bitirmiş çorbayı, bakmışlar bu çocuk akıllı, oradan sadrazamlığa kadar gidiyor.

Kalenin önünde tüm Belgrad ayaklarınızın altında. Tuna (Danube) ve Sava nehirlerinin birleştiği nokta da tam burada.

Kalenin içini gezerken görebileceğiniz önemli yapıları şöyle sıralayalım, hepsinin tek tek fotoğrafı yok, her şeyin fotoğrafını koymak da işin tadını biraz kaçırır değil mi :)

İstanbul Kapısından girdiğinizde Askeri Müze var. Parkın girişinin hemen sağında Anahtar Teslim Anıtı var. Küçük  beyaz bir mermer. Osmanlı’nın, Belgrad, Smederevo, Šabac ve Kladovo kalelerinin anahtarlarını Sırplara teslim etmesini tasvir ediyormuş.

 

Fransa’ya Şükran Anıtı (Monument of Gratitude to France), 1. Dünya savaşı sırasındaki yardımlara karşılık yapılmış, sonra küsmüşler heykeli kapatmışlar, sonra barışmışlar tekrar açmışlar, valla benim hanımla evlenme hikayeme benziyor :)

Balıkçı Çeşmesi Heykeli, Orjinali Zagrep’te, buradaki de orjinal, hadi bilin bakalım nasıl olmuş :) şöyle olmuş; heykeltıraşa demişler senin heykel Zagrep’e giderken yolda gemi battı, heykel gitti. O da bir daha yapmış. “Battığına inanıyorsunuz da yeniden yaptığıma neden inanmıyorsunuz” demiş, heykeli getirip buraya koymuşlar. (Not: şimdi anlamayan falan olur. Efendim, heykeltıraşa yanlış bilgi gelmiş, gemi memi batmamış, o yüzden Zagrep’te de var, burada da bu heykelden, ikisi de aynı sanatçının aynı heykeli)

Yine parkın içinde Paşa Konağı, tahmin edin vakti zamanında burada kimler kalıyormuş.

Kalemegdan Parkı ile merkeze doğru giden yolu bağlayan kapıya, yine bizimle alakalı olarak, Türklere karşı ilk ayaklanmayı başlatan kişinin yani Karadjordje’nin ismi verilmiş. Gelince görmeden geçmeyin demiyorum zaten geçemezsiniz, mecbur buradan geçeceksiniz :)

 

Ha! gelelim Victor Anıtına. Anıtı görünce, Türk olarak klasik espiriyi yapmayanı dövüyorlar. (Aaaaa kral çıplak…:)

Sırpça Pobednik, yani Belgrad Zafer Anıtı yani Victor Heykeli, Çıplak Adam vs… I. Balkan Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğuna karşı kazandıkları zaferin anısına dikmişler dikmesine de heykel çıplak olunca Terazije Meydanına o zamanın kadınları heykeli koydurtmamış.

Neden çıplak; Ivan Mestrovic heykeli yapan kişi. Heykeltıraş demek istiyor ki; insan çıplak doğar, o yüzden çıplak. Sağ elinde ki kılıcını yere dayamış; ben savaş istemiyorum, sol elinde güvercin tutuyor; ben barış istiyorum. Güzel bir sembolizm ama anlamıyor efendim o zamanın kadınları, bizim beyler böyle değil alın bunu uzağa koyun diyorlar.  Heykel de geliyor buraya, fakat gel gör ki o zaman gözden uzak olsun diye koydukları bu yer şimdi tüm şehirden görülen, en çok ziyaret edilen yer ve artık heykel, şehrin simgesi, hayat işte. Kadının fendi, yarım kalmış :)

Knez Mihailova Caddesi

Kalemegdan, gezimiz bittikten sonra, Karadjordje kapısından geçerek, küçük koru gibi bir alana geliyorsunuz, burada, ta sosyalizm zamanından kalma, pul, para gibi eski eşyaların satıldığı tezgahlar ile küçük hediyeliklerin satıldığı bir kaç tezgah var.

Buradan bir caddeyi karşıya geçtiğinizde Knez Mihailova Caddesine geliyorsunuz. Trafiğe kapalı alan, İstanbul’u bilenler için İstiklal Caddesi desek doğrudur. Alışveriş dükkanları, sokak satıcıları, kafeler, publar, bistrolar, sokak müzisyenleri ile gece gündüz her zaman kalabalık ve hareketli bir cadde.

Şehrin kalbi diyebiliriz. Bu cadde üzerinde biraz zaman geçirerek Belgrad’ın havasını çok daha iyi soluyabileceksiniz.  Ben burayı gezerken çok keyif aldım, turist ile halkın iç içe geçtiği bir yer.

Ayrıca ciddi bir plak merakım var, cadde üstünde plakçı bir amca buldum; Beatleslar, Rolling Stonslar, Elvisler, The Doorslar, Beethovenler, Tchaikovskiler falan derken kırka yakın plak aldım 100 € verdim. (O zaman Euro 4 TL’ydi tabi :()

Cumhuriyet Meydanı (Trg Republike)

Knez Mihailova Caddesi’nin ortalarında sayılabilecek bir yerden, Cumhuriyet Meydanı diye geçen, Trg Republike’ye çıkıyorsunuz.

Burada Kral Mihalio’nun at üstünde heykeli var. Kitapçı ve cafelerin olduğu, insanların buluşma noktası olan bir alan.

Heykelin bir tarafı Milli Müze, diğer tarafı Opera binası. Avrupa şehirlerinin ortak noktası olarak, özellikle Opera binaları muhteşem. Bakınız Lviv yazımız. 

Şimdi hazır heykel demişken sizlere farklı bir bilgi verelim de diğer gezi sitelerinden ne kadar farklı olduğumuzu anlayın. Avrupa’da çokça bu heykellerden görürsünüz, komutan, kral veya paşaların at üstünde heykeli.

Efendim, bu insanların nasıl öldüklerini atın ayaklarına bakarak anlayabiliyoruz. Atın iki ön ayağı da yerdeyse normal bir şekilde eceli ile ölmüştür. İki ayağı da havadaysa savaşta, çatışmada ölmüştür. Atın ön tek ayağı havadaysa suikaste uğramıştır.

Terazije Meydanı (Trg Terazije)

Knez Mihailova Caddesinene, Kalemegdan tarafından gelince caddenin sonu Terazije Meydanına çıkıyor ama asıl doğrusu Knez’in başlangıcı bu meydan yani caddenin sonu Kalemegdan tarafı.

Buradaki en önemli yapı Moskva Otel, yeşil döşemeleri ile pürüzsüz bir cepheye sahip olan otel bir çok ünlü kişiyi misafir etmiş. Şehrin simgelerinden biri de burası. 1906 yılında kurulmuş olan otelde kimler kalmamış ki, Albert Einstein, Robert De Niro, Milla Jovovich, Jack Nicholson, Yasser Arafat, Maxim Gorki, Brad Pitt gibi birçok ünlü ismi ağırlamış. Gitmeden önce fiyatlara ve yer durumuna bakarak sizde burada konaklayabilirsiniz.

Parlemento Binası

Buralara çok yakın güzel bir yapı görmek isterseniz, parlemonto binasını da görmenizi öneririz. Knez Caddesinden geldiğinizde sağınıza Moskva Otel’i alarak düz devam ediyorsunuz, ana cadde üstünde 500 metre mesafede bulunuyor. Buraya giderken Belgrad yazan meydanı ve tiyatro binasını da görebilirsiniz.

Parlamento Binası (Narodna skupština), Yugoslavya zamanın da parlemento binası olarak kullanılmış.

Gündüz ve gece görünümleri ile çok etkileyici bir yapı olan binanın önünde ki heykellerde ayrıca görülmeye değer.

ilk fırsatta devam edeceğiz. Oooo daha neler var neler, Aziz Sava, Gece Hayatı, Navi Sad, Karlofça…

 

Sao Paulo, Rio de Janeiro ve Buenos Aires | Güney Amerika

Güney Amerika kıtası bir seferde görülemeyecek kadar büyük, o nedenle başlıkta ismi geçse de tümünü gezdiğimiz anlaşılmamalı. Ancak içinde kıtanın alan olarak en büyük iki ülkesinin en büyük şehirleri bulunduğundan çok da haksız sayılmayız. Mart başında gittiğimiz ve 9 gün süren seyahatimizde uçuşlarda geçen geceler haricinde bir gece Sao Paulo’da, 3 gece Rio’da, 3 gece de Buenos Aires’te konakladık. Konunun uzmanı olacak kadar gezmediysek de neler gördüğümüzü anlatalım, merak edenlere ve gitmeyi planlayanlara ufak bir faydamız olursa ne mutlu bize. Yazının uzun olma ihtimaline karşı her şehir için bir başlık açacağız, aşağıdan ilgilendiğiniz şehre tıklayarak hızlıca gidebilirsiniz.

Sao Paulo

Brezilya’nın en büyük şehri. Resmi olarak 15 milyon civarı nüfusu olsa da çevresiyle beraber 25-30 milyon civarı kişinin yaşadığı söylenen dev bir şehir. Denize yakın ama kıyısı yok, düz bir alanda kurulu, o nedenle durmak bilmeden büyümüş. İstanbul’dan direk uçuş bulunduğundan önce buraya uçtuk. Sabah 10:30 gibi kalkan uçağımız saat farkları falan derken akşam 17:00 gibi indi. Yol öyle böyle değil, tam 13 saat sürüyor. Git git bitmiyor.

Bu uzun seyahatin sonunda pasaport ve valiz işlemleri de tamamlanınca Guarulhos Havaalanı’ndan çıktığımızda hava kararmıştı. Kapının önünde müşteri bekleyen taksilerden Brezilya’nın tertipli bir ülke olacağı hissine kapıldım. Nedense havaalanı kapılarından ilk çıktığımda hissettiklerimin o ülkeyi epey iyi tanımladığını düşünürüm.

Servisimize binip otele geldiğimizde saat daha erkendi ama 6 saat fark yüzünden gece yarısıymış gibi hissediyordum. Saat farkından kurtulmakla ilgili duyduklarımdan dolayı etrafı dolaşmadan erkenden yattım ve haliyle sabah oldukça erken uyanarak kahvaltıya indim. Kahvaltı alışkın olduğumuz özellikteydi. Sonrasında diğer arkadaşları beklerken otelin civarında biraz dolandım.

Brezilya’da Portekizce konuşuluyor. Elbette iki şehir görüp de Brezilya’nın genelini tariflemem imkansız ama etraftaki halk Avrupa’lılardan çok da farklı değil. Akşam Rio’ya uçacağımızdan odamızı boşalttık ve herkes toplanınca otobüsümüze binip Sao Paulo turuna başladık.

Sao Paulo bildiğimiz Avrupa şehirlerinden pek farklı değil ve açıkcası pek de turistik değil. Japon mahallesi gibi bazı bölgeleri dolaştıktan sonra şehrin merkezinde adliye binasının yanında otobüsten indik.

Binanın hemen önündeki metro istasyonunun adı semtin de adı olan Se.

Hemen yanında şehrin en büyük katedrali bulunuyor. Oldukça etkileyici bir yapı.

Katedralin önünde ilginç bir şekilde kendi dinine insanları davet eden kişiler vaaz veriyordu. Buralarda normalmiş. İnsanlar da vaaz verenleri dinliyorlar. Hatta turistlere bile anlatmak istiyorlar.

Burada ilginç de bir araçla karşılaştık. Hepimizin bildiği klasik Volkswagen Transporter modeli meğerse Sao Paulo’daki fabrikada 2013 yılına kadar üretilmeye devam edilmiş. Artık sıfırı bulunmasa da etrafta bolca oldukça iyi durumda bulunması çok enteresandı.

Katedralden yürüyerek civardaki tarihi eserlerden olan Solar de Marquesa binasına geçtik. Yarı müze gibi restore edilmiş olan yapıda alışkın olduğumuz tarihi özelliklerden fazla yoktu. Mesela bir kolon başlığını gösterdiler ki pek de etkilenmedik.

Sonrasında biraz ileride Pateo do Colegio denen yerden geçtik.

Burada bir kafenin arka bahçesinde Brezilya’nın zenginliğine en büyük faydayı sunmuş olan kahvenin ağacı ile karşılaşma şansını bulduk.

Sonra sokak aralarına girerek şehrin finans ve alışveriş merkezi olan bölgesine geçtik.

Üstünde seyir terası bulunan ve Sao Paulo’nun en yüksek binası olan Banespa binası da burada. Giriş ücretli ve asansörlerle terasa çıkılıyor.

Buraya kadar hala bu şehirde güzel bir yer vardır diye umarken artık şehrin griliğini tam olarak anlamış olduk. Caddeler geniş ve düzenli ama şehir çok kalabalık ve tekdüze. Seyir terasında camın üstüne önemli binaları işaretlemişler, yüksekliği ve duracağınız yeri iyi tutturursanız biraz anlam ifade edebilir.

Buradan çıkınca tekrar otobüsümüze binip biraz daha dolaştık. Caddelerden geçerken bir şekilde terk edilmiş olan bazı yeni binalarla karşılaştık. Krizler nedeniyle gökdelenlerin bile bu durumda kalmış olması biraz üzücü.

Diğer yandan şehrin lüks semtlerinde binaların etrafı yüksek çitlerle çevrili ve bolca kamera konmuş. Güvenlikle ilgili bir sıkıntıları varmış gibi görünüyor.

Otobüsle önünden geçerken ne kadar görülecekse o kadar görerek opera binasını da gördük.

Aynı şekilde yine otobüsle Luz tren istasyonundan da geçtik. Karşısında büyük bir park olduğundan epey güzel geldi gözümüze.

Biraz daha dolandıktan sonra şehrin en güzel yerlerinden birisi olan Mercado Municipal’e geldik. Bizim sabit pazar dediğimiz binalardan ve epey büyük.

İçeride her türlü yiyeceği bulmak mümkün. Büyük sebze ve meyve tezgahlarıyla dolu geniş koridorları var.

Hiç görmediğimiz meyvelerin üst üste istiflendiği tezgahlar oldukça renkli.

Kasap reyonlarında bolca et mevcut ama asıl ilginç olanı balıkçı tezgahları.

Okyanus kenarında olduğundan buradaki deniz mahsülleri hem çok çeşitli hem de alışkın olduğumuz boyutlardan daha büyük.

Pazarda sadece çiğ yiyecekler satılmıyor, birçok kafe ve büfe de bulunuyor. Biz de bunlardan birinde biraz atıştırdık ve masamızdaki acı sosun markası hepimizin dikkatini çekti. Brezilya’nın ünlü bir markasıymış.

Pazardan çıkınca Sao Paulo’nun en ilgi çekici noktasına geçtik. Futbol denince akla gelen ilk stadyumlardan olan ünlü Pacaembu stadına.

Brezilya için futbolun ne kadar önemli olduğunu anlamak için bu stadyumun altındaki müzeyi gezmek lazım. Dünya kupalarındaki başarılarının altını çizmeleri elbette çok normal.

Ancak aslında futbolun ne kadar hayatlarının içinde olduğunu anlamak için önemli bir yer. Futbol oynamak için nelerin top niyetine kullanıldığını sergilemişler mesela.

Ya da futbol ayakkabılarının gelişimini sergilemişler.

Bugüne kadar tarihe yazılmış bazı istatistiklere de kocaman bir duvarda yer vermişler. Portekizce ama az çok anlaşılıyor.

Ancak bizce müzenin en ilginç yanı futbolu Brezilya’ya getiren kişinin kim olduğunu öğrenmek oldu.

Charles Miller adındaki bu kişi İngiltere’de okurken futbol oynamayı öğrenmiş ve döndükten sonra bu oyunu Breziyla’ya tanıtmış. Hala saygıyla anılıyor ve stadın önündeki parka da ismi verilmiş.

Stadyumu da gezdikten sonra şehrin diğer havaalanı olan Congonhas Havaalanı’na geçip GOL havayollarının kısa bir uçuşuyla akşam üstü Rio’ya doğru yola çıktık.

Sao Paulo ile Rio de Janeiro arası İstanbul ile Ankara kadar bir mesafe. Aynı bizim sık uçuşlarımız gibi bu hat da dünyanın en çok uçulan parkurlarından biriymiş. GOL havayolları bizim Pegasus gibi ucuz ve pratik bir havayolu ve oldukça rahat.

Son söz olarak şunu söyleyelim, Sao Paulo kendi halinde yaşayan kocaman bir şehir. Elbette şehirde yaşayanlar için bol alternatif ve çeşitli etkinlikler vardır ancak turistik olarak pek ilgi çekici değil ve direkt uçuş noktası olmasa rotaya eklemeye değecek bir şehir değil.

Rio de Janeiro

Gelelim Brezilya denince akla ilk gelen şehire. Aynı zamanda gezimizin de en gezmeye değer şehri olan manzaralar şehri Rio’ya. Yine bir havaalanı fotoğrafı ile başlayalım.

Havaalanı deniz üzerine dolguyla yapılmış, bu nedenle epey şehir içi denebilir. Bazılarının adını çok duymuş olduğumuz semtlere taksi ile kaça gidildiğini de bulmuşken fotoğrafladık, belki birinin işine yarar. Real kuruna bakarsınız.

Otelimiz Copacabana’daydı. Yeni bir şehre karanlıkta gelince biraz yönüm şaşıyor, çok anlayamıyorum ama sabah kalkıp da otelin camından dışarıya bakınca nasıl bir yerde olduğumuzu anladım.

Copacabana şehir merkezine en yakın büyük plaj. Sonrasında sırasıyla Ipanema, Lebron ve Sao Conrado geliyor. Copacabana ve Ipanema en çok ismini duyduklarımız. Hepsi birbirine benziyor aslında. Geniş bir plaj, kaldırım, yol ve binalar.

Kordon gibi. Kum oldukça ince ve biraz bulaşıyor. Denize, yani aslında okyanusa da girdik ama pek de keyifli değildi. Hava fazla rüzgarlı olmadığı halde kıyıda dev dalgalar oluşuyor ve kıyıda dursanız çarpıyor, az açığa gitseniz de fazla derin oluyor. Zaten herkes girip, ıslanıp çıkıyor. Pek yüzen yok yani.

Kaldırımın kenarında kumdan heykeller bulunuyor. Bu heykeller yarışma için yapılıyormuş ve seçilenler bir sezon yerinde kalıyormuş.

Yerinde kalmasının faydası da heykeli yapan sanatçının tüm sezon bahşiş toplaması. Fotoğrafını çekerken ya da yakından bakarken yanaşıp bahşiş istiyor. Belli aralıklarla farklı farklı ve oldukça yaratıcı heykeller görebiliyorsunuz.

Plaj bu kadar geniş olduğu için deniz kenarına gidene kadar ayak yanmasın diye yapılmış olan sulanmış yolları da gösterelim. Özellikle çok sıcak aylarda mutlaka çok işe yarıyordur.

Hazır plajlardan başlamışken bir sonraki Ipanema plajından da bahsedelim. Copacobana’dan pek bir farkı yok aslında. Dikkatli bakarsanız aşağıda kıyıda patlayan dalgayı görebilirsiniz.

Ipanema da çok uzun bir plaj. Plaj boyunca bolca futbol ve voleybol sahası bulunuyor. Deniz sert olduğundan olsa gerek deniz sporu yapılan bir bölge göremedik. Aşağıdaki fotoğraf Ipanema’nın devamındaki Leblon bölgesinin sonundan bakış. Aslında tümüne Ipanema da denebilir ama fazla uzun diye sanırım iki bölge farklı isimle anılıyor.

Leblon’dan sonra kayalık bir sahil bölümü var ve sonrasında Sao Conrado plajı geliyor. Burası da diğerlerinden çok farklı değil. Tüm bu plajları birazdan bahsedeciğimiz İsa heykelinin bulunduğu Corcovado tepesinden göreceğiz. Okyanustaki dalgalarla denize giren insanların oranına dikkat.

Buraya kadar geldiyseniz tam karşınızda Rio’nun tepelerinin küçüklerinden diyebileceğimiz ve tepesinden yamaç paraşütü yapılan Gavea’nın eteklerine gelmiş durumdasınız. Küçük dediğimize bakmayın, buralarda orantı biraz şaşıyor, aslında oldukça heybetli bir dağ.

Bu noktadan şehre dönüp biraz sokaklara girelim. Rio’nun merkezi plajlardan yüksek tepelerle ayrılmış, yolların bile bir kısmı tünelden geçerek şehre çıkıyor. Deniz kenarında buldukları tüm düzlükleri doldurmuşlar. Klasik olacak ama burada da anlatmaya büyükçe bir kilisenin önünden başlayalım.

Bu kilise deniz kenarında bulunan denizcilik müzesinin hemen önünde bulunuyor. Müzede de buraların keşfinde kullanılmış gemilere benzer bir geminin örneği bulunuyor.

Bu nokta eski küçük havalimanı ile yeni büyük havalimanı arasında kalan ve yaya bölgesi olarak turizme ayrılmış bölgenin girişinde. Az ileride modern ve enteresan bir yapı olan Amanha Müzesi bulunuyor.

Buradan sonra bizim Karaköy’deki antrepolar bölgesine benzeyen bir bölgeye giriliyor. İçinden tramvay geçen ve restore edilmiş geniş bir alana yayılmış olan bu bölgede eski antrepolardan birinin cephesinde dünyanın en büyük duvar resmi olduğu söylenen Kobra Duvarı bulunuyor. Duvarda dört surat var, yani aşağıda sadece yarısını görüyorsunuz.

Bu bölgelerin yeni turistik etkinliklerin yapılacağı alanlar olarak tasarlanmış olduğu çok açık. Biz de uslu bir turist kafilesi olarak görevimizi yerine getirip fotoğraflarımızı çektikten sonra asıl merak ettiğimiz yerlerden olan Rio Karnavalının yapıldığı Sambadrom’a doğru yola çıkıyoruz. İki tarafında da tribün olan bu uzun yolu karnaval sırasında da görmek lazım belli ki. Çok sessiz ama kim bilir karnavalda ne kadar renkleniyordur.

Bu coğrafyada ünlü stadyumları ziyaret etmeyeni de dövdüklerinden bir de Maracana stadyumuna uğrayıp fotoğraf çekiyoruz. Müzesi olmadığından kapıdan soğuk bir selamlaşma oluyor ama yine de görmedik demeyiz.

Artık şehir içine dalma zamanı geliyor. Sokaklar oldukça kalabalık ve küçük dükkanlarla dolu.

Önce diğer bir turistik nokta olan Selaron merdivenlerine gitmek için otobüsten inip yürümeye başlıyoruz. Sokağa girince renkli bir duvarla karşılaşıyoruz.

Duvarın sonunda merdivene ulaşılıyor. Bu merdivenleri sanatçı Jorge Selaron dünyanın dört bir yanından seramik parçaları toplayarak döşemiş. Fazla renkli ama oldukça eğlenceli bir yer.

Dünyanın her bölgesinden bir detaya sahip olduğu söyleniyor. Biz de kendimizden bazı kısımlar bulduk elbette.

Burası gerçekten görmeye değer bir yer. Burayı görünce artık Rio’nun neden bu kadar sevildiğini anlamaya başlıyorsunuz. Özellikle merdivenlerin hemen altındaki seyyar tezgahlardan bir de Caipirinha alırsanız içiniz iyice ısınmaya başlıyor.

Buradan sonra öğle yemeği için şehir içinde enteresan bir restorana gittik. Yine biraz sokak aralarından yürüdük, ki gördüğünüz gibi buraların da Avrupa şehirlerinden pek bir farkı yok.

Öğle yemeğine gittiğimiz yer aslında bir pastane. Confeiteria Colombo adındaki mekan aynı zamanda üst katında açık büfe yemek sunuyor. İlginç olan ise yemekler değil mekanın güzelliği.

Buradan çıkınca sokak aralarından Carioca meydanına vardık. Ortasında küçük bir saat kulesi, etrafta da seyyar satıcılar. Canlı ve gerçek bir şehir meydanı.

Devam edip bir anayolu takip ettik ve bugüne kadar gördüğüm en enteresan katedrallerden birisi uzaktan göründü. Rio’nun ana katedrali piramit şeklinde yapılmış.

Daha yakından şekli belli olmuyor. İçinden göstermesi daha da zor ama alabildiğim en güzel açıyı paylaşayım. Söylendiğine göre kentin fazla parası olmadığı bir dönemde halka moral vermek için ucuza mal edilmiş ve bence epey de güzel olmuş. Farklı en azından.

Hazır sokaklardayken dikkatimizi çeken bir noktayı daha gösterelim. Biz şehirlerimizde görmeyi unutmuşuz ama Rio’da kablolar hala havadan taşınıyor. Bizde bu kadar kalabalık kablo artık kalmadı, neredeyse tümü yer altına alındığından burada bol kablo görünce dikkatimizi çekti, eskiden bizde de böyleydi dedirtiyor.

Bir de Rio denince hemen akla gelen Favela’lardan bahsedelim. Biz içlerine hiç girmedik, sadece yakınlarından geçerken rehber gösterdi, Avrupa ya da Amerika’dan gelen birisi için çok farklı gelebilir ama bizim coğrafyamızda, özellikle orta doğuda gördüğümüz kalabalık mahallelerden çok da farklı gelmedi bize. Ama elbette güvenlik başka bir mevzudur, büyük konuşmamak lazım.

Bu kadar dolandıktan sonra Brezilya’da et nasıl yenir onu gösterelim. Sunum şekli churrasco diye adlandırılıyor ve masanıza şişlerde farklı farklı etler getiriliyor. Eğer isterseniz hemen orda kesiyorlar ve şeker maşasına benzer aletlerle siz de tutup tabağınıza alıyorsunuz. Genelde yiyebildiğiniz kadar yiyorsunuz. Biz hiç kötü et yemedik, o kadar söyleyeyim.

Gece Copacabana kaldırımlarına da seyyar tezgahlar kuruluyor. Oldukça ucuza hediyelik eşyalar bulunabiliyor. Sağlam bir yemek sonrası biraz yürüyüş iyidir.

Günü bitirirken Brezilya’daki elektrik fişlerinden de bahsedelim. Odalarda aşağıda gördüğünüz gibi fişlerin delikleri içeride kalan bir tipinden bulunuyor. Yanınızda farklı bir tip şarj cihazı bulunuyorsa elektrik almanız zahmetli olabilir. Aklınızda olsun.

Gün içinden bir de hindistan cevizi suyu satan tezgahın fotoğrafını paylaşayım da ertesi güne hazırlanalım. Birçok yerde görebileceğiniz bu tezgahlardan yarım litre ya da bir litre hindistan cevizi suyu alıp kana kana içebilirsiniz. Tabi o kadar içebilirseniz.

Gelelim Rio de Janeiro’nun en güzel kısmına, yani yazının başında kendi uydurduğum manzaralar şehri tanımının sebebine. Şehrin hemen önünde bulunan ve Sugar Loaf denen, asıl adı ise Acucar olan iki tane tepeden başlayalım. Karadan şöyle görünüyor.

Öndeki ilk basık tepe ve arkadaki yüksek olan tepeden oluşuyor. Çok dik kayalık tepeler ve müthiş manzaraya sahipler. Her iki kayalığa da yürüyerek çıkılabiliyormuş ancak biz elbette teleferik kullanarak çıktık. Çok gelen giden var, o nedenle epey büyük bir tesis kurulmuş.

Bilet gişeleri hemen girişte. Gişede kalabalık yok ama sonrasında teleferiğe binişte kuyruk oluyor. Bu fotoğrafları biraz da not almak için çekerim, görüleceği gibi fiyat 80 real. Pek de ucuz değil.

İlk teleferik alçak tepeye çıkıyor. Yavaş yavaş yükseldikçe etrafı anlamaya başlıyorsunuz.

İlk tepe olduka büyük ve ufak mağazalarla restoranlar var. İnsan bir an önce üst kayalığa çıkmak istiyor ama ilk katın manzarası da fena değil. Buradan şehrin havaalanı tarafı görünüyor.

İkinci kuyruğa girip de üst tepeye çıkmaya başladıkça asıl yükseklik duygusu gelmeye başlıyor. Üst tarafın manzarası çok daha geniş ve sol taraftan Copacabana plajı ve devamındaki diğer plajlar da görünüyor.

Yukarıdakine çok benzediği halde aşağıdaki fotoğrafı da paylaşmak istedim çünkü bunda şehrin merkezi ve karşıda birazdan anlatacağım İsa heykeline doğru bakış açısı daha iyi anlaşılıyor. Tam karşıda bulutların içinde kalan tepenin üstünde ünlü İsa heykeli var. Şanslıydık ki biz oraya çıktığımızda hava açıktı.

Üst kayalık daha küçük ve cidden çok yüksek. Burada da kafeler mevcut. İniş zamanı geldiğinde alt kayalıkta biraz daha zaman geçirdik. Burada teleferiğin tarihiyle ilgili bazı bilgileri görebileceğiniz müze kılıklı bir bölge ve helikopterle şehir turu yapabileceğiniz bir stand bulunuyor. Paraya kıyabilenin denemesi gerekir çünkü bence bu şehrin en güzel yanı manzaraları. Burada şansımıza minik Marmoset maymunlarından biriyle karşılaştık. Yakaladığım en temiz pozu aşağıda. Minicik ve sevimli bir hayvan.

Gelelim Rio denince akla gelen ilk sembollerden olan ünlü İsa heykeline. Şehrin dayandığı Corcovado tepesinin üstünde ve tüm şehir ayaklarının altında. Zirveye hem minibüslerle hem de tramvay ile çıkılabiliyor. Elbette biz en turistik model olan tramvayı tercih ettik. Şehrin içinde bir yerden kalkıyor, otobüsle gittiğimiz için nasıl gidildiğini maalesef tarif edemiyorum.

Biletler buradan alınabiliyor. Yine not olsun diye fotoğrafını çektim, adam başı 75 real.

Epey kalabalık ama tramvaylar çok küçük değil. Yukarıya çıkmak da fazla uzun sürmediğinden aşırı bekleme olmuyor. Yine de treni bir müddet bekliyorsunuz. Klasik füniküler modeli karşılıklı iki vagon aynı anda inip çıkıyor.

Çıkarken vagon etraftaki sık ağaçlara sürte sürte gidiyor desem yalan olmaz. Elbette sık kullanılan bir yol ama orman da epey yoğun.

Yolun sonunda zirveye vardığınızda dev gibi Kurtarıcı İsa heykeliyle karşılaşıyorsunuz. Çok yüksek bir heykel, bu nedenle kendiniz de fotoğrafta bulunacaksanız aynı kareye sığdırmak epey zahmetli. Açıkcası etraf bu mükemmel pozu yakalamaya çalışanlarla dolu.

Onun bunun fotoğrafına girmemek için çok dikkatli hareket etmeniz gerekiyor. Heykelin önünde uzunlamasına bir balkon bulunuyor ve en ucundan şehrin manzarası çok güzel görünüyor. Az önce bahsettiğimiz Sugar Loaf kayalıkları da tam karşıda.

Balkonun yan tarafından ise plajlar bölgesini ve alttaki gölü görebileceğiniz yine müthiş bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Tam karşısı Ipanema plajı. Copacabana hafif solda kalıyor.

Burada da dinlenebileceğiniz bir kafe mevcut. İniş ise tekrar sıra bekleyerek tramvayla yapılıyor. Diğer yandan nereden kalkıp nereye indiğini bilmesem de, minibüslerin durağını da görmüşken fotoğrafladım, merak edenler aşağıda görebilirler.

İsa’yı da gördükten sonra Rio’dan anlatacağımız son noktaya geçiyoruz. Burası çok turistik değil çünkü halkın nefes aldığı Tijuca milli parkı ve turistler için ender olarak özel turlar düzenleniyor. Üstü açık eski model jiplerle oldukça havadar olan bu turlardan biriyle sabah erkenden ormana doğru yola çıktık.

Ünlü yağmur ormanlarının içine giren bu yolda yürüyüş yapanlar, koşanlar ve hata bisikletleriyle tırmananlar vardı. Özel araçlar da giriyor ama nedense fazla yoktu.

Epey tırmandıktan sonra bir mola yerinde durduk ve fotoğraf çektik. Bu nokta iyi seçilmiş, tam fotoğraflık. Aşağıda göl, sağda yine Ipanema plajı var ve asıl güzel kısmı soldaki tepenin üstünde İsa heykeli küçücük görünüyor. Hatta en uzakta Sugar Loaf tepeleri bile görünüyor. Gerçek bir Rio de Janeiro manzarası.

Bu fotoğraf haricinde ormanın neye benzediğini hissetmekten başka bir özelliği yok bu parkın. Ama şehrin hemen yanında dev gibi bir oksijen deposu olması şehirde yaşayanlar için çok önemlidir elbette. Buradan ormanın içinde ayrılmış bir bölge olan Floresta’ya doğru hareket ettik.

İçinde bir konak var ve önünde bu özel bölgeyi tarif eden çini haritalı bir çeşmesi var. Oldukça estetik bir yer.

Otoparkın hemen yanında bir de şelale var. Çok yüksek ve çok ihtişamlı değil ama yine de doğanın güzelliği görmeye değer.

Floresta’dan çıktıktan sonra yolda bir noktada jiplerimizden inip ormanın içinde yürümeye başladık. Bu kısım oldukça ilginç bir deneyimdi. Her ne kadar medeniyetten çok uzak değilsek de Güney Amerika yağmur ormanlarının neye benezeyebileceğini bize bir nebze olsun hissettirdi.

Yukarıdaki ağacın ölçeğini fotoğraftan hissetmek biraz zor. Burada boyutlar çok büyük ve devlerin ülkesiymiş gibi hissediliyor. Her şey kocaman. Aşağıdaki resimdeki kişiden ne demek istediğim sanki biraz anlaşılıyor.

Ağaçları bırakın yapraklar bile kocaman. Hava da müthiş nemli ve ağaçların üstü ve yerler sanki sürekli ıslak. Yağmur yağmamış olsa da etraf hep nemli. Kabuğuna parmakla bastırınca sünger gibi su çıkan ağaçlar gibi hiç görmediğimiz değişik türlerle dolu bir yer.

Ormanın içinde milli parkı anlatan müzemsi bir yapı da vardı, orayı da gezdik ama sunumların fotoğrafta anlaşılması zor, o nedenle çok detay verebilir durumda değilim.

Böylece Rio de Janeiro’yu da bitirmiş olduk. Okyanus kıyısı olduğundan ve Copacabana, Ipanema gibi plaj isimlerini çok duymuş olduğumuzdan deniz ağırlıklı olduğunu tahmin edebilirsiniz ama okyanusta yüzmek pek keyifli değil ve bence Rio aslında manzaralarıyla ünlü bir şehir. O tepeden bu tepeye geçip etrafı izlemesi çok keyifli.

Artık havaalanına geçip Arjantin’in başkenti Buenos Aires’e uçma zamanı. Şehirler epey uzak, yaklaşık 3,5 saatlik bir uçuşla gidiliyor. Neredeyse İstanbul’dan Paris’e gider gibi bir mesafe bu. Güney Amerika’da her şey çok büyük sanki.

Buenos Aires

Gelelim Arjantin’e. Brezilya’da söylemeyi atlamışım, konuşulan dil Portekizce idi. Arjantin’de ise İspanyolca konuşuluyor. Dilleri gibi tamamen başka iki ülke. Arjantin tam bir Avrupa ülkesi gibi. Yaşayanlar, sokaklar, binalar, parklar, her şey Avrupa gibi. Sadece tango farklı, onu da flemencoya denk getirsek İspanya’dan pek farkı yok. Şehrin adı ispanyolca güzel havalar anlamına geliyormuş, biz de gittiğimizde hava oldukça güzeldi. Her şehirde verdik, burada da havaalanından merkeze transfer fiyatlarını göstererek başlayalım.

Buraya da gece indik, o nedenle yine nerede ne var kestiremedim. Çok da güvenli bir şehir olduğunu söylediler, o nedenle saat geç olmuş olsa da biraz etrafa bakınmaya çıktım. Otelimiz şehrin merkezindeydi ve ilk caddede karşıma aşağıdaki alışveriş merkezi çıkınca tertipli bir şehre geldiğimi anladım. Etraf da pek sakindi.

Ertesi sabah otobüsümüzle şehri turlamaya başladık. Önce şehrin meydanı olan Mayo Meydanına geldik. Burada başkanlık sarayı olan ve kırmızı ev adını verdikleri Casa Rosada’yı gördük.

Mayo Meydanı yani Plaza de Mayo maalesef tadilattaydı. Aslında rehberimizin söylediğine göre burası protestoların merkezi olduğundan bu tadilatlar olağandan fazla sürüyormuş. İnsan her yerde aynı.

Parkın hemen köşesinde de şehrin katedrali bulunuyordu. Çok abartılı olmayan bir mimarisi var.

İçi de aslında alışkın olduğumuzdan daha alçak tavanlı ama özenli ve bakımlı bir yapı. Sonra dolaşırken başka kiliselerde de gördüğüm kadarıyla Arjantinliler epey dindarlar.

Bu bölgeyi sonradan yürüyerek de dolaştığım için ileride daha çok bahsedeceğim. Şimdi otobüse binip Buenos Aires’e turistik bir anıt kazandırmak için yapıldığını tahmin ettiğim aşağıda gördüğünüz dev metal çiçeğe gitme zamanı.

Floralis Generica ismindeki bu anıt çiçek güneşin doğuşuyla açılıp batarken de kapanıyormuş. Dev gibi bir mekanizma. Gereksiz ama ilginç bir yapı. Aşağıda önündeki panodan aldığım açıklamayı da paylaşayım.

Sonraki durağımız Türkiye Elçiliğinin de bulunduğu lüks Palermo semtiydi. Geniş bulvarları ve alçak evleriyle zenginlerin yaşadığı bu bölge aynı zamanda River Plate takımının stadyumuna da yakın. Zaten River Plate için zenginler takımı diyorlar. Bu arada bu ismin şehrin önünden geçen Plate ırmağının adından geldiğini de söyleyeyim, ileride bu nehirden biraz daha bahsedeceğim. Palermo’nun ise pek bir numarası yok, kenarındaki büyük parkta biraz yürüyüş yaptık.

Çok yeşil alanı olan bir şehir. Bu park da çok bakımlıydı ve rengarenkti. İlginç olan ise parkın ortasındaki dev ağaçtı. Moreton Bay Fig deniyormuş, bir tane de birazdan bahsedeceğim Recoleta mezarlığının girişinde gördük, çok kocaman bir ağaç türü.

Parkı geçtikten sonra yakındaki Recoleta Mezarlığı’na gittik. Burası Avrupa’da bile örneğini az gördüğümüz büyük anıtsal mezarların olduğu özel bir bölge.

Bir de Arjantin için çok önemli bir kişi olan Eva Peron’un mezarı burada. Eva Peron’un uzun bir hikayesi var ve çok önemli bir karakter, ilgilenenler araştırabilir, büyük işler başarmış.

Mezarlık çok büyük değil ve çok bakımlı mezar yapılarından oluşuyor. Oldukça da turistik olmuş, o nedenle epey kalabalık. Ancak arada bakımsız bazı mezarlar da var, öyle ki şu görüntüyü her mezarlıkta göremezsiniz.

Mezarlıktan ayrılınca artık Buenos Aires’in en ünlü yerine gitme zamanı gelmişti. Dünyaca ünlü Boca Juniors takımının stadyumu olan La Bombonera’ya. Semtin limanı olan ve fakirlerin yaşadığı La Boca semtinde bulunan bu stadyuma doğru yola çıktık.

Takımın renkleri sarı ve mavi. Felsefe olarak da bizim Beşiktaş’a çok yakın. Neden böyle yazdığımı ilgilenenler araştırabilir. Stadyumu maç olmayan günlerde bir müze gibi gezilebilir hale getirmişler. Müze girişindeki şu fotoğraf yapının ilginç mimarisini güzel gösteriyor.

Müzeyi gezmek ve stadyumu gezmek iki farklı ücrete tabi. Aşağıda fiyat listesini görebilirsiniz. Ucuz değil ama buraya kadar geldiyseniz kesinlikle görmeye değer.

Unutmayın ki bu stadyum Maradona’nın oynadığı takımın stadyumu. Futbol ile ilgilenenler için çok önemli olayların yaşandığı tarihi bir yer. Tabii ki Maradona haricinde başka ünlü futbolcular da burada oynamış, onları da müzedeki heykelleri ile anıyorlar.

Stadyumun bir tarafında apartman gibi yüksek bir kısım var ve gezmeye bu taraftan başlıyorsunuz. Koridorlarda bir numara yok ama sahayı görünce hoşunuza gidiyor.

Oldukça dik tribünleri olan ve atmosferi futbolcular için çok baskılı olduğu söylenen bir stadyum. Kale arkasında olan ve ayakta maç izlenen kısım oldukça ilginçti.

Bu noktada sahaya basabileceğiniz bir köşe de açmışlar. Tam korner noktasından sahaya girip birkaç metre yürüyebiliyorsunuz. Saha içine ayak basmak da oldukça keyifli bir duygu.

Karşı tribüne geçtiğinizde apartman gibi olan kısmın neye benzediğini daha iyi anlıyorsunuz. Stadyumu daha fazla genişletemedikleri için bu kısım böyle kalmış diye söylediler.

Gelelim futbolcuların soyunma odasına. Bana biraz yapay gelmiş olsa da, Boca Juniors soyunma odası diye aşağıdaki odayı gösteriyorlar, hatta az içeriye girmek için ilave ücret de istiyorlar. Muhtemelen maç günleri biraz revize oluyordur burası.

Son olarak müze kısmında sergilenen kupaları da gösterelim. Bu kısımda eski oyuncuların özel eşyalarından çok özel maç görüntülerine kadar epey zengin bir sunum bulunuyor. Ama Sao Paolo’da gördüğümüz Pacaembu stadının müzesi buradan daha güzeldi, söylemeden geçmeyeyim. Gerçi buranın da stadyumu daha güzel.

Stadyumdan çıkınca hemen yanındaki rengarenk Caminito bölgesine geçtik. Stadyumun turist çekiminden faydalanmak için yapıldığını tahmin ettiğim ve çok da güzel olan bu bölgede evleri rengarenk boyamışlar.

Kabaca üç dört sokaktan oluşan bu bölgede bolca kafe ve restoran açılmış.

Sokak köşelerinde tangocular bekliyor. Dans etmek için değil, sizinle ücreti karşılığı fotoğraf çekinmek için.

Kafelerin yanında bolca da hediyelik eşya dükkanı görüyorsunuz. Hatta küçük pasajlar da bu mağazalarla dolu.

İlginç olan ise, bu bölge aslında limanın kenarında kalıyor ama limandan çok kopuk. Hemen arkadaki limana baktığınızda yan tarafla alakasız olduğunu hissediyorsunuz. Normalde suyun kenarındaki yerleşimlerde suya bakan bir kısmın olmasına alışkın olduğumdan bu bana biraz garip geldi. Gerçi birazdan bu sudan daha çok bahsedeceğim, çok da görsel güzelliği olmadığını söylemek lazım.

Tangonun cazibesi etkili olsa gerek ki bazı restoranlarda masaların bir köşesinde tango yapan kadrolu dansçılar bulunuyordu. Biraz tango ruhunun dışında hissettiriyor ama yine de izlemesi keyifli.

Buraya kadar Arjantin ve et ile ilgili bir şey paylaşmadığımı şimdi farkettim. Sokak arasında gördüğüm şu mangalın fotoğrafını şuraya bırakıp devam edeyim.

Bir de tango mevzusunu bitirelim. Aynı gece ünlü bir tango kulübüne tango izlemeye gittik. Tamamen turistik ve İspanya’daki flemenko şovlarına benzeyen, siz yemek yerken dans gösterisi sunulan La Ventana adında bir yer. Yüksek tavanlı bir bodrum katta hazırlanmış bir sahnesi var.

Gösteri sırasında fotoğraf ve video çekmek kesinlikle yasak ve çok dikkatle kontrol ediyorlar. Ama ben elbette fedakarca bir poz çektim. Buyrunuz. Buradaki kadın dansçılardan birinin Türk olması da ayrıca iginçti.

Şimdi gelelim Buenos Aires ve önünden geçen Plate ırmağına. Haritaya baktığınızda Buenos Aires’i dev bir körfezde ve haliyle okyanus kıyısında gibi görürsünüz. Oysa ki o geniş körfez aslında deniz değil Plate ırmağının denize döküldüğü dev bir delta. Bakın Google Maps de o körfezi ırmak olarak gösteriyor. Daha önce bahsettiğim River Plate takımına adını veren nehir işte bu nehir.

Gerçekten çok ilginç ve gerçekten de şehrin önünde okyanus olmasını beklediğiniz su kahverengi. Maviyi bırakın yeşil bile değil. Bu dev ırmağın nerelerden geldiğini haritadan takip ettiğinizde nasıl bir coğrafyayı denize bağladığını görseniz şaşırırsınız. Biz coğrafya bilgisini atlayıp bu deltanın bildiğimiz deltaya benzeyen kısmında tekneyle yaptığımız Tigre gezisinden bahsedelim, siz de neyden bahsettiğimizi daha iyi anlayın.

Sabah otobüsümüzle Tigre’ye doğru yola çıkıp yarı yolda San Isidro denen bir köye uğradık. Birisi size uğrayalım derse boşa uğramayın, zorla turistik yapılmaya çalışıyor, çok net. Yola devam edip Tigre’ye geldiğimizde ırmak üzerinde tur yapan gezi teknelerinin beklediği bir noktadaydık.

Bu özel tekneler kilometrelerce yayılan delta üzerinde hem ulaşımı sağlıyor hem de turist gezdiriyor. 2 saat kadar aşağıdaki gibi bir ırmak üzerinde gezinip durduk.

Irmağın her iki kenarında da yerleşim var. Her evin bir teknesi var çünkü kara yoluyla ulaşmak mümkün değil. Öyle bir iki kanal olan Amsterdam tarzı bir yerden bahsetmiyoruz, tur sırasında telefondan konuma baktığımda aldığım şu ekran görüntüsü biraz durumu açıklayabilir sizlere.

Yine de oldukça ilginç bir yer. Etrafta çok güzel evler de var, bakımsızlar da. Bir yerden sonra her yer birbirine benzemeye başlıyor ama kesinlikle görmeye değer bir yer.

Irmağın ilerisinde bir restoranda güzel bir yemek yedikten sonra geriye dönüp otobüslerle şehre döndük. Tam bu noktada bir türlü fırsat bulup da gösteremediğim değişik bir detayı paylaşayım da aklımdan çıksın. Buradaki tüm otobüslerin tüm tekerleklerinde aşağıdaki gibi bir düzenek bulunuyor. Ama hepsinde var, sadece eski modellere özel bir durum değil. Ne olduğunu sorduğumda lastiğe hava basan bir ekipman olduğunu öğrendim. Bu kadar zahmete girdiklerine göre çok sık lastik patlıyor olması gerektiğini düşünüyorum. Gerçekten garip.

Evet, böylece şehrin civarını da gezip döndük ve akşam Las Nazaneras isminde muhteşem bir restoranda yemek yedik. Şehirde birçok restoran bu tipte lezzetli etler sunuyor ama yolunuz düşerse burayı da tavsiye ederim.

Hatta genelde sokaktan görünür şekilde aşağıdaki gibi bir düzenekte etleri pişiriyorlar, inanın insan acıksam da tekrar yesem diye düşündüğünden bakmaktan kaçınıyor.

Gelelim Buenos Aires’teki serbest dolaşmalarmıza. Hem Tigre dönüşü akşam üstü, hem de dönüş günümüzde epey dolaşma fırsatı buldum. Önce Tigre dönüşündeki yağmurlu yürüyüşten bahsedeyim. Asıl istikamet otelden biraz yukarıda bulunan ünlü kitapçı El Ateneo’yu görmekti. Burası eski bir opera binasından dönüştürülmüş ve dışarıdan çok bir şey anlaşılmıyor.

Ancak içeriye girdiğinizde çok şaşırıyorsunuz. Kat kat kitapların yerleştirildiği geniş hacim çok etkileyici. Diğer yandan şehirde bu yatırıma değecek kadar kitap okuyucusu olması da dikkate değer elbette.

Buradan geriye dönerken kaldırımın birinde bir tango okulunun reklamına rastladım. Zemine tango adımlarını gösteren bir levha yerleştirmişler. Çok hoşuma gitti, sizinle de paylaşayım.

Sonra bir iki parktan geçip şehrin ortasından geçen kocaman 9 temmuz bulvarına geldim. Toplamda 14-16 şerit gibi bir genişliğe sahip, ortasından da bizim metrobüs gibi özel otobüs hattı geçen bir bulvar.

Bulvarın üstündeki birazdan göstereceğim dikiltaşa giderken sağda büyük opera binasıyla karşılaştım. Teatro Colon ismindeki bu yapı tam bir avrupa şehri yapısı.

Bahsettiğim dikilitaş da az ilerideki iki büyük bulvarın kesiştiği meydanda bulunuyor. Burası özellikle futbol şampiyonluklarında kutlamaların yapıldığı meydanmış.

Buradan şehrin yaya bölgesi olan kısmına geçip mağazaların arasından içerilere girdim. Yeni yağmur yağdığından yerler biraz ıslaktı.

Gelelim dönüş gününde nereleri gezdiğime. Dönüş uçağımız Sao Paulo’da duraklamalı çok uzun bir uçuştu ve gece bir civarı kalkışlıydı. O nedenle sabah kahvaltı sonrası otelden çıkış yapıp valizleri bıraktık ve vurduk kendimizi yollara. Hava da açmıştı ve geniş caddelerden yürümeye başladım.

Caddeler birbirini dik kesen yapıda planlanmış. Blok blok ayrılmış yani. Yukarıda bahsettiğim dikilitaş’a çıkan bir diyagonal cadde koordinasyonu kolaylaştırıyor.

Bu çapraz cadde Obelisk denen dikiltaştan Plaza de Mayo’ya kadar uzanıyor. Bu bölge hem iş merkezi hem de alışveriş bölgesi olduğundan epey kalabalık.

Meydana vardığımda başkanlık binası Casa Rosada’yı daha yakından tekrar görmek için meydanı geçtim. Bu taşların harcına katılan hayvan kanı nedeniyle kırmızı olduğu efsanesi varmış. Yakından daha güzel bir yapı.

Haritadan yakında deniz kenarı ya da ırmak kenarı bulunduğunu görünce o tarafa gitmeye karar verdim. O sırada büyük Merkez Bankası binasının da yanından geçmiş oldum.

Irmak kenarı diye gittiğim yerin aslında bir kanal olduğunu ve bir adayı karadan ayırdığını yanına varınca anladım. Kanal çok genişti ve üzerinde de çok değişik bir köprü vardı. Puente de la Mujer adındaki bu köprü gemilerin geçişi için dönerek açılıyormuş.

Köprüye yaklaşınca az ileride kıyıya bağlı duran eski bir gemi gözüme çarptı.

Öyle sessiz sakin bir yere bağlanmış ki acaba neden burada diye merakımdan yanına kadar gittim. Bir de baktım ki aslında bir müzeymiş.

Presidente Sarmiento adındaki bu eğitim gemisi 1898 yılında denize indirilmiş ve bir çok rotanın yanında toplamda altı kez dünyanın etrafını dönüp 1961’de emekliye ayrılmış.

Kocaman bir güvertesi var ve hem yelkenli hem de motorlu. Ben gezerken de bazı denizcilik öğrencileri sıra halinde bir takım eğitimler alıyorlardı. Giriş ücretliydi ama çok ucuzdu. Geminin bazı subay kamaraları aslına uygun korunmuş.

Eğitim araç gereçleri ve denizci kıyafetlerinin yanında eski dalış ekipmanları da sergileniyor. Zamanınız varsa ve gezecek yer ararsanız uğramanızı tavsiye ederim.

Gemiyi gezdikten sonra merkeze geri döndüm. Artık karnım da acıkmıştı ve kalabalık bir büfede Arjantin’in geleneksel yiyeceklerinden olan Empanada yedim. Çok bir özelliği yok, aslında epey bizim çiğ böreğe benziyor ve yedikten sonra keşke bunun yerine bir yerde güzel bir et yeseydim dedim.

Aslında öncesinde biraz etrafta dolanıp hızlı yenecek başka bir yemek de aramadım değil. Hatta bu arada ilginç bir restoranla da karşılaştım. Bizim esnaf lokantaları gibi ama mağazanın duvarları çepeçevre farklı yemeklerle ve salatalarla dolu. İçeri giren eline boş bir plastik kap alıyor ve açık büfe yemek alır gibi içine yiyecekleri dolduruyor. Kasada hesap kiloyla yapılıyor. Ancak içeride oturup yenecek bir masa yok, herkes yemeğini alıp gidiyor. İlginç.

Yemekten sonra hala zaman kaldığından biraz uzakta bulunan ve az turistik olan, antikacılarıyla meşhur bir sabit pazarı görmeye karar verdim ve yola düştüm.

Merkezden uzaklaşınca sokaklar da biraz değişiyor. Buraya kadar tertipli olan caddeler birden daha alçak bakımsız binalarla dolu sokaklara dönüşüyor. Ama bunu olumsuz anlamda söylemiyorum, hatta buralar daha bile sevimli.

Epey yürüdükten sonra aradığım yapıyı biraz zor da olsa buluyorum. Mercado de San Telmo adındaki bu kapalı pazar neredeyse bir bloğu kaplıyor ve birden çok kapısı var.

İçerisi yüksek tavanlı ve yan yana birçok mağaza ile dolu. Girişe yakın kısımda çok sevimli kafeler var ama hepsi açık değildi. Belki akşamları daha kalabalık oluyordur.

Mağazaların geneli antika eşyalar üzerine çalışıyor. Binlerce gereksiz eşya üst üste yığılmış gibi geliyor ama eminim konuyla ilgili olanlar çok güzel şeyler bulabilirler.

Pasajın bazı bölgeleri daha sessiz ve bu taraflarda kapalı mağazalar da çok. Fazla gelen gidenin olmadığını hissettiriyor. Bolca eski plak bulunduğunu da söyleyeyim, geneli Arjantin müziği olduğundan çok tanıdık sanatçı göremedim ama klasiklerden de bolca vardı.

Buradan dönüşte bir alt sokaktan döndüm ve yol üstünde bir iki antikacı pasajıyla daha karşılaştım. Aşağıda göreceğiniz Feria Pasaje Giuffra’daki mağazalar sanki daha eğlenceli ve renkli geldi bana.

Böylece artık otele dönme ve ekiple buluşup havaalanına gitme vakti geldi. Buenos Aires ile ilgili hislerimi basitçe yazmam gerekirse bildiğimiz Avrupa şehirlerinden bir farkı olmadığı, o nedenle görmek için bu kadar yola ve bu kadar masrafa değmeyeceği olarak özetlenebilir. Keyifli bir ülke ve şehir ama çok bir numarası yok. Bir de elektrik prizleri için kesinlikle adaptör gerekiyor. Brezilya gibi değil.

Dönüşte Buenos Aires’ten kalkıp üç saat kadar sonra Sao Paulo’ya indik. Burada iki saat civarı uçakta bekledik ve yeni yolcuları aldıktan sonra tekrar kalkıp saatler sonra İstanbul’a indik. Uçağa gece binip yine gece inmek oldukça yorucuydu.

Gürkan, Mart 2018

Antalya

Antalya için, Akdeniz’in en güzel şehri desek abartmış olmayız sanırım. Aslında Antalya dendiğinde aklımıza ilk gelen deniz, kumsal, güneş yani yaz tatili olsa da, Antalya hem bir çok uygarlığa ev sahipliği yapmış olduğundan antik kentleri ile, hem de çok nadide tabiatından dolayı inanılmaz çiçek ve bitkileri ile her mevsim görülebilecek bir yer.

Bu eşsiz durumun yabancı turistlerce fark edilmiş olması ve yaz kış bu şehri ziyaret ediyor olmaları tesadüf değil tabi ki.

Ne Gördüm içinde yazını yazacağımız Antalya dışında, bir de 2 ay içinde 3 kez ziyaret ettiğim merkez Antalya ve Alanya Kalesi için şöyle her gittiğimde geliştirebileceğim bir yazı eklemek iyi olur diye düşünerek başladım yazmaya, hayırlısı…

Hadrianus Kapısı (Üç Kapılar ) / Kaleiçi

Antalya’nın merkezi dendiğinde aklınıza gelecek ilk yer, Hadrianus Kapısı olsun. Bu kapı ile girilen Kaleiçi “boşuna gelmemişiz kardeşim” dedirtecektir.

Halk arasında Üç Kapılar denilen kapı muhteşem mimarisi ile M.S. 130 yılında o zamanın Roma İmparatoru Hadrianus adına yapılmış. İki sütunlu cephe ve dört kapı sütun üstünde üç kemeri ile klasik Roma takının muhteşem görünümü ile kralı memnun ettiği kesin.

Bu muhteşem tarihe basarak Kaleiçi’ne giriş yaparken, bu kültürün bir parçası olma hissiyatını yaşıyor insan. Ürkek adımlarla 1900 yıldır burada duran taşlar, ruhunuza işliyor ve bunu hissediyorsunuz. Çiçek açan şehir diye seçilmiş olan Antalya’nın, nadide çiçeklerinin güzelliği ile bu lokasyon birbirini bütünleyebilir.

Kaleiçi cumbalı evleri, kültürel binaları, barları, lokantaları, taş döşeli dar yolları ile yazın kalabalıklığının dışında kışın veya baharda ayrı bir güzel görünüyor. Mevsim itibari ile her yer açık değil ama olan yeterli.  Kaleiçi öyle küçük bir alan değil, genel olarak üç katlı evleri bilenler için Odunpazarı veya Göynük’e benziyor.(belki de oralar buraya benziyordur :))

Kesik Minare’nin çevresi restorasyon halinde ama enteresan bir yapı. Üst bölümünün ahşap olduğu ve bir yangında kül olduğu bilinse veya kuvvetle muhtemel olsa da halk ne diyorsa o, “This is Kesik Minare” :)

Kaleiçi’nin arka kısmı tarihi limana dayanıyor. 2-3 saatlik bir dolaşma için çok güzel bir konum.

Ben 2019 şubat ayında 69,99 TL ye gidiş ve 79,99 TL’ ye dönüş bileti alarak, İstanbul’dan 2 günlüğüne gittim. Kalacak yer için o kadar çok alternatif var ki inanılmaz. Hele bu mevsimde çok ucuza kalabilirsiniz. Kaleiçi’nde bile 80-90 TL’ye pansiyonlar var. Hafta içi yapabiliyorsanız, hava durumunu takip edin şöyle biraz güneşli bir günde 2 günlüğüne gelin.

Ben geldiğimde 70 TL’ye araç kiraladım, zira Alanya’ya gitmem gerekiyordu, sizin için de Konyaaltı ve Düden Şelalesini görmek veya Side’ye gitmek için iyi olabilir. Şuradaki siteden her dönemde uygun fiyatlı kiralama yapabilirsiniz.

Neyse, limana doğru hediyelik eşya satanlar, halı-kilimciler, seramikçiler sizi baya oyalayacaktır. Yazın hepsi açık oluyormuş, şimdi (Şubat) tek tükler.

Eski limana geldiğiniz zaman tarihin içinden geçtiğiniz ve o tarihin şu an bir parçası olduğunuz hissiyatı kuvvetle sizi kuşatıyor. Zira Eduardo Galeano’nun Ve Günler Yürümeye Başladı kitabında dediği gibi “19 Ocak, bugün yarın oldu, dün ise tarih öncesi.”

Kaleiçi’ne kadar gelmişken Oyuncak Müzesi’ni de ziyaret ederek, eski hayatımızın cep telefonlarındaki oyunlardan ne kadar uzak ama eğlenceli olduğunu görebilirsiniz.

Kaleiçi’ni gezmeyi bitirdiğinizde Hadrianus Kapısı tarafı aynı zamanda tramvayın da geçtiği Işıklar Caddesi’ne çıkıyor. Çok uzun bir cadde değil, sahile kadar uzanıyor ve çok güzel diyemeyeceğim ama sevimli bulduğum heykeller var.

Tam kapının karşı tarafı, yani yolun karşısında ise öğretmen evi var.

Aynı zamanda dar sokakları ve cumbalı evleri ile bu taraf da restore edilmeyi bekliyor gibi.

Konyaaltı Plajı

Yaz da olsa kış da olsa fark etmez, hatta kışın daha iyi.  7 km uzunluğunda çok güzel çevre düzenlemesi yapılmış bu çakıl taşlı plajı gezin mutlaka. Denizin sesi ve kokusunu alın. Akşam saatleri ise bir bira için, çay için, kahve için oh miss, yaşamak bu diyeceksiniz.

Burasını benim için muhteşem mertebesine getiren, karşıda karlı dağları izlerken, önümde açık deniz ve dalga sesleri,

tenhalığı ve sessizliği oldu. Gözüm ve ruhum dinlendi.

Gözünüz yer de şöyle bir Tünek Tepe’ye çıkarak, Konyaaltı Plajına tepeden bakalım derseniz, hata etmemiş olursunuz.

Madem geldiniz çıkın tabi. Ben araçla çıktım. Bisiklet yolu buraya kadar çıkıyor, bir de teleferik var dediler. Baktınız yok, bana küfretmeyin, ayaklarınız açılmış oldu :)

Düden Şelalesi

Geldim, gördüm, açıkça söylüyorum, ilk tepkim yazıklar olsun kendime oldu. Yaş oldu 40 şimdi mi geliyorsun diye. O nasıl bir sestir, o nasıl bir görüntüdür. Instagram hesabımızı takip edenler görmüştür. 40 metreden Akdeniz’e dökülen su, büyü gibi. Sakın aman su dökülüyor işte, görmeden gideyim demeyin.

Merkeze 8 km uzakta Lara’da bulunan Aşağı Düden Şelalesi’nin olduğu bölgeye Karpuzkaldıran da deniyor.

Düden Şelalesinin altında balık tutan insanları görüp imrenmemek elde değil ama biz buralı değiliz, ne olur ne olmaz. Bu arada akşam ışıklandırılıyor, o zaman da muhteşem oluyor, bilginize.

Şelalenin tam döküldüğü yerde ahşap bir köprü var. 1 metre ötesinde fırtınalar koparken burası dupdurgun, demek ki fırtına öncesi sessizlik dedikleri şey bu.

Düden çayı boyunca, kafeler var. Buralarda oturup çayın akışını izleyerek, sesini dinleyerek dinlenebilirsiniz.

To be continued demeden önce, yemek için de bir öneri vereyim. Serik’e gelmeden Aksu’da Aslım Şimşek köfte salonunda bir tahinli piyaz ve köfte yedik, yazarken aklıma geldi canım çekti. Köfte, piyaz, salata, ayran ve tatlı masada fix menü olarak duruyor ve 30 TL fiyatı var. Bu arada merkezde de güzel yerler de varmış örnek “Köfteci Ahmet” veya “Kebap 32”, beni Antalya’nın yerlisi bir arkadaş aldı buraya kadar getirdi, dedi budur, evet oymuş. :)

Alanya Kalesi

Antalya’dan 2 saatlik bir araba seyahati ile Alanya’ya geldiğimde hava çok soğuk ve yağışlıydı. Yolda her km’de bir radar olduğundan zaten aheste aheste geldim, bir de iş için geldim falan derken aman Alanya’da bu muymuş? modunda girdim ilçeye.

Gerçi Antalya’dan çıktıktan sonra sol tarafınızda uzanan torosların, kışın karlı tepeleri ile daha da muhteşem hale gelen manzarası yolculuğu olabildiğince güzelleştiriyor.

Aslında yazın bölgenin en güzel sahillerinin uzandığı cıvıl cıvıl bir yer burası. Bölgenin tarihi M.Ö. 20.000’e kadar uzansa da Alanya’nın kuruluş tarihi kesin değil, bilinen ilk adı da Korakesium. Bizans’ta Kalanoros (güzel dağ), Anadolu Selçuklu’da ise hükümdar Allaaddin Keykubat’ın kaleyi alması ile şehrin ismi Alaiye olmuş. 1935 yılında Kenti ziyaret eden Atatürk ise Alanya adını vermiş.

Evet bu tarihsel bilgi yeter isteyenler ve meraklılar yüce bilge google’a sorsunlar. Keyifli detaylar var. Gezdiğiniz şehrin isminin Atatürk tarafından verilmiş olması insanı mutlu ediyor.

Alanya’ya direk uçuş da var aklınızda bulunsun. Fakat geze geze gelmek en güzeli. Arada Side’ye, Manavgat’a uğrarsınız. Antalya – Alanya arasındak tüm kahverengi tabelaları ziyaret edersiniz.

Ben iş için bu mevsimde geldiğimden şehir ile ilgili pek bir fikrim yok. Akşam olunca Kale dikkatimi çekti görmeden gitmeyeyim dedim ve kaleye çıktım. Çıkmak fiili burada tam yerine oturuyor zira baya baya tepe burası. Araçla en tepeye kadar çıkılabiliyor.

6 km boyunca surları olan, 100.000 m2‘lik bir alanı kaplayan bir tarih duruyor önünüzde ve Alanya’ya tam tepeden bakıyor.

Setton Llyod; Alai’yye kitabında Alanya Kalesi’ni 5 bölgeye ayırır. Birinci bölge, bir ucu Kızılkule, diğer ucu Tersane’de olan hilal şeklindedir, ikinci bölge birinci bölgenin üstündeki tepenin eğimli kısmıdır, üçüncü bölge Ehmedek’in bulunduğu ve İçkale’ye kadar uzanan bölgedir, dördüncü bölge İçkale, beşinci bölge ise Cilvarda burnunun dahil olduğu bölgedir.

1-2 saatinizi burası için ayırmanızı tavsiye ediyorum. Kaleye çıkarken çok güzel kafeler var, Alanya’ya bakarak çayınızı kahvenizi yudumlayabilirsiniz. İçki içebileceğiniz, yemek yiyebileceğiniz yerler de mevcut. Seyir için teraslar da kurulmuş. Tarih merakınız varsa zaten uğramalısınız, yoksa da meraklanabilirsiniz…

 

 

Yazının devamına Side Antik Kenti, Perge, Manavgat Şelalesi veya müzeleri eklemek umudu ile …