ck tarafından yazılmış tüm yazılar

Sofya

23 Nisan’da kısa bir tatil bulunca yakın bir yere kaçsak dedik ve ne zamandır aklımızda olan Sofya’ya gitmeye karar verdik. Soğuk bir şehir bulmayı beklerken sıcacık ve yemyeşil bir şehirle karşılaştık. Çok sevdik ve İstanbul’dan rahatça gidebileceğiniz bu şehri size de anlatmak istedik. Bizi bilen bilir, yine kendi aracımızla gittik. Yurtdışına arabayla çıkma konusundan daha önce çok bahsettik, siz yine de yukarıdaki arama kutusundan bulamazsanız şuradan okuyabilirsiniz. Bunu da söyledikten sonra daha önce bahsetmediğimiz Kapıkule sınır kapısından başlayalım.

Ülkemizin en büyük sınır kapılarından olan ve Avrupa’ya ana çıkış yolu olan Kapıkule’den oldukça sakin bir günde çıktık. TEM’den Edirne’ye vardıktan sonra düz devam ederek 20 km sonra sınıra varıyorsunuz. Bizim için rahat bir geçişti ancak son 15 km boyunca bekleyen TIR’lar için durum pek rahat olmasa gerek. Şurada bununla ilgili de kısa bir yorum yaptık. Kapıkule’de yeşil sigorta yaptırabiliyorsunuz ve yurtdışı çıkış pulu alabiliyorsunuz. Kocaman da bir duty free mevcut.

Bulgaristan tarafındaki kapının adı ise Kapitan Andreevo. Oldukça büyük bir kapı. Yunanistan’ın kapısından sonra burası gerçekten çok modern geliyor. Bulgar tarafında duty free mağazası yok, zaten pek gerek de yok, marketler yeterince ucuz.

Bulgaristan’da yol kullanım ücreti için herkes gibi arabanıza bir Vinetka almanız gerekiyor. Bununla ilgili bilgileri Nessebar yazımızda bulabilirsiniz, bir haftalık otomobil etiketi güncelde 15 leva. Hem etiket almak, hem de öğle yemeği yemek için kapıdan sonra otoyola devam etmeyip en yakın kent olan Svilengrad’a girdik. Burada çok memnun kaldığımız yeşillikler içinde bir restoran bulduk. Adı Parka ve basit bir aramayla rahatlıkla bulabilirsiniz. Tavsiye ederiz, öyle ki dönüşte yine geldik ve hatta sırf burası yüzünden bu kente aramızda artık Sevilengrad diyoruz.

Dolar bozduracaksanız Svilengrad’da Sofya’dan daha iyi fiyata bozduklarını da not düşelim. Yemek sonrası otoyola çıkarak yaklaşık 3 saatte Sofya’ya vardık. Bizim gibi sınırda şansınız yaver giderse İstanbul’dan çıkıp 6-7 saatte Sofya’ya varabilirsiniz. Sofya’da Samuil Apartment isimli küçük bir evde kaldık. Şehrin tam merkezinde bulunan bu evde çok rahat ettik. Eskice bir binada ama evin içi çok iyi durumda ve civarda iki tane büyük otopark var. Bulgaristan’da arabanızı gece sokakta bırakmamanız önemli çünkü özellikle Türk plakalı araçlara karşı bir hırsızlık eğilimi olduğu söyleniyor. Tek dairelik bir tesis ama yer bulabilirseniz tavsiye ederiz. Apartmanın sokaktan girişi aşağıda.

Eve akşam üzeri vardığımızdan eşyalarımızı bırakıp dışarıya çıktık. Binanın 50 m yanındaki trafiğe kapalı olan Pirotska sokağına çıktık.

Sakin bir sokak ve üzerinde birçok mağaza bulunuyor. Sokağın başındaki caddeye yaklaştığımızda solda Sofya merkez sabit pazarı binasını gördük. İçini dolaştık, oldukça ferah bir yapı ancak düşündüğümüz kadar kalabalık değildi.

Dışarı çıktığımızda ana cadde üzerinde Sofya’daki Osmanlı izlerinin en güzeli olan Banyabaşı Camii ile karşılaştık. İleride anlatacağımız görkemli kiliselerin yanında bu caminin ağırbaşlı bir güzelliği var.

Caminin üzerinde bulunduğu cadde Sofya’nın tipik bir bulvarı gibiydi. Troleybüsü, büyük binaları, indirim mağazaları, kebapçısı, ara sokakta arap mahallesi, yan tarafta Sinagogu ile burası şehrin yerli yaşamını ifade eden bir bölge gibi geldi bize.

Caddede biraz yürüdükten sonra eve arka sokaklardan dönmeye karar verdik ve karşımıza Zhenski Pazar ya da diğer adıyla kadınlar pazarı çıktı.

Eskiden Banyabaşı caminin önündeki meydanda kurulan bu pazar oradaki antik kazılar başlayınca buraya taşınmış ve sabit hale gelmiş. Kadınlar pazarı da denen markette her gün taze sebze ve diğer yiyecekler satılıyor.

Açıkcası satılan ürünler çok ilginç değiller ancak hoş bir atmosferi var. Yeterince zamanınız varsa uğrayabilirsiniz veya bizim gibi evde kalıyorsanız kahvaltı için taze sebze almaya gelebilirsiniz. Bize değişik gelen bir yiyecek ise aşağıda gördüğünüz kızarmış balıklar. Çerez niyetine yenen bu balıkların en çok tercih edileni en sağda gördüğünüz ve tsatsa diye okunan hamsiymiş.

Böylece akşam oldu ve biz de şehrin bu eski bölgesini gezmeyi tamamlamış olduk. Sofya’nın asıl turistik yerlerine de ertesi gün gittik. Anlatmaya başlamadan önce rotamızı kısaca aşağıdaki haritada özetleyelim.

Gezimize şehrin en alçak gönüllü kiliselerinden olan Sveta Nedelya’dan başladık. Pazar sabahı olduğundan içeride kalabalık bir ayin vardı.

Bu kilise şehrin en ünlü bulvarı olan Vitosha bulvarının başlangıcında. İsmini Sofya’nın sırtını dayadığı büyük Vitosha dağından alan bu bulvardan dönüşte geçeceğiz, şimdilik dağa doğru baktığınızdaki görünüşünü gösterip yolumuza devam edelim. Karşıdaki zirvesinde kar olan büyük dağ Vitosha.

Kilisenin hemen yanındaki sokağa devam edince binalarla çevrilmiş olan ünlü Rotunda St. George ile karşılaşıyorsunuz. Sofya’daki en eski yapı olduğu söylenen yapının etrafındaki binalar pek sevimli değil ama bir köşesinin devlet başkanlığı olması verilen önemi gösteriyor.

Binaların arasından geçip diğer tarafa çıktık ve az ileride sağda şahane bir parkla karşılaştık. Sofya Şehir Bahçesi adındaki bu park çok güzeldi. Zaten Sofya çok yeşil bir şehir ve neredeyse her yerde güzel parklar var.

Parkın içinde pazar gezmesine çıkan aileler ve canlı müzik yapan bir grup vardı. Etrafta çocuklar dans ediyordu. Hatırladıkça insanın tekrar gidesi geliyor. Bahçenin bir kenarında da Bulgar Milli Tiyatrosu binası var.

Bu güzel yapı bir buluşma noktası olmuş. Önündeki havuz ve bahsettiğimiz güzel bahçenin kenarındaki kafelerde oturan aileler ve etrafta oynayan çocuklar unutulmaz.

Buradan çıkınca ana cadde üstündeki adını çok duyduğumuz Ulusal Doğa Tarihi Müzesi’ne girdik. Açıkcası bahçelerde gezerken müzeye girmek zor geliyor ama bu müze çok enteresan. Kuşlar, balıklar, ayılar, aslanlar, geyikler ve hatta penguenler derken neredeyse tüm vahşi hayvanlar doldurulmuş halde sergileniyor. Zaman yaratıp ziyaret etmenizi tavsiye ederiz. Özellikle yanınızda çocuğunuz varsa emin olun hayvanat bahçesinden daha güzel.

Müzeden çıkınca az ilerideki Sveti Nikolay kilisesinin önüne çıktık. Rus kilisesi de denen bu yapı diğer kiliselerden çok farklı.

Buradan az ileride soldaki tepenin üstünde ise Sofya’nın en ünlü katedrali olan Alexander Nevski Katedrali bulunuyor.

Dışarıdan oldukça ihtişamlı görünen katedralin içi o kadar etkileyici değil. Güzel bir yapı ama alıştığımız aşırı ihtişamlı katedraller gibi değil ve ortada oturacak banklar yerine açık bir alan var. Girişte fotoğraf çekmek için 10 leva ödemeniz gerekiyor gibi bir not vardı ama kimsenin para verdiğini görmedim.

1904’e inşaatına başlanan yapı 1916’da tamamlanmış ve 1924’de kullanıma açılmış. Asıl güzelliği yan taraftan belli olan yapıyı çok sayıda turist ziyaret ediyor.

Buradan da çıkınca biraz yorulmuş gibiydik ama şehrin en büyük parkı olan Borisova parkına çok da uzak olmadığımızı görünce o tarafa gitmeye karar verdik.

Yukarıda gördüğünüz güzel caddeden yürüyerek parka doğru giderken yol üzerindeki bir başka küçük parkın önünde uzun bir kuyrukla karşılaştık. Nedir diye merakla baktığımızda insanların ellerinde biriktirdikleri pet şişeleri geri dönüşüme getirdiklerini anladık.

Bu uzun kuyruğu bekleyenler ellerindeki pet şişeleri görevlilere tarttırıyorlar ve aldıkları fişlerle yandaki çadırdan ücretsiz kitap alıyorlardı. Kitap almak için bu kadar çabaya giren herkese hayran hayran bakarak yolumuza devam ettik ve Kartal Köprüsü’ne geldik.

Şehrin eski giriş kapılarından biri olan bu köprü Bulgar özgürlük tarihinde önemli bir role sahipmiş. Köprüden hemen sonra da Borisova parkına geldik.

O kadar büyük bir park ki Sofya haritasında ciddi bir yer kaplıyor ve içinde iki tane stadyum var. Parkın içindeki çocuk parkı dev gibi ve aynı oyuncaklardan 4-5 set bulunuyor. Etraf oynayan çocuklar ve onları izleyen ebeveynlerle dolu. Oldukça renkli bir alan.

Parktaki sayısız ağacın altında dolaşmak çok keyifli. Aşağıdaki ağaç da bu güzelliklerden birisi.

Parktan çıkınca çok da uzakta olmayan Vitosha Bulvarına gittik. Birçok kafe, restoran ve mağazayla dolu olan bu bulvar için Sofya’nın en güzel caddesi diyorlar.

Bulvar epey uzun ve araç trafiğine kapalı. Oldukça yeşil olan yolun sonunda ise güne başlangıç noktamız olan Sveta Nedelya kilisesi bulunuyor.

Böylece yaya şehir turumuzu tamamlamış olduk. Öğlende bulvarın arka sokağında Made in Home isimli bir yerde de öyle bir yemek yedik ki sormayın gitsin, tek kelimeyle muhteşemdi.

Yorgunluğumuzu atmak için eve dönüp biraz dinlendikten sonra arabamıza atlayıp Vitosha dağı eteklerindeki UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan Boyana kilisesini görmeye gittik. 11. yüzyıldan kalma kısımları da olan bu kiliseyi maalesef gezemedik çünkü saat geç olmuştu. Sadece bahçesinin etrafından dolaşıp bir fotoğrafını çekebildik. Vitosha eteklerinde de biraz dolaştık, zamanımız kalmadığı için tepeye çıkamadık ama aşağıda bile yeterince yeşillik gördük.

Geniş bulvarları, büyük parkları, güzel kiliseleri ve bol yeşilliği olan Sofya, özellikle çocuklu aileler için zevkle zaman geçirilecek bir şehir. Küçük bir kaçamak için ideal mesafede ve güzellikte.

Ceren, Nisan 2018

Sokakağzı | Assos

Çok duyduğumuz ama uzak olduğu için bir türlü yolumuzu düşüremediğimiz Sokakağzı koyuna sonunda gidebildik. Kısacık bir hafta sonu gezisi olsa da bu koyun güzelliğini anlayabildik.

Ayvacık ya da Küçükkuyu üzerinden Assos’a gelmeyi nasılsa bulursunuz, biz sonrasını anlatalım. Assos’a inmek için Behram’da geçeceğiniz son kavşaktan batıya doğru devam ederseniz Sokakağzı’na varabilirsiniz. 12 km kadar ileride Balabanlı köyünden güneye döndüğünüzde güzel bir yerler göreceğinizi anlamaya başlıyorsunuz.

Sokakagzi-Yol

Aslında Sokakağzı koyu dediğimiz yer bu geniş koyun batı tarafı. Doğu tarafı ise Sivrice koyu. Bizim geldiğimiz yol Sivrice tarafına iniyor, yaklaştıkça bu tarafı yukarıdan görüyorsunuz.

Sokakagzi-Sivrice

İleride Yunanistan’ın Midilli adası ve arada masmavi Ege Denizi muhteşem görünüyor. Biraz daha ilerleyince sağda Sokakağzı koyu da önünüze seriliyor.

Sokakagzi-Sokakagzi

Deniz kenarına indiğimizde iskelelerle karşılaştık. Genelde deniz kenarı taşlık ya da kayalık bile olsa bu tip iskelelerden denize girmeye pek alışkın olmadığımızdan olsa gerek, Sivrice tarafı pek hoşumuza gitmedi.

Sokakagzi-Sivrice-Deniz

Denizi solumuza alıp Sokakağzı’na doğru devam ettik. Sokakağzı sahili eskiden tüm sahil köylerinde gördüğümüz gibi bir mahalle havasında.

Sokakagzi-Sahil1

Uzun zamandır bu kadar sakin bir deniz kenarı ile karşılaşmamış olmanın verdiği sevinçle pansiyonumuza yerleştik. Bir gece kaldığımız Kayalı Pansiyon çok basit ve donanımsızdı. Aslında tüm Sokakağzı böyle. Ancak yataklar ve oda tertemizdi. Küçük de olsa çok rahat ettik.

Sokakagzi-Pansiyon

Sokakağzı’nın denizi gerçekten çok temiz ve çok berrak. Kıyı ve denizin dibi kum. Çok çabuk derinleşmese de keyifli bir derinliğe ulaşan, ılık ve çok güzel bir deniz. Kıyıda bolca şezlong bulunuyor ve kumsal oldukça dar.

Sokakagzi-Sahil2

Akşama kadar denize girdikten sonra sahilde yürüyüş yaparak yemek yiyecek bir yer aradık. Sahilin sol tarafında küçük bir balıkçı barınağı bulunuyor.

Sokakagzi-Liman

Barınağın girişindeki balıkçıya oturup taze deniz balıkları, lezzetli bir salata, mezeler ve şahane kalamar yedik. Bu arada gün de bitti ve denizin üzerindeki iskelemizde güzel bir manzara bize eşlik etti.

Sokakagzi-Yemek

Yemekten sonra sahildeki parkta bir köy düğününü izledik, pek eğleniyorlardı. Akşam sahil daha da keyifli oluyor. Koyun diğer tarafındaki dondurmacıdan lezzetli dondurmalarımızı alıp yol kenarındaki sandalyelerde dinlendik.

Sokakagzi-Gece

Daha sonra sahildeki şezlonglara uzanıp mehtaplı bu gecede Midilli Adası’na karşı dalga seslerini dinledik.

Sokakagzi-Gece2

Odamızda bize dalga seslerinin eşlik edeceği güzel bir uyku dilerken, maalesef yandaki tesisin saygısız işletmecileri ve şarkılar söyleyen müşterileri saat gece 2’ye kadar bol gürültü yaptıklarından pek güzel uyuyamadık. Ancak ertesi gün yine şahane bir güne uyandık ve öğleden sonraya kadar denize girip sonrasında İstanbul’a doğru yola çıktık.

Bol müzikli tesisten uzak olmak kaydıyla buraya kesinlikle tekrar geleceğiz.

Ceren, Ağustos 2015

 

Paris

“Paris’i mutlaka görmelisin.” diyen kocama, çok hevesli olmasam da “tamam” dedim. Romantizmin, aşkın ve başka bilimum duyguların şehri olarak lanse edilen Paris, görmek istediğim şehirlerin başında gelmiyordu. Ne kadar yanıldığımı ise görünce anladım.

Aslında bu yaz yeterince gezmiştik ve bir yere daha gitmeyi düşünmüyorduk. Ta ki emektar fotoğraf makinelerimizin yerine yeni bir tane almaya karar verene kadar. Benim bayıldığım, kocamın ise çekimser kaldığı Samsung NX Mini fotoğraf makinesi, satın alan her çifte ücretsiz Avrupa uçak bileti veriyordu. Hazır makineyi yenilemişken, bir de uçak bileti kazanmak bize cazip geldi. Makineyi aldık, büyük disiplin gerektiren tüm prosedürleri yerine getirdik, ama maalesef Samsung’un bu işi devrettiği beceriksiz ajans nedeniyle uçak bileti hakkımızı kullanamadık. Hikayesi uzun ve burası yeri değil ama insan kendini cidden kazıklanmış hissediyor. Özetle, promosyon olarak 13 TL’lik Paris bileti yerine 7 TL’lik Viyana bileti vermekte ısrarcı oldukları için, (rakamlarda hata yok, 13 ve 7 TL), Samsung’un kulaklarını biraz çınlatarak parayı bastırıp Paris biletimizi kendimiz aldık. Vergileri zaten biz ödeyecektik, gerçekten iki kişi 13 TL ve vergileri ödeyerek Sabiha Gökçen’den gidip geldik.

Cuma öğlen 12:15’de kalkan THY uçağı ile Paris Charles De Gaulle havaalanına 15:00 civarı indik. THY, Terminal 1’e iniyor. Bu terminal, ortada merkezi bir blok ile çevresinde bağlanmış uydu kapılar şeklinde. Enteresan bir yapı. Değişik kapılardan gelen yolcular tüplerden geçerek merkezde birleşiyor.

Paris-CDG Terminal 1

Havaalanında ücretsiz kablosuz internet var. Bağlandığınızda sizden isminizi, yaşınızı, e-mail adresinizi soruyor ve kolayca bağlanıyorsunuz. Gerçi sonradan Küba’ya transferi sırasında 6 saatini burada geçiren Barış ücretsiz internetin 30 dakika sürdüğünü söyledi ama bizde kesinti olmadı. İşe yarayan bir hizmet.

Charles De Gaulle havaalanı Paris’in epey dışında. Havaalanı ile şehir arasında hem otobüs hem de tren servisi var. Otobüslere Roissy Bus diyorlar, Opera’ya kadar gidiyor. Tren ise havaalanından çıkarken bir durakta duruyor, sonra Gare du Nord’a kadar durmuyor. Buradan sonrasında RER-B hattı gibi devam ediyor. Metro’ya ulaştıktan sonrası zaten kolay.

Tabi böyle yazması kolay ama bunların hiçbiri Gürkan olmasa benim bulabileceğim şeyler değildi. Terminal 1’den çıkarken, tren işareti yönlendirmelerini takip ederek küçük bir trene geliniyor. Bu küçük tren, diğer terminaller, otoparklar ve tren istasyonu arasında ücretsiz olarak sürekli gidip geliyor. Tren istasyonuna gelince Paris’e gitmek için tren bileti almak gerekiyor. Gişelerde görevliler var ama biz hep kredi kartı ile makineden bilet aldık. Bilet almak gayet kolay, İngilizce dil seçeneğini seçtikten sonra Paris – Airport CDG seçeneğini seçip, kişi sayısı seçip, kredi kartını yerleştirip, kart şifresini girerek hızlıca bilet alınıyor. Bu istasyondan Paris’e giden trenin hattını bulmak da çok kolay, yönlendirme tabelaları açık ve net. Bilet ücreti kişi başı 9,5 €. Bu biletle metroya da aktarma yapıp Paris içinde istediğiniz noktaya kadar gidebiliyorsunuz.

Havaalanı ile Gare du Nord arası yaklaşık 40 dakika sürüyor. Yolculuk sırasında şehrin dışındaki tek katlı evlerden oluşan mahallelerin arasından geçiliyor. Biz giderken trende bahşiş toplamak için akordeon ile müzik yapan birileri vardı. Bu müzik, insanı Fransa havasına sokuyor.

Gare du Nord, Paris’in kuzey tren garı. Trenden inince bir anda koşuşturan insanlar, her yöne bir sürü tabela ve bir çok yol ile karşılaştık. Aksi gibi yürüyen merdiven de bulamadık ve valizlerimizi taşımak zorunda kaldık. Otelimize varmak için önce M4’e, sonra M8’e olmak üzere 2 metro aktarması yapmamız gerekti. Diğer metro istasyonları bu kadar kalabalık değildi ama elimizde valizlerle epey yorulduk. Havaalanından çıktıktan yaklaşık bir saat sonra otelimize varmıştık.

Vardığımızda umduğumuzdan çok daha kötü bir otel ile karşılaştık. Otelde hiç zaman geçirmeden, valizleri bırakıp kendimizi dışarıya attık. Bu nedenle otel ile ilgili düşüncelerimi da daha sonra anlatacağım.

Saat 17:00 gibi otelden çıktık. Uçak ve trenden sonra hiç yeraltına inmek istemediğimizden yürümeye başladık. Gürkan güzel bir rota çizdi. Aslında hep yürümeyi planlamamıştık ama sonuçta öyle oldu, gecenin sonuna kadar gittiğimiz yerleri aşağıdaki haritada göstereyim, takibi kolay olsun.

Paris-Ilk gun rota

Otelden kısa bir yürüyüşle Opera Binası’na geldik. Yol boyunca çeşitli mağazalar ve cafelerde oturan insanlar vardı. Özellikle de bisikletin yoğun kullanımı dikkat çekiciydi.

Opera binası çok güzel bir bina. Paris’in ihtişamlı binalarından ilk olarak bu binayı gördüğüm için çok hoşuma gitti. Üzerine ünlü bestecilerin büstlerini ve yaşadıkları tarihleri yazmışlar.

Burası bir nevi şehir sakinlerinin buluşma noktası olmuş gibiydi. Merdivenlerde ve bina önünde bekleyen, toplanan bir çok kişi vardı. Binayı daha yakından görmek için sol tarafından yürümeye devam ettik. Her yönü ile çok etkileyici bir yapı. Opera’nın arkasına geçince Haussmann Bulvarı’na geldik ve yanyana duran Lafayette ve Printemps mağazalarını gördük.

Noel yaklaşmakta olduğundan, mağazaların cepheleri rengarenk süslenmişti. Bu bölgede en pahalı markaların ışıl ışıl mağazaları var. Vitrinlerdeki fiyatları görünce buralarda zaman geçirmek anlamsız geldi ve yolumuza devam ettik. Cuma akşamı kalabalığı arasında Concorde Meydanı’na ulaşacak şekilde yürümeye başladık. Karşımıza La Madeleine Kilisesi çıktı.

Dışarıdan hiç de kilise gibi görünmeyen bu yapıyı, ordusunun büyüklüğünü gösteren bir zafer tapınağı olarak Napolyon yaptırmış. Fakat Zafer Takı bu işlevi yeterince yerine getirdiğinden, sonraki yönetim bu yapıyı kiliseye çevirmiş. Gerçekten içine girdiğinizde bambaşka bir yüzü ile karşılaşıyorsunuz.

Yüksek tavanlı, geniş ve ferah bir kilise burası. Ön kapıya gelmeden önce yan kapıdan girip koridorlarında biraz dolaştığımızdan, arka odalarında müzik çalışmaları yapan birileri olduğunu gördük. Cesaret edip de açmadığımız bir kapı oysa ki kilisenin içine açılıyormuş. Yine de iyi yapmışız çünkü ana giriş kapısı çok güzel işlemelere sahip.

Medeleine Kilisesi’nin karşısındaki caddenin sonuna yürüyerek Concorde Meydanı’na vardık. Meydana çıktığımızda aşağıdaki gözalıcı çeşme ile karşılaştık.

Meydanın ortasında Luxor Dikilitaşı ve iki yanında da iki çeşme bulunuyor. Bu dikilitaş, II. Ramses’in tapınağından getirilmiş. Meydana çıktığımızda Eyfel Kulesi de uzaktan bize kendini ilk kez gösterdi.

Paris’in en büyük meydanı olan Concorde Meydanı, 1754 yılında Kral XI. Louis’in heykelini sergilemek için oluşturulmuş. Fakat Fransız devrimi sırasında heykelin yerine koyulan giyotin ile Kral XVI. Louis ve eşi Kraliçe Marie-Antoinette dahil 2.800’den fazla kişi bu meydanda öldürülmüş. Dikilitaş’ın hizasından, ihtişamlı Champs-Elysees yani bizim bildiğimiz adıyla Şanzelize bulvarı başlıyor, uzakta Zafer Takına kadar devam ediyor.

Şanzelize’nin başlangıcına Noel için bir sokak pazarı kurulmuş. Burada gördüğümüz mutlu, rahat ve huzurlu insanlarla bir arada olmak, etrafta gülen ve eğlenen yüzler görmek dahi Paris’e gelmek için yeterli bir sebep olsa gerek. Burada biraz zaman geçirdik ve ağaçların arasına kurulmuş pistteki buz pateni gösterisini izledik. Sonradan tekrar geldiğimiz bu alanı ileride daha detaylı anlatacağım.

Biraz dinlendikten ve birer bardak sıcak şarap içtikten sonra yürümeye devam ettik. Park bitip binaların başladığı noktada Grand Palais bulunuyor. Bu muhteşem yapı hem müze hem de gösteri ve sergi alanı olarak kullanılıyor.

Bulvar boyunca ünlü mağazalar ve Fransız markalar başta olmak üzere otomobil showroomları bulunuyor. Trafik ışıklarından geçerken tam ortada durup karşıda görünen Zafer Takı’nın fotoğrafını çekmek, tüm turistlerin yaptığı bir ritüel sanki.

Kalabalık bulvardaki ışıl ışıl mağazalara ve güzel binalara bakarak boylu boyunca yürüdük ve ünlü Arc de Triomphe’a vardık. Daha önce bir çok fotoğrafını görmüş olduğum bu yapıların ihtişamını gözlerimle gördüğümde anladım. Fotoğraflar bu hissi vermiyormuş.

Yapımı 30 yıl sürmüş olan bu tak, gerçekten kocaman. Her tarafını kabartmalar ve heykeller süslüyor. Tam ortasında hiç sönmeyen bir ateş var. Bu ateş, iki dünya savaşı sırasında ölen ve kimliği belirlenememiş olan askerler anısına yanıyormuş. Biz çıkmadık ama en üst katı ziyarete açık ve asansörle çıkılabiliyor.

İlk günden bu kadar yürümek Paris’i epey hissetmemi sağladı. Aslında Eyfel’e de gitmek istiyorduk ama yorgunduk ve otele dönmek istiyorduk. Paris’in güzel bir yanı, herhangi bir noktada metro’ya ulaşmak için en fazla 500 m kadar yürümeniz gerekiyor. En yakın metroya inerek otele gitmek için hangi hatları kullanmamız gerektiğine baktık. Bir çok kişiye karmaşık gelse de, aslında Paris metrosunu kullanmak gayet basit. Yeter ki hangi durakta olduğunuzu ve hangi durağa gideceğinizi bilin. Gitmeden önce Paris Metro Haritası‘nı indirebilirsiniz, ya da metro duraklarında görebilirsiniz.

Paris’te 1 ile 14 arasında numaralanmış 14 metro hattı ve A, B, C ve D olarak adlandırılmış 4 adet banliyo (RER) hattı var. Binmeniz gereken metro hattının önce numarasını öğrenmeniz gerekiyor. Sonra harita üzerinden o hattın son istasyon isimlerine bakmanız gerekiyor. Yer altında yön belirtmek mümkün olmadığından, hattın gideceğiniz yöndeki son istasyonuna giden trene binmeniz gerekiyor. Mesela, 1 numaralı hattın son istasyonları “Grande Arche de La Defense” ve “Chateau de Vincennes”. Eğer Zafer Takı’ndan Louvre Müzesi’ne doğru gidiyorsanız, “M1-Chateau de Vİncennes” yazan tabelayı takip etmeniz gerekiyor. Aşağıdaki resimde gördüğünüz gibi, birden çok metro hattının kesiştiği istasyonların koridorlarında tabelaları iyi takip etmek için gideceğiniz yönün numarasını ve adını baştan belirlemeniz çok önemli.

Metro biletini istasyondaki makineden kredi kartı ile aldık. Paris’te metroya çok binmeniz gerektiğinden, bir, iki, üç ve beş günlük Paris Visite adı verilen sınırsız metro biletleri var. Ancak bizim gibi yürümeyi seviyorsanız ve zamanınızı yer altında geçirmek istemiyorsanız, standart metro bileti de alabilirsiniz. Bir kullanımlık bilet 1,70 €. On tane metro biletini ise 13,70 €’ya alabiliyorsunuz. Biz iki defa 10’luk bilet alarak seyahatimizi tamamladık. Bu bileti de makineden seçerek rahatça alabiliyorsunuz ama az da olsa İngilizce bilmeniz gerekecektir.

Otelimize girmeden önce gece 10’a kadar açık olan bir Carrefour Mini marketine uğradık ve su aldık. Seyahatimiz sırasında bir çok su markası test ettiğimizden, bizim ağız tadımıza en uygun su markasının Volvic olduğunu söyleyebiliriz. Neredeyse en ucuz su olan Cristaline de fena değil ama Volvic daha iyi. Hatta limonlu su olan Volvic Zest de çok güzel, mutlaka deneyin. Buraya su şişesi resmi koymak çok mantıklı gelmese de, aklınızda kalsın diye koyuyorum.

Paris-Volvic-Bize uygun su markasi

Sıra geldi otelden bahsetmeye. Kazara siz de gitmeyin diye otelin adını yazmak istiyorum, Hotel des Boulevards. Seyahatimizden iki ay önce booking.com‘dan rezervasyon yapmıştık. Aslında Paris merkezine yakın uygun fiyatlı oteller arasında gecelik kahvaltı dahil 85 € oda fiyatı veren tek yer burasıydı. Bizi yanıltanın ise kahvaltı dahil demesi olduğunu ertesi sabah anladık. Kahvaltı dedikleri, bir bardak çay ya da kahve, yarım baton ekmek, bir tereyağı ve bir reçel. Hani şu plastik kutuda olanlardan. Hem de kahvaltıyı otelin resepsiyonunda, alçak bir masada, toplam 6 kişinin sıkışarak oturabileceği küçücük bir yerde veriyorlar. İlk sabahtan sonra marketten krem peynir alarak kahvaltımızı zenginleştirsek de, küçük otel ve kahvaltı kelimelerinin Paris için bir arada yazılmaması gerektiğini düşünüyoruz.

Otelin daracık koridorları, asansörü olmaması, incecik alçıpan duvarlarla ayrılmış odaları, bir buçuk kişilik olan ama çift kişilik denen yatağı, yuvarlak sosis gibi saçma sapan yastığı, normal yastık istediğimizde sadece bir tane bulabilmeleri, valizi açacak kadar genişliğe bile sahip olamayan küçüklüğü gibi tümü huzur bozan, rahat kaçıran berbat özellikleri de cabası.

İyi yanı ise, tüm otel misafirlerinin aklı başında, sessiz, güler yüzlü ve saygılı insanlar olmasıydı. Bundan olsa gerek pek gürültü duymadık. Diğer yandan temiz bir oteldi, her gün odamız temizlendi, tuvaleti küçük ama kullanışlıydı ve duşunda bol sıcak suyu vardı. Zaten her gece kilometrelerce yürüyüp bezgin bir halde otele döndüğümüzden, bebekler gibi uyuduk.

İkinci güne Eyfel Kulesi’nden başladık. Fransa’ya beş yıllığına öğretmen olarak atanan ve Le Mans’da yaşayan sevgili dostumuz Caner ile Eyfel Kulesinde buluşmaya karar vermiştik. O, sabah hızlı tren ile Paris’e geldi, biz de metroyla gittik. Eyfel’e yakın birkaç metro istasyonu olsa da, en güzel manzaraya sahip olduğu için ve aktarmasız gidebildiğimiz için M9 ile Trocadero istasyonuna gittik. İstasyondan çıktığımızda Eyfel kulesi tüm ihtişamıyla karşımızda duruyordu.

Paris-Eyfel-1

Trocadero tarafından Eyfel’e gitmek, kulenin en güzel manzaralarından birini görmek demek. Seine nehri üzerindeki köprüden geçerken, kuleye yaklaştıkça büyüklüğünü anlamaya başlıyorsunuz.

Kulenin altına geldiğinizde ise gerçekten kendinizi ufacık hissediyorsunuz.

Kuleye çıkmak için dört ayakta dört imkan var. Birisinde sadece merdiven varken, bir diğeri internetten randevulu bilet alanlara ayrılmış ve asansörlü. Biz Caner’le buluştuktan sonra diğer asansörlü olan ayağa gittik. Kasım ayında yağmurlu ve sisli bir cumartesi sabahı saat 10’da gittiğimizden kuyruk yok denecek kadar azdı. Gürkan’ın dediğine göre yaz mevsiminde kuyrukta bir iki saat geçirmek mümkünmüş.

Bileti kapıdan alabiliyorsunuz. Giderken çantanızda kesici alet ve cam şişe olmadığına dikkat edin, sıkı kontrol var. İki tip bilet var. İkinci kata kadar çıkabileceğiniz bilet kişi başı 9 €. En üst kata da çıkabileceğiniz bilet ise kişi başı 15 €. Kredi kartı ile ödeyebiliyorsunuz. İkinci kat manzarası ile en üst kat manzarasının farkını aşağıdaki iki resimden anlayabilirsiniz.

Görebileceğiniz gibi, aradaki fiyat farkına bakmadan kesinlikle en üst kata kadar çıkmanız lazım. Bindiğiniz ilk asansör çıkarken birinci kata uğruyor ve ikinci kata kadar çıkıyor. İkinci katta biraz dolaşıp fotoğraf çektik.

Paris-Eyfel-12

En güzel manzara en üst kattan olduğundan, buradaki fotoğrafların çoğu yukarıdan çekilmiş olanlar. İkinci kattan en üst kata çıkmak için uzunca bir süre kuyruk bekledik ve en üste çıktık.

Gerçekten çok yüksek. 281 metre yüksekte olmak öyle her gün hissettiğiniz bir duygu değil. Manzara şahane, Paris’in her yerini görebiliyorsunuz.

En üst katta kadehle şampanya satan bir büfe de mevcut. Sabahın erken saati olduğundan biz almadık ama ellerinde kadehlerle fotoğraf çektiren epey kişi vardı.

Paris-Eyfel-11

Kulenin dört bir yanından doya doya manzarayı seyretmek ve fotoğraf çekmek epey zaman alıyor. Zafer Takı bu kadar yüksekten bile haşmetini hissettiriyor.

Artık karnımız acıkmaya başladığından, kuleden inince ne tarafa gideceğimize karar vermeye çalıştık. Kuleden inmek için de asansörlerde kuyruk var ama çok kalabalık değil.

Eyfel Kulesi’nin neden bu kadar turisti kendine çektiğini tam olarak anlamış bir şekilde yeryüzüne indik. Asansör ile inerken Gürkan meğer aşağıdaki videoyu çekmiş.

Okuduğum bir kitapta, Eyfel’e çok yakın olan Rue Cler sokağında cumartesi günleri pazar kurulduğununu okumuştum. O tarafa gitmeye karar verdik. Yürüyüş başladığından ve tüm gün süreceğinden, nerele gittiğimizi daha rahat anlayasınız diye yine bir kroki paylaşayım. Hepsi bu değil ama metro kısmından sonra bahsedeceğim.

Paris-Ikinci gun rota

Rue Cler’e doğru yürürken arka sokakların güzelliğini daha iyi anlamaya başladık. Sessiz ve sakin sokaklar, güzel binalarla doluydu.

Kısa bir yürüyüşten sonra pazar yerine geldik. Okuduğum yazıda burada sandviçler ve taze meyveler satıldığı yazıyordu. Oysa biz daha çok ikinci el eşyaların satıldığı bir pazarla karşılaştık.

Sokakta ilerledikçe bir takım yiyecekler satanlar da var ama daha çok alıp evinize götürmeniz ve hazırlamanız gereken yiyecekler bunlar. Şu tezgahtaki deniz mahsüllerinin tadına bakamamak Gürkan’ın epey canını sıksa da yolumuza devam ettik.

Pazarda aradığımızı bulamayınca, Caner her zamanki pratikliğiyle bir marketten birkaç çeşit peynir ve bir Muscat şarabı aldı. Marketin yanındaki fırından da üç çeşit ekmek aldı. Artık iyice yaklaşmış olduğumuz Les Invalides’in köşesindeki şu güzel parka gidip, bir bankın üstünde sandviç hazırlayıp yedik. Peynirler ve şarap çok lezzetliydi.

Eyfel Kulesi’nden de görünen parlak kubbenin altında Napolyon’un mezarı bulunuyormuş. Gaziler için bir hastane ve rehabilitasyon merkezi olarak kullanılan yapıda bir de savaş müzesi bulunuyormuş. Maalesef gezemedik ama çok ilginç olduğundan eminim. Yapının etrafı hendekli tasarlanmış, kim bilir neler yaşanmıştır burada.

Karnımızı doyurduktan sonra Saint-Germain üzerinden Notre Dame Katedrali’ne doğru yürüme kararı aldık. Epey uzak olsa da metroya binmek istemedik. Bir şehri tanımanın en iyi yolu sokaklarında yürümektir ne de olsa. Les Invalides’in tam karşısında büyük bir bulvar, Seine üzerinden geçen bir köprü ve karşıda Grand Palais görünen ferah bir manzara var.

Saint-Germain bulvarına doğru kestirme bir sokaktan geçerken polis merkezi gibi bir yerin önünden geçtik. Merkezin önündeki minibüsleri görünce insan bizim polislerin araçları ile kıyaslamadan edemiyor.

Burayı biraz geçince sol tarafta bir sokakta büyükçe bir kilise olduğunu farkettik. Ortalama bir avrupa kenti için turistik bir çekim noktası olabilecek büyüklük ve güzellikteki bu kiliseye doğru döndük.

Sainte-Clotilde Basilikası olduğunu öğrendiğimiz kilise, sessiz sakin bir mahalle arasında duruyordu. Kapısı tabii ki açıktı ve içerisi de çok güzeldi. Vitrayları ve özellikle orgu çok güzeldi. Arada kalmış bu kiliseye fırsat bulursanız uğrayın bence.

Saint-Germain bulvarına çıkınca artık yürüyemez hale gelmiş bacaklarımızı dinlendirmek için bir yere oturalım dedik ve Le Rouquet adlı bir kafeye oturup birer kahve içtik. Bu bölge ünlü PSG futbol takımına ismini veren semt ve bu bulvar pahalı mağazalarla dolu. Kafeden kalkıp Notre Dame’a doğru yürümeye başladığımızda Caner’in arkadaşı Burak ile buluştuk. Paris’in her tarafında göreceğiniz kiralık bisikletiyle gelen Burak’la tanıştık fakat o bisikleti bırakacak bir istasyon bulmaya gitti. Bu bisiklet olayı epey ilgi çekici, bir ara onu da anlatacağım.

Bu güzel binalar arasında kalabalık caddede yürümektense yine sokaklara dalalım dedik ve kestirme olacak şekilde bir yerlere girdik.

Bu bölge epey turistik. Sorbonne Üniversitesi de burada olduğundan genç nüfus da epey fazla. Seine nehri üzerindeki iki adaya da yakın olduğumuzdan, etrafta turistik eşya satan mağazalar çoğalmaya başladı.

Artık iyiden iyiye Seine nehrine yaklaşmıştık. Yukarıda gördüğünüz sokağın sonuna geldiğimizde ünlü Saint-Michel çeşmesine geliverdik.

Burası turistik bir yer olsa da, Parislilerin de buluşma noktası halinde. Hazır Saint-Michel meydanından bahsederken, meydandaki tipik metro durağı girişini de sizlerle paylaşayım. Bu metro girişleri gerçekten insana Paris’te olduğunu hatırlatıyor.

Bir yandan yağmur da başlamıştı. Saint-Michel’den Cite adasına geçen köprüye geçtiğimizde uzaktan Notre Dame Katedrali göründü.

Paris şehrinin ilk kurulduğu yer olan Cite Adası’nın sembolü olmuş olan Notre Dame Katedrali’nin önünde, eskiden burada bulunan sokağın adı yazan mermer bir taş bulunuyor.

Yağmur yağdığından olsa gerek, katedralin önünde kısa bir kuyruk vardı. İçeriye girmek elbette ücretsiz ama kulelere çıkmak için bilet almak gerekiyor. Giriş kuyruğunda beklerken cephedeki detayları daha yakından görebiliyorsunuz.

İçeriye girdiğinizde dışarısı kadar içinin de güzel olduğunu anlıyorsunuz.

Hava kararmaya başladığından dışarıdan gelen ışık pek yeterli değildi ama vitraylarla süslü camlar kendini gösteriyor.

Sanki birileri yüzyıllarca burayı süslemeye çalışmış gibi. Müthiş el işçiliğine sahip eserlerle süslü her yer. Aşağıdaki resimde görülen arka plandaki derinliği gidip görmek lazım.

Dışarıya çıktığımızda yağmur dinmişti. Katedralin arkasına geçmek için yan sokağa girdiğimizde cephedeki Gargoyle denen su savaklarını yakından gördük.

Arkadaki parka geçince, katedralin diğer yüzüyle karşılaşılıyor. Bu taraftan gotik mimarinin sembolü olan payandalarla karşılaşıyorsunuz.

Parkta biraz dinlendik. Bu arada bisikletini parketmiş olan Burak da yanımıza geldi. Parkın hemen yanında bulunan Pont de l’Archeveche köprüsünün korkuluklarına herkes bir kilit asmış. Avrupa’nın bir çok şehrinde gördüğümüz bu geleneğe, hazırlıksız olduğumuzdan yine katkıda bulunamadık ama bir dahaki sefer yanımızda bir kilit götürmek isteriz.

Köprüden geçerken Seine nehri ve Notre Dame katedrali çok güzel görünüyor.

Bu kadar Notre Dame resmi fazla gelmiştir ama hava kararınca karşı kıyıdan daha ihtişamlı görünen şu resmi de kullanmadan edemeyeceğim.

Tekrar Saint-Michel’e dönerken, daha önce uğramak istediğimizi konuştuğumuz ünlü Shakespeare and Company kitapçısını bulduk. Bulduk ama içeriye giremedik çünkü önünde kuyruk vardı. Ünlü olduğundan mıdır yoksa kalitesinden midir bilemiyorum ama insanların kitapçı önünde sıra beklemesi garibime gitti.

Hava kararmıştı ama gün bitmemişti. Parkta da biraz dinlenmiş olduğumuzdan, Gürkan görmemiz gereken yerlerden birine gitmemizi önerdi. Gece görmenin daha güzel olacağını tahmin ettiği Sacre Coeur Bazilikasına gitmeye karar verdik. Yakında bulunan Saint Chapelle’i dışarıdan da olsa görebilmek umuduyla önce o tarafa yürüdük. Köprüyü geçerken çektiğim Notre Dame’ın şu son resmini de koymadan geçmeyeyim.

Saint Chapelle’i maalesef göremedik. Kapanmıştı. En yakın metroya gitmek için karşı yakaya geçtik. Gece Seine nehri ve kenarındaki yapılar daha da güzel görünüyor.

Köprüyü geçince Chatelet Meydanı’na geldik. Paris’in her meydanı gibi burası da gece daha bir güzel oluyor.

Chatelet Metro istasyonundan beş metro hattı geçiyor. Sacre Coeur, Montmartre bölgesinde ve şehre hakim bir tepenin üstünde bulunyor. Normalde M2 ile Anvers istasyonuna gidip biraz tırmanmak gerekiyor. Ancak aktarma yapmadan gitmek için Gürkan bizi Chatelet’ten direk giden M4 ile Chateau Rouge istasyonuna götürdü. Tepenin bu tarafı turistik değil. İlginç bir şekilde kuaförlerle dolu bir sokaktan yukarıya doğru yürüdük. Sonra başka bir sokaktan tırmanmaya devam ettik.

Bu taraftan gitmeyi düşünenlerin bu yokuşu göze almaları lazım. Yağmur durduğu halde, kaldırım kenarından ciddi miktarda su akıyordu. İlginç bir şekilde, Gürkan bu suyun neden aktığını biliyormuş. Paris sokaklarının temizlenmesi için pompalarla yukarılara su basılır, çöpler aşağıya kadar su yardımıyla toplanırmış.Gerçekten de, sokağın üst koşesine vardığımızda bir delikten pompalanan suyu gördük. İlginçmiş.

Yolun sonunda dik bir merdiven var ve merdiveni çıkınca ünlü Sacre Coeur Basilikasına varmış olduk.

Adı Kutsal Kalp anlamına gelen bu güzel kilise, Paris’in en yüksek yerine kurulmuş. İçeriye girmek tabii ki ücretsiz. Biz gitiğimizde bir ayin vardı, o nedenle içeride biraz oturup dinlendik. Fransa’nın en büyük tavan mozaiği bu kilisedeymiş. Bu mozaik aşağıdaki resimde görünüyor.

İçerisi güzel ama bir Notre Dame değil. Kilisede bir tur atıp dışarıya çıkınca neden bu tepeye kurulmuş olduğunu daha iyi anladık. Neredeyse tüm Paris ayaklarınızın altında.

Gündüz gelip bu manzarayı bir de aydınlıkta görmek lazım diyerek, herkesin geldiği turistik taraftan aşağıya inmeye başladık. Bazilikanın ana merdiveninde gençlerin kurduğu bir grup müzik yapıyordu ve buraya kadar çıkıp yorulmuş olan turistler merdivene oturmuş müzik dinliyordu.

Artık iyice yorulduğumuzdan, önceki gece Concorde meydanında gördüğümüz panayıra gitmeye karar verdik. Anvers istasyonundan M2’ye binip bir durak ileride M12’ye aktararak Concorde istasyonuna varmak için metroya girdik.

Concorde Meydanından Champs-Elysees bulvarına girişte kurulmuş olan sokak pazarından daha önce bahsetmiştim. Burada kurulmuş olan tezgahlarda çeşit çeşit peynirler, salamlar, kekler, soğan çorbası, bitki çayları, çikolatalar, tatlılar ve sıcak şarap satılıyordu.

Şampanya satılan büyükçe bir stand epey kalabalıktı. Parkın içine doğru yayılan bu alanın sonundaki şarap tezgahında oturacak yer bulunca buraya oturduk. Peynir tabağı ve birer kadeh şarap alıp biraz dinlenme fırsatı bulduk.

Bulvar kenarındaki panayırda elbette çocuklar da düşünülmüş. Aşağıda görülen dev kaydırakta, sanki su parkındaymış gibi kayan çocuklar çok eğleniyorlardı.

Caner gece Burak’ta kalacağından, biz de epey yorgun olduğumuzdan geceyi bitirmeye karar verdik. Ama Türkiye’den Caner’e bir valiz eşya getirmiştik ve bizimle otele kadar gelmeleri gerekiyordu. Hazır bu kadar antreman yapmışken otele de yürüyerek gitmeye karar verdik.

Yol üzerinde Paris’in dört bir yanında gördüğümüz bisiklet istasyonlarından birisi ile karşılaşınca Burak’a sistemin nasıl işlediğini sorduk.

Kısa dönem kiralama için sadece kredi kartı gerekiyormuş. Özel bir kart almanıza ya da aboneliğe gerek yok. İlk kullanımda kartınızdan depozito niyetine 150 € çekiliyor. Günlük kullanım için 1,70 € ödüyorsunuz. O gün içinde istediğiniz kadar bisiklet alıp bırakabiliyorsunuz. Makineden ingilizce seçeneğini seçip kartınızı kullanarak hangi numaralı parkta duran bisikleti alacağınızı seçiyorsunuz. Ödeme gerçekleşince bisikletin park yerinin ışığı yanıyor ve bisikleti alıp gidebiliyorsunuz.

Her seferin ilk yarım saati ücretsiz. Sonraki ilk yarım saate 1 €, ikinci yarım saate 2 €, sonraki her yarım saate 4 € ücret alınıyor. Bu sisteme dahil Paris’te yaklaşık 20.000 bisiklet varmış. İstediğiniz istasyondan alıp istediğiniz yerde bırakabiliyorsunuz. Bisikleti bıraktığınızda kaç saat kullandıysanız kartınızdan ücreti çekiliyor ve çekilen depozito iade ediliyor. Daha detaylı bilgiyi Velib’in sitesinden öğrenebilirsiniz.

Bu bilgiyi de öğrendikten sonra otelimize varıp Caner’in valizini verdik ve onları metro durağına bıraktık.

Pazar gününe erkenden Louvre Müzesi’ne giderek başlamaya karar verdik. Louvre’u gezmenin ne kadar süreceğini Gürkan pek kestiremedi. Ben ise, Ahmet Kaya’nın mezarını ziyaret etmek istiyordum. Hatta şansımıza, bu pazar, yani 16 Kasım, Ahmet Kaya’nın ölüm yıl dönümüydü. Günün sonunda nerelere gidebildiğimizi yine bir harita üzerinde göstereyim.

Paris-Ucuncu gun rota

Sabah 9 gibi otelden ayrıldık. Otelimiz Louvre’a yakın olduğundan yürümeye karar verdik. Pazar sabahı olduğundan sokaklar çok sakindi.

Bu arada Paris’in merkezinde pek modern mimarili bina olmadığı halde şu aşağıdaki bina çok dikkatimizi çekti. Bu kadar modern olsa bile üstünde Art Neuveau desenleri bulunması çok ilginç gerçekten.

Kasım ayında bir pazar sabahı erkenden gelince Louvre’un girişindeki o ünlü kuyruk olmuyormuş.

Ana giriş dev bir cam piramit. Ama Louvre Sarayı’nın cephesi daha muhteşem.

Kuyruk bile beklemeden Louvre’a giriverdik. Piramit’in altına ana girişi yerleştirmişler.

Louvre’a Ekim’den Mart’a kadar her ayın ilk pazarı girişler ücretsiz. Giriş ücreti ise kişi başı 12 €. Bazı geçici sergilere de girmek isterseniz bu ücret yükseliyor ama zaten yeterince büyük bir müze olduğundan biz standart ücreti ödedik. Kredi kartı ile ödenebiliyor.

Ayrıca müzeyi gezerken dinleyebileceğiniz bir Audio Guide kiralanabiliyor. Kulaklıkla dinleyeceğiniz bu rehber bir Nintendo’ya yüklenmiş.

Audio Guide başına 5 € ücret alınıyor. Türkçe seçeneği olmadığından İngilizce bir rehber kiraladık.

Audio Guide’ın kullanımı oldukça pratik. GPS sinyali ile mi neyle bilemedik ama hangi odada olduğunuzu biliyor. O oda hakkında ya da odadaki belli başlı eserler hakkında bilgiler dinleyebiliyorsunuz.

Eğer yeterli zamanınız yoksa bu rehberden faydalanmak epey zor. Gürkan bir şekilde dinlediklerini bana da anlattı ama bir yerden sonra rehber sadece bir aksesuar halini aldı. Sadece çok merak ettiklerimizi dinledi.

Müzeyi gezmeye başlamadan önce montlarımızı vestiyere bıraktık. Vestiyer ücretsiz ve çok hızlı hizmet veriyorlar. Aklınızda olsun, zamanla sırt çantası bile ağırlık yapıyor, fazla eşyalarınızı muhakkak vestiyere bırakın. Müzeye girmeden önce yanınıza içme suyu da alın, içeride su satılıyor ama bir kaç noktada var ve gezi rotanızı bölmek istemeyebilirsiniz.Biz gezmeye kuzey kanattan başladık, doğuya doğru geçtik. Görecek çok şey var, zaman su gibi akıyor.

Müzedeki eserler hakkında bilgi verebilecek donanımımız olmadığından müze hakkında bilgi verirken çeşitli fotoğraflar paylaşmak en doğrusu.

Louvre’un en popüler eserleri güney kanatta bulunuyor. Sadece eserler değil, binanın kendisi, merdivenler, kolonlar, özellikle de tavanlar muhteşem.

Louvre Müzesi’nin web sitesinde kat planlarının olduğu güzel bir interaktif harita bulunuyor. Müzeye girerken de büyükçe bir broşür alıyorsunuz, içinde kat planları bulunuyor.

Yukarıda gördüğünüz koridor güney kanadında ve ünlü Mona Lisa tablosu bu tarafta.

Kocaman bir odanın ortasında, etrafına insanların üşüştüğü küçükçe bir tablo Mona Lisa. Büyük bir tablo beklemeyin.

Mona Lisa’yı gördükten sonra görev tamamlanmış gibi daha bir rahat geziliyor sanki. Bir şekilde görülmesi gereken, gelme amaçlarınızdan biri bu sanki.

Oysa her taraf muhteşem eserlerle dolu. Hatta sarayın kendisi bile çok güzel.

Aşağıda görülen iç avlu ve sakladığı muhteşem merdiveni beni çok etkiledi.

Mısır Medeniyeti kısmındaki mumya gerçekten dikkat çekiciydi. Mumya’nın yanındaki küplerde iç organları saklıyorlarmış.

Müzenin bulunduğu Louvre Sarayı’nın mevcut halinden çok önce yapılmış olan eski sarayın kalıntılarını da ortaya çıkarmışlar. Pek görülecek bir şey olmasa da güzel bir sunum yapmışlar.

İslam Eserleri Sergisi olan kısım da çok güzel olmuş.

Sabah 9:30 gibi başladığımız müze gezimizi 15:30 gibi bitirdik. Yağmur başlamıştı. Daha mezarlığa gidecek, bir de Ahmet Kaya’nın mezarını bulacaktık. Hemen metroya atladık ve Pere Lachaise Mezarlığına doğru yola çıktık. Louvre durağından M1 ile Chateau de Vincennes yönüne binip Nation’a kadar gittik, oradan M2’ya aktarıp Porte Dauphine yönüne binip Philippe Auguste’de indik. Aşağıdaki haritada görüldüğü gibi, bir durak daha gidip Pere Lachaise durağında da inebilirdik.

Paris-Ahmet Kaya Mezari

Ama biz mezarlığa ana kapıdan girdik. Girdiğinizde numaraların bulunduğu bir mezarlık planı ve yanında da önemli kişilerin isimleri ile hangi adada bulunduğu ve hangi numarayla işaretlendiği bulunan bir liste var. Mezarlık planı aşağıda.

Paris-Pere Lachaise Harita

Listenin de fotoğrafı var ama buraya koysam da okunmaz. Ben yine de bir kaç kişinin numarasını burada vereyim; Jim Morrison (Ada 6, No 30), La Fontaine (Ada 25, No 58), Honore de Balzac (Ada 48, No 97), Oscar Wilde (Ada 89, No 83), Edith Piaf (Ada 97, No 71). Plandaki beyaz rakamlar ada no, siyah yuvarlak içindeki beyaz rakamlar da kişi no.

Tabi listede olmadığından Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarlarının ne tarafta olduğuna dair bir bilgi bulamadık. Bir yandan yağmur da şiddetini arttırmaya başladı. Önceden bir kaç sitede ne tarafta olduğunu araştırmıştık ama yukarıdaki planda işlediğim gibisini bulamadığımızdan, yürümeye başladık. Mezarlık gerçekten bizim mezarlıklardan çok farklı.

Küçüklü büyüklü kulübeler gibi mezarlar var. Kapıları var, heykelleri var. Güzel ve değişik bir yer, Paris’e gittiğinizde sadece yürüyüşe bile gitseniz olur bence.

Kasım ayı olmasından dökülen yapraklar çok güzel bir görüntü sunuyordu. Sanki mezarlık değil gibi. Mezarların bazılarına sanat eseri gibi özenilmiş.

Ahmet Kaya’nın ölüm yıldönümü olduğundan, Türkçe konuşan iki kişiyle karşılaştık, onlar ziyaret etmişler ama tarif edemediler, ama bir yön tarif ettiler. O tarafa gittiğimizde iki kişiyle daha karşılaştık, onlarla beraber biz de bulduk. Aslında ana yolun kenarında ama bulması pek kolay değil. O nedenle yukarıdaki haritada işaretlemiş olsam da, mezarın yoldan görünüşünü burada vermek istiyorum.

Üzerinde çiçekler olan mezar. Burası 71. Ada. Ama 71. adanın ana grubundan ayrı küçük bir parçası. Resimde görünen yeşil tabelada ada numarası yazmıyor, o nedenle yakından görünüşünü de vereyim.

Bu kadar veri ile siz de bulursunuz. Biraz inceleyip giderseniz çok rahat edersiniz. Bu kadar detay vermemden, yağmur altında ne kadar uğraştığımızı anlamışsınızdır. Ve sonunda Ahmet Kaya’nın mezarını bulduk.

Ahmet Kaya Mezarı Paris

Bugün epey ziyaretçisi olmuştu belli ki. Bir kaç fotoğraf çektikten sonra hava kararmaya başladığından Yılmaz Güney’in mezarını aramaya başladık. Az önceki iki kişinin yardımıyla onu da bulduk. Yukarıdaki haritaya onun yerini de işaretledim. Pere Lachaise metro durağından gelirseniz, bir merdivenle mezarlığa çıkıyorsunuz. Tam girdiğiniz noktadan yola parelel biraz yürüyünce solda görürsünüz.

Yılmaz Güney Mezarı Paris

Artık hava iyice kararmaya başlıyordu. Gürkan Jim Morrison’un da mezarına gitmek istiyordu. Giriş binasına yakın olduğundan o tarafa doğru gittik. Kapının önünden geçerken maalesef görevliler düdüklerle ziyaret saatinin bittiğini ve çıkmamız gerektiğini söylediler. O yüzden Jim Morrison’a gidemedik. Oysa ki çok yakındaydık. Aklınızda olsun, mezarlık akşam 5’de kapanıyor.

Mezarlıktan çıkınca epey ıslanmış olduğumuzdan, hemen köşedeki bir kafeye sığındık, birer kahve ve birer turta yedik. Tüm gün dinlenmemiştik, biraz da ısındık ve ne yapsak diye düşündük. Artık Paris’te son akşamımızdı ve Gürkan hala görecek çok yer olduğunu söylüyordu. Yağmur yağıyordu ve hava kararmıştı. Sonunda görülmesi gerektiğine inandığımız bir kaç yere metro ile gitmeyi planladık. Pere Lachaise metro durağından M3 ile ünlü Republique Meydanı’na gitik.

Buradan yürüyerek ünlü Bastille Meydanı’na gitmeye karar verdik. Yol üzerinde Gürkan yine bir deniz mahsülleri restoranı önünde takıldıysa da yolumuza devam ettik.

Paris-Deniz Mahsulleri

Yağmur azalmıştı ve cadde üzerindeki restoranlar ve kafeler yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Bir kez daha otursak kalkamayacağımızı bildiğimizden azimle yolumuza devam ettik ve Bastille Meydanı’na geldik.

Gürkan buradan M1’e binerek son durağı olan Le Defense’e gitmemizi önerdi. Metro ile gittiğimiz en uzak mesafeydi ve ne göreceğimi pek tahmin edemiyordum ama gittiğimizde gördüğüm yapıdan çok etkilendiğimi kabul edeyim.

Büyüklüğü bu fotoğraftan anlamak çok mümkün değil. Yapıya yaklaştıkça büyüklüğünden ve yüksekliğinden sanki başım döndü.

İnsan kendini ufacık hissediyor. Düz bir hat olan Concorde Meydanı, Champs-Elysees, Arc de Triomphe çizgisinin devamına yapmışlar bu binayı. Uzaktan Zafer Takı da görünüyor ama Paris’in genel klasik yapılarının aksine son derece modern gökdelenlerin olduğu bir bölge burası. Değişik bir havası var.

Buradan yine M1’e binerek, Hotel de Ville’de indik. Metrodan çıkınca, Defence’den gelip de bu binanın önüne çıkmak insanı yeniden şaşırtıyor.

Gerçekten muhteşem yapıların olduğu, gündüz ve gece ayrı güzellikte bir şehir Paris. Artık saat 8’e geldiğinden ve ayakta duracak halimiz kalmadığından, Saint-Germain bölgesinde güzel bir restoran bulmak için yürümeye başladık. Seine nehri yine bize güzel bir manzara sundu.

Gece aydınlatmaları altında Notre Dame’ın önünden geçip Saint-Michel’e geçtik. Sağdan ilk sokak olan Rue de la Huchette üzerinde bir çok güzel restoran vardı. La Bistrot de la Huchette adlı restorana karar verdik. Bir küçük kırmızı şarap, birer başlangıç, birer ana yemek ve birer tatlı aldık, toplam 50 € hesap ödedik. Yediğimiz her şey çok güzeldi ama Gürkan’a başlangıç olarak gelen şarapta pişmiş midye bizi çok şaşırttı. Bu kadar lezzetli bir midye hiç yememiştik, fotoğrafını çektik.

Paris-Sarapta Midye

Artık saat 10’a yaklaşmıştı. Metro’ya atlayıp otelimize vardık. Ertesi gün dönüş günümüzdü.

Dönüş uçağımız 14:00’de olduğundan, sabah kahvaltıdan sonra bizim için klasik olan süpermarket turumuzu yaptık. Şekerlemeler, mayonez, şarap gibi hem hediyelik, hem de Türkiye’de istediğimiz gibisini bulamadığımız, bulsak da gereksiz pahalı olan sevdiğimiz ürünleri alıp valizimize yerleştirdik.

Dönüş gününü hiç sevmiyorum. Belki de harika parkları olan, insanları güleryüzlü ve rahat, temiz ve korna sesinin olmadığı şehirlerden ayrılmak benim için zor oluyordur. Paris bir çok tarihi binaya, esere sahiplik yapması dışında çok da güzel ve yaşanılası bir şehir. Her şeyden öte çok temiz, güzel ve düzenli bir şehir. Şehir içinde karşınıza çıkan küçüklü büyüklü parklar ise ayrı bir huzur kaynağı. İnsana saygı gösterildiğinin en büyük kanıtlarından biri, şehrin her tarafında yaşamın içinde gördüğümüz engelliler. İlk önce tekerlekli sandalyedeki insanları gördüğümde bu şehirde ne çok engelli var diye düşünmüştüm. Fakat sonradan anladım ki engelli insanlar için Paris’te dışarı çıkmalarını kısıtlayacak olumsuzluklar yok. Yolda şarkı söyleyen ya da ıslık çalan, güvenle gezen kadınları görmek de keyif verici. İnsanlar takım elbiseleri ile bisiklet kullanıyorlar ve çocuklar ebeveynlerinin elini tutmadan, kırmızı ışıkta  asla bir aracın geçmeyeceğini bilmenin güveni ile karşıdan karşıya geçiyorlar. İnsanlar gerçekten şık fakat bizim anladığımız türden, her yerinde markalar yazan gösterişli bir şıklık değil bu. Süzülmüş, sade, ince bir zevk ürünü ve kişiye özel bir şıklık. Her yerde size gülümseyen ve selam veren insanlara denk gelebiliyorsunuz. Markette yerleri silen çalışan dahi siz ona bakmasanız da sizi farkedip günaydın diyor. İşte tüm bunlar benim Paris’ten ayrılmak istemememe sebep oluyor.

Havaalanına gitmek için metro durağındaki bilet makinesinden yine havaalanına kadar götürecek biletlerimizi aldık ve yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra havaalanına vardık. Check-in sonrası duty free’ye geçtiğimizde gördük ki fiyatlar çok pahalıydı. Markette 3 € ile 15 € arasında şaraplar satılıyorken, burada en ucuz şarap 13 € idi. En pahalısına bakmadık bile. İyi ki market alışverişimizi yapmışız diyerek uçağımıza bindik ve evimize doğru yola çıktık.

Ceren, Kasım 2014

Cruıse ile Rodos, Mıkanos, Santorını

Misafir yazarımız Eda, ne gördüğünü anlatıyor.

Her sene Ege’de tatil yapardım. Ancak bu sene çok merak ettiğim Yunan Adaları’nı görmek istedim. Uçak ile gitmek hem pahalı hem de zahmetli olacağından, Cruise ile Rodos, Mikanos ve Santorini’yi dolaşmanın daha mantıklı olduğuna karar verdim. Rodos’un tarihi, Mikanos’un gece hayatı, Santorini’de güneş batımının izlenmesi hakkında çok güzel şeyler duyduğumdan, aylar öncesinden tatilimi planladım. Bu tur için vize gerekmediğinden, vize çıkarmak için uğraşmama da gerek kalmadı.

Pazar günü saat 15:00’de Ulusoy Çeşme Limanı‘nda bizi bekleyen Etstur yetkililerine valizlerimi teslim edip pasaport kontrolü sonrası saat 16.00 gibi Aegean Paradise adlı 1.200 kişi kapasiteli 350 personeli olan gemiye giriş yaptım ve 4 gece – 5 gün sürecek olan yolculuk başladı.

Cruise-1

Gemi ile seyahat etmenin bazı avantajları ve dezavantajları var. Geminin sallanması nedeniyle ilk gün çok zorluk yaşadığımı söyleyebilirim. Odalar temiz ve konforluydu. Yemekleri gerçekten güzeldi ve çeşit fazlaydı. Gemi içinde bazı aktiviteler de vardı. İlk gün geminin üst katındaki roof barda bir grup çıktı. Güzel ve keyifli bir ortam sundular. Dezavantajlara gelecek olursak, adaları gezmek için gemiden iniş ve kalkış saatlerini iyi takip etmek ve kalkış saatinden 30 dakika once gemide olmak gerekiyor. Tur rehberleri ekstra turlar düzenliyor ancak fiyatları oldukça yüksek. Bu sebeple ben seyahatim boyunca herhangi bir tur almadan kendim dolaşmayı tercih ettim.

Gemiyle seyahat etmek için süresi bitmiş olsa da bir Schengen vizeniz olması yeterli. Bu durumda 40 € gibi bir ücret vermeniz gerekiyor. Süresi geçerli bir Schengen vizenizin varsa bu ücreti ödemiyorsunuz. Gemiye binerken pasaportları toplayarak herkese bir kart veriyorlar. Bu kart, Yunan adalarına inişlerde pasaport yerine geçiyor ve gemiye inip binerken yanınızda olması gerekiyor. Casino hariç gemi içinde yapacağınız tüm ekstralar da bu karta yansıtılıyor. Gemide su dışında tüm içecekler ücretli. Ancak fiyatlar çok pahalı değil. Bira 3 €, kola 2.75 €, viski 4 €, çay 1.25 €, kahve ise 2 €. Aldığınız tüm ekstra içecekler kartınıza işleniyor ve gemiden ayrılırken check out sırasında kartınızda biriken hesabınızı nakit veya kredi kartınız ile ödeyebiliyorsunuz.

Gemide bir alakart restoran da mevcut. Burada yemek isterseniz kişi başı 10 € vererek rezervasyon yaptırıyorsunuz. Sabah kahvaltıları 08:00-10:00 arasında oluyor. Öğle yemeklerini yakalayamıyorsunuz çünkü Yunan adalarına inmiş oluyorsunuz. Akşam yemekleri ise 19:00-21:45 arasında. Gemide olduğunuz süre boyunca her gün için kişi başı 7 € bahşiş vermek zorundasınız. Bu bahşiş, her gün için kartınıza yansıtılıyor.

Gemide Casino da var ancak sadece gemi hareket halindeyken açık, limana yanaştığı an kapanıyor. Slot makinelerinin çoğunda euro geçerli.

Rodos

Ertesi gün sabah saat 08:00’de Rodos Mandraki Limanına vardık. Rodos adası 115.000 nüfuslu ve diğer adalara gore yüzölçümü oldukça büyük. St.John şövalyeleri tarafından kurulmuş ve 1522 yılında Kanuni tarafından fethedilerek 400 yıl boyunca Osmanlı himayesinde kalmış.

Gerekli çıkış işlemleri gerçekleştikten sonra yapılan anonsun peşine gemiden ayrıldım ve turistik otobüs turuna katılmaya karar verdim. Kişi başı 9 € vererek alınan tek bir biletle istediğiniz durakta inip tekrar binebiliyorsunuz.

Cruise-Rodos-2

Gezime önce Akropolis’ten başlamaya karar verdim. Akropolis, Rodos’un Gios Stefanos tepesinde bulunuyor. Gitmeden once internetten yaptığım araştırmada, Akropolis’in Tanrı Helios şerefine M.Ö. 3. yüzyılda yapıldığını ve Hellenistik stadyumunun bir çok spor oyunlarıne ev sahipliği yaptığını öğrendim. Yaklaşık 20 dakika süren otobüs yolculuğundan sonra Akropolis’e vardım.

Cruise-Rodos-Akropolis-1

Akropolis’e girdiğim andan itibaren tarih kokan yapısı karşısında büyülendiğimi söyleyebilirim. Spor oyunlarına ev sahipliği yapan Hellenistik Stadyum, konserlerin verildiği Theatron ve tiyatronun yanında kentin koruyucu tanrısı Pythios Apollon’un Dor tarzındaki tapınağı yükseliyor.

Cruise-Rodos-Akropolis-2

Akropolis’i dolaştıktan sonra tekrar turistik otobüse binerek Mandraki Limanı’na geldim. Mandraki, eski çağlarda ünlü Rodos Heykeli’nin de bulunduğu Rodos’un ana limanı. Günümüzde de bu heykeli simgeleyen “Elefos” ve “Elefina” isimlerinde iki geyik heykeli bulunuyor.

Cruise-Rodos-3

Ayrıca Mandraki Limanı, marina olarak da kullanılıyor.

Cruise-Rodos-5

Bu heykellerin önünde resim çekildikten sonra yel değirmenlerine doğru yürüdüm. Mandraki Limanı’ndaki buyük yel değirmenleri limanın en belirgin simgelerinden biri.

Cruise-Rodos-6

Yel değirmenlerinde biraz oturup soluklandıktan ve resim çektikten sonra gezime devam ettim. Yaklaşık 15 dakika yürüdükten sonra Rodos kalesine vardım. Rodos “Eski şehir” ve “Yeni şehir” olmak üzere ikiye ayrılıyor. Eski şehir Ortaçağ’a ait 6 kapısı olan bir kaleden oluşuyor. Kumtaşı duvarlardan yapılmış olan Rodos kalesi buram buram tarih kokuyor.

Cruise-Rodos-7

Kale kapısından girince turistik eşya satan dükkanlar, tavernalar, mağazalar ve kuyumcular dikkatinizi çekiyor. Rodos’a varmadan bir gece önce gemide yaptığım araştırmalara göre, 1480 yılında, Fatih Sultan Mehmet dönemindeki Osmanlı saldırılarına ragmen ayakta kalabildiğini öğrendim. Rodos, 1522 senesinde Kanuni Sultan Süleyman’ın ordusuna yenik düşerek 400 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu mülkiyetinde kalmış.

Buradan kısa bir yürüyüş sonrasında Hipokrat Meydanı’na ulaştım. Meydanda bulunan çeşme, dikkat çeken yapılarından biri.

Cruise-Rodos-8

Bir şeyler yemek için girdiğim, meydanda bulunan bir restoranda çok güzel ağırlandım. Türk olduğumu öğrendiklerinde bir kaç türkçe kelime bile söylediler. Menüdeki domuz eti olan yemekleri belirttiler ve bazı önerilerde bulundular. Hatta yemek sonrasında meyve ikram ettiler. Fiyatlara gelirsek, çok yüksek rakamlarla karşılaşmıyorsunuz. Tıka basa yiyerek, üstelik bira da içerek kişi başı 15 € hesap gelince acaba bir şeyleri yazmayı mı unuttular diye kontrol ettim ama herhangi bir yanlış yoktu. Kısacası fiyatlar gerçekten makul.

Meydanın köşesinde 1507 senesinde inşa edilen şövalyelerin mahkeme binasını görebilirsiniz. Hipokrat Meydanı’nından kısa bir sure yürüdükten sonra İbrahim Paşa Camii’ni görebilirsiniz. Ana caddeden ilerlerseniz saat kulesi’ne varıyorsunuz.

Cruise-Rodos-9

Tur rehberlerinin mutlaka görmemizi önerdiği yerlerden birisi de Şövalyeler Sokağı idi. Büyük Üstadlar Sarayı’nın yanında yer alan sokakta karşılıklı hanlar var. Bu sokakta kendinizi şövalyeler döneminde hissediyorsunuz. Burası,14. yüzyılda şövalyelerin bir araya geldikleri ve konakladıkları yerler. Binaların üzerinde bulunan bayraklardan, hangi hanın hangi ülkenin şövalyesinin evi olduğu anlaşılıyor.

Cruise-Rodos-10

Şövalyeler Sokağı’nın hemen yanında bulunan Büyük Üstadlar Sarayı’nı dolaşmadan gitmek tabi ki olmazdı.

Cruise-Rodos-12

Giriş ücreti 6 € olan bu sarayda şövalyelerin ve askerlerin kıyafetlerini ve zırhlarını görebilirsiniz.

Cruise-Rodos-14

Sarayda bir çok güzel sanat eseri de mevcut.

Cruise-Rodos-11

Gemiyle gitmenin dezavantajı olan kısıtlı zamandan dolayı, sadece Rodos’u gezebildim ve maalesef güzel plajlarından yararlanamadım. Rodos tarih kokan bir ada olduğu için günümü gezerek değerlendirmek istedim. Ancak zamanı kalanlar limanın hemen yanındaki plajlara giderek denizin tadını çıkartabilirler.

Cruise-Rodos-1

19:00’da gemide olunması gerektiğinden küçük bir telaşla gemiye ulaşabildim. Saat 20:00 gibi gemimiz Rodos Limanı’ndan ayrıldı. Odamdan Rodos’a son kez bakarken, Mikanos’da neler yapmalıyım diye küçük bir araştırmaya başladım. Akşam yemeği saatinde tur rehberleri Mikanos turu ve servisler hakkında bilgi vermek ve isteyenlere satış yapmak için toplantıya çağırdılar. Fiyatlar gidilecek plajlara göre değişiyordu ve ortalama kişi başı 60 € gibi fiyatları vardı. Ben sadece servisten yararlanmak istediğim için yemek sonrası tur rehberlerine giderek gerekli işlemleri yaptım.

Mikanos

Salı sabahı saat 07:00’de gemimiz Mikanos’a yanaştı. Çarşamba sabahı 06:00’da gemide olmamız gerektiği söylendi ve çıkış işlemlerinin ardından yapılan anons ile gemiden çıktık. Tur rehberleri Mikanos’da taksi sayısının az olduğunu ve bulamayacağımızı söylediler ve limandan Mikanos’un merkezine yakın bir yere kadar yarım saatte bir servisler düzenlediler. Aynı zamanda kiralamak isteyenler için atv ve arabalar da mevcut. Gemiden iner inmez servise bindim. Servisten indikten sonra yaklaşık 5 dakika yürüyüp Mikanos’un merkezine ulaştım.

Cruise-Mikanos-1

Mikanos’un en dikkat çekici özelliği, bembeyaz evlerin arasındaki dar sokaklar ve sokaklar boyunca uzanan rengarenk dükkanlardı. Hatta bu daracık labirent gibi sokaklarda yürürken kaybolduğumu bile söyleyebilirim.

Cruise-Mikanos-2

Biraz dolaştıktan sonra Mikanos’un ünlü plajlarından birine gitmeye karar verdim. Otobüslerin kalktığı yerde plajlara gitmek için servisler vardı. Servise binerek yaklaşık yarım saat sonra Paradise Beach’e ulaştım. Mikanos’un dikkatimi çeken başka bir özelliği de yollarının çok dar olmasıydı. Hatta otobüs şöförlerinin o dar sokaklarda rahatlıkla otobüs kullanmaları karşısında hayrete düştüğümü de söylemeden edemeyeceğim.

Cruise-Mikanos-3

Paradise Beach’e vardığımda boş şezlong bulmakta güçlük çektim ama zor da olsa boş bir yer bularak denizin ve güneşin tadını çıkardım. İlerleyen saatlerde beach, ses seviyesi artan müzikle ve dans edenlerle hareketlenmeye başlıyor. Saat 16:00 gibi başlayan parti, havanın kararmasıyla birlikte daha da hareketlenerek sabahın ilk ışıklarına kadar sürüyor. Ancak ben gecemi burada değerlendirmek yerine Mikanos’un sokaklarında dolaşmayı ve Little Venice’de bir şeyler içerek müzik dinlemeyi tercih ettim.

Cruise-Mikanos-4

Little Venice’de akşam yemeğimi yerken güneşin batımını seyrettim. Yunanlıların rakısı olan Uzo’yu ilk defa burada denedim. Çok da sevdim. Daha sonra yine Little Venice’de manzaraya karşı müzik dinleyerek bir şeyler içmek çok keyifliydi. Mikanos Rodos’tan biraz daha pahalı. Yemekte adını çok duyduğumuz mousakki, bebek ahtapot, jumbo karides, sübye, grek salata ve balık yiyip, uzo içip, kişi başı 30 € civarında hesap ödedim.

Cruise-Mikanos-5

Mikanos’un simgelerinden olan Pelikan Petros’u görmek için 3 defa tur atsam da maalesef göremeden ayrılmak zorunda kaldım.
Gemimiz çarşamba sabahı saat 07:00’de limandan ayrılarak Santorini’ye doğru yol aldı.

Santorini

Saat 13:00’de gemimiz Santorini’ye vardı. 10.000 nüfuslu bu ada volkanik patlama sonucu oluştuğu için bir limanı yokmuş. Bu nedenle ücretsiz olan tenderboat ile kıyıya ulaşılıyor. Deniz seviyesinin 300 metre yukarısında bulunan Fira adlı kasaba aynı zamanda Santorini adasının başkenti. Santorini adası 1956 yılında büyük bir deprem ile yıkıldığı için tekrar inşa edilmiş.

Tenderboat’dan indikten sonra Fira’ya çıkmak için üç seçeneğiniz var. Ya teleferik ile çıkacaksınız, ya katırlarla çıkacaksınız, ya da 588 basamaklı merdiveni tırmanacaksınız. Ben bir çok kişi gibi teleferik ile çıkmayı tercih ettim. Teleferik sırasında biraz bekledikten sonra 2 dakikalık bir yolculukla Fira’ya varabiliyorsunuz. Teleferik çok dik tırmandığı için biraz tedirgin de olabiliyorsunuz, ancak manzara gerçekten muhteşem.

Cruise-Santorini-1

Fira’ya çıktığınızda yukarıdan görülen manzara ise daha da büyüleyici.

Cruise-Santorini-3

Öncelikle Fira’nın sokaklarında yürüyerek manzaranın keyfini çıkarmayı tercih ettim. Her yerde olduğu gibi kısıtlı zaman nedeniyle zamanımı doğru kullanmam gerekiyordu. Bu nedenle Fira’nın sokaklarında dolaşıp, muhteşem manzarada resim çektikten sonra Akrotiri müzesine gitmek için, Akrotiri Bölgesine giden otobüslerin durağına gittim.

Yaklaşık 30 dakikalık bir yolculuk sonrasında otobüs şöförünün yönlendirmesi ile indim ama yanlış yöne yürüdüğümden kendimi bir çok teknenin olduğu bir yerde buldum. Bu teknelerin sırasıyla White beach, Red beach ve Black beach’i gezdirdiklerini öğrendim ve fikrimi değiştirerek bu plajları dolaşmaya karar verdim. Iyi ki de böyle bir karar almışım çünkü gerçekten muhteşem yerler gördüm. Bu plajlar volkanik olduğu için farklı bir havası var. White beach’de kayalar, kumlar ve taşlar bembeyazdı.

Cruise-Santorini-5

Önce bütün plajları görmek istediğimden tekneden inmedim. Red beach’e geldiğimizde manzara gerçekten şaşırtıcıydı. Burada da kayalar, taşlar ve kumlar kızıl renkteydi. En son Black beach’e vardığımızda ise kayalar, taşlar ve kum siyahtı. Black beach’de inerek yüzmeye karar verdim. Tekneler yarım saatte bir plajlara geliyor ve ben 1 saat kadar burada zaman geçirmeye karar verdim. Şezlong sayısı az olduğundan havlumu kuma sererek denize girdim.

Cruise-Santorini-4

Deniz gerçekten muhteşemdi. Deniz kadar manzara da büyüleyiciydi. Denizden çıkmak istemediğimi söylersem abartmış olmam. Ama kısıtlı zamandan dolayı denizden çıkarak gelen tekneye binmek zorundaydım çünkü gün batımını Oia’da izlemeden gitmek olmazdı. Tekne tekrar plajları dolaşıp insanları topladı ve bindiğimiz yere geri döndü.

Otobüsten indiğim yere doğru yürüdüğümde Akrotiri müzesinin geride kaldığını anlamış oldum. Yaklaşık 5 dakika yürüdükten sonra Akrotiri müzesine girebiliyorsunuz.

Cruise-Santorini-6

Akrotiri antik kentinde, Profesör Spyridon tarafından 1967 yılında başlatılan çalışmalar hala sürmekteymiş. Santorini’deki ilk yerleşimin Akrotiri bölgesinde M.Ö. 5.000’li yıllarda olduğu tahmin ediliyor.

Cruise-Santorini-8

Akrotiri’de Minoan Uygarlığı yaşıyormış. Volkan patlaması sonucunda tamamen yıkılan kent günümüzde yapılan çalışmalar sonucunda müze halini almış.

Cruise-Santorini-7

Burada gezerken, etkilenmemek mümkün değil. Binlerce yıl öncesinden kalan alışılmadık iki üç katlı evler, kanalizasyon sistemi, mobilyalar, duvara çizilmiş resimler insanı gerçekten şaşırtıyor.

Cruise-Santorini-9

Eğer Santorini’ye gelirseniz ve yolunuz Akrotiri Bölgesine düşerse, tarih ve arkeolojiyle de ilgileniyorsanız müzeyi görmeden gitmeyin derim.

Cruise-Santorini-10

Müzeden çıktıktan sonra otobüse binerek tekrar Fira’ya döndüm. Gün batımını seyretmek için Oia’ya giden otobüsleri buldum ancak herkes benim gibi düşündüğünden durak çok kalabalıktı, ancak ikinci otobüse binebildim. Yaklaşık 40 dakikalık bir yolculuktan sonra Oia köyüne varıyorsunuz. Indikten sonra 5 dakikalık bir yürüyüşle büyüleyici meşhur manzarayı görebiliyorsunuz.

Cruise-Santorini-12

Mavi kiliseleri, bembeyaz evleri ve yel değirmenleri ile insanı şaşırtan bir manzaraya sahip. Oia sokaklarında yürümek, manzaranın keyfini çıkarmak tek kelimeyle süperdi. Sokaklarda gezerken bir yandan da akşam yemeği için yer arıyordum. Beğendiğim birçok restoranda yer yoktu. Varsa bile manzaraya hakim olamayacağınız masalar kalmıştı. İnsanların günler öncesinden rezervasyon yaptırdıklarına eminim. Yer olmasa da restoranların menülerine baktım, sanki manzara güzelleştikçe fiyatlar artıyor gibiydi.

Cruise-Santorini-11

Moralim bozuk yürümeye devam ederken biraz geride kalan bir restoran dikkatimi çekti. İçeriye girerken, kesin yine yer yoktur diyordum kendi kendime ama şans bu sefer benden yanaydı. Sanırım biraz geride kalmasından ve merkezde olmamasından dolayı çok fazla kişinin dikkatini çekmiyordu. Ne yalan söyleyeyim benim de aklım diğerlerinde kalmıştı. Fakat Kyprida Restaurant’da çok iyi karşılandım. Garsonlar çok ilgiliydi ve restoranın en güzel masasını verdiklerini söylediler. Önce müşteri tutmak için söylüyorlar diye düşünmüştüm ama gün batımında haklı olduklarını gördüm.

Cruise-Santorini-14

Burada mezeler muhteşemdi. Hatta canlı müzik bile vardı. Tatil öncesi hayalini kurduğum şey son durakta gerçekleşmişti. Yunan müziği, uzo ve muhteşem manzara. İşte tam olarak istediğim buydu. Önerdikleri ahtapot karpaçyo ve mousakka denemeye değerdi. Ayrıca grek salata da çok güzeldi. Küçük ama sevimli olan bu restoranda 4 adet meze, salata, balık ve uzo içerek kişi başı 40 € hesap geldi. Canlı Yunan müzikleri dinleyerek muhteşem manzaraya karşı yediğim yemek için bu fiyatın makul olduğunu düşünüyorum ama yine de en pahalı ada Santorini oldu.

Gemiye dönmek için pek zamanım kalmamıştı çünkü önce Fira’ya gitmem, sonrasında teleferikle sahile inmem, sonra da tenderboat’a binmem gerekiyordu. Bir de Santorini şaraplarından alacaktım. Yani zorlu bir dönüş yolculuğu beni bekliyordu ama hiç kalkasım, gemiye dönesim yoktu. Neden gemi Santorini’de konaklamıyor diye çok söylendim. Bence kalması gereken yer Santorini idi.

İşte o keyifsiz an gelmişti, 20:30’daki son tenderboat’a yetişmem için kalkmam gerekiyordu. Hızlı bir şekilde yürüyerek otobüs duraklarına geldiğimde, kalabalık gözümü korkutmuştu. Geç kalacağımın endişesi başlamıştı, ancak zor da olsa otobüse binmeyi başardım. Otobüste de telaşlanmadım desem yalan olur. Koşa koşa teleferiklere geldiğimde kalabalık olmamasına çok sevinmiştim. Son kez manzaraya bakarak sahile indim. Zamanım kaldı ve buradaki free shoptan Santorini şaraplarından alabildim.

Gemi hareket ettiğinde içimde bir burukluk oldu. Gemi Santorini’de kalmalıydı diye diye valizimi toplamaya başladım. Bir sonraki yaz için uçakla gelip Santorini’de kalacağıma daha şimdiden karar vermiştim.

Eda Cingöz, Temmuz 2014

Yunanistan ile ilgili diğer yazılarımıza da göz atmak isterseniz buyrunuz ⇒ Yunanistan Yazıları

Prag

Prag, Milan Kundera’nın kitaplarından sonra, görmek istediğim yerlerin başında geliyordu. Evet, nedense Kafka değil, Kundera’ydı bana Prag’ı merak ettiren, beni çeken. Çok sevgili kocam, hazır vizemiz varken hayallerin gerçek olsun dedi. Sanırım kendisi de daha önce gittiği Prag’ı tekrar görmek ve çok sevdiği Becherovka’yı tekrar içmek istiyordu.

Uzun bir tatil için zamanımız olmadığından Prag’ı bir hafta sonuna sıkıştırmalıydık. Türk Hava Yolları‘nın birikmiş Miles & Smiles milleri ile cuma akşam 16:30 uçağı ile gidip pazar akşam 19:30 uçağıyla geri dönecek şekilde biletimizi alınca bize Prag’da 2 gece ve 2 gün kalmış oldu. Kalacak ucuz, temiz, merkeze yakın bir oteli de booking.com dan ayarlayınca her şey tamam oldu.

Prag Havaalanına indiğimizde ilk dikkatimizi çeken tenhalığı ve sessizliğiydi. Hızlıca pasaport kontrolünden geçip dışarıya çıktık. Çek Cumhuriyet’i Avrupa Birliği’ne dahil ve Schengen vizesi ile giriliyor ancak para birimleri Euro değil, Çek Kronu. Cebinizde Euro veya Dolar ile gidip havaalanındaki ofislerde Kron alabilirsiniz ama biz ATM’den çekmeyi daha uygun buluyoruz. Yapı Kredi ATM kartınız ile hiç bir ücret ödemeden Prag’taki UniCredit Bank ATM’lerinden kron çekebiliyorsunuz. Türkiye’deki TL hesabınızdan o günün Merkez Bankası kuru ile kron çekmiş oluyorsunuz. Hem az az para çekerek hırsızlığa karşı korunmuş oluyorsunuz hem de Türkiye’de euro almak için, Prag’da da krona çevirmek için döviz bürolarına komisyon vermiyorsunuz. Biz havaalanındaki ATM’den 2,000 kron çekerek başladık. En büyük banknot 1,000 kron ama bozdurmak sorun olmuyor, bizim paramızla yaklaşık 100 TL yapıyor. Aslında 95 gibi ama kolay olsun diye biz hep 10’a bölerek hesapladık.

Gitmeden önce yaptığımız araştırmalarda, merkeze gitmek için en uygun olan otobüsün, Havaalanı Express (AE) olduğunu görmüştük. Yarım saatte bir olan otobüse yaklaşık 15 dk sonra binmiştik. Otobüs bileti kişi başı 60 kron ve şöförden alabiliyorsunuz ama euro ya da dolar kabul etmiyor. İlk duraktan binmenin ne kadar iyi olduğunu ikinci duraktan sonra otobüsün epey dolması ile anladık. Neredeyse tıkış tıkış olan otobüste yol boyunca kimsenin sinirlenmemesi, tartışmaması yada öfkeli sesler çıkartmaması beni epey şaşırttı. Şehir merkezine giden yollardaki üstü meyve (özellikle elma) dolu olan ağaçlardan gözümü alamadım. Yemyeşil, bol ağaçlı ve geniş araziler daha şehre girerken kendimizi iyi hissettirdi.

Son durakta indik. Bu durak ana tren istasyonunda bulunuyor. Merdivenlerle yolun altına indik ve güzel bir parkın içinden geçerek otelimize doğru yola koyulduk. Prag’da bu şekilde bir sürü geniş parkın olduğunu daha sonra gördüm. Otelin yolunda ilerlemek, o güzel binalara, binalardaki heykellere, kulelere bakıp durmamdan dolayı normalden uzun sürdü. Hatta daha bavullarımız elimizdeyken fotoğraf dahi çektirdim Gürkan’a.

Prag-Ceren

Yaklaşık 10 dakika sonra otelimiz Zlatá Váha‘ya gelmiştik. Resepsiyonda kaydımızı yaptırdıktan sonra güzel merdivenlerden odamıza çıktık. Oda yüksek tavanlıydı. Biri balkona açılan iki pencereye ve güzel ahşap pencereli bir balkona sahipti. Pencereler ve balkon giriş avlusuna bakıyordu. Banyosu yeterli konfora sahip, kabinli ve temizdi. Odada gerekli olabilecek her şey bulunuyordu. Kısacası ben çok sevmiştim.

Başlamışken otelle ilgili tüm görüşlerimizi buraya yazıp, otel konusunu kapatayım. Otel merkezi bir konumda. Toplu ulaşım araçlarına ve meydana yürüme mesafesinde. Hemen yanında bir kaç güzel bar ve restoran var. Bizim kaldığımız odada iki tek kişilik yatak bulunuyordu. Yataklar, çarşaflar ve havlular bembeyaz ve tertemizdi. Buzdolabı, klima, etajerler, masa ve elbise dolabı vardı. Kesinlikle ferah ve tıkış tıkış olmayan yüksek tavanlı rahat bir odaydı. Banyoda saç kurutma makinesi ve banyo malzemeleri bulunuyordu. Kötü yanı ise yoldan geçen tramvayın sarsıntısı odadan net bir şekilde hissediliyor. Ayrıca geceyarısı otele gelen ve avluda zaman geçirmeye karar veren yüksek sesle konuşan müşterilerin sesleri uykunuz ağır değilse sizi uyandırabilecek kadar net duyuluyor. Wi-fi odalardan güçlü bir şekilde çekiyor. Kahvaltı salonu gereken büyüklükte ve kahvaltısı iyi. Bir daha Prag’a gidersek, avluya bakmayan odalardan birinde kalmak şartıyla bu oteli tekrar tercih ederiz. Otelin önündeki parkın heykellerle süslü fıskiyeli havuzu çok ilgi çekiciydi. Çeşmesinden akan su, Prag’da her yerde olduğu gibi içilebilirdi. Her yer derken, oteldeki çeşme dahil tüm çeşmelerden akan suyu içebilirsiniz. Biz hep içtik, hiç su almadık, su bakkallarda bile 25 kron’a satılıyor.

Prag-Meydan-1

Eşyalarımızı bıraktıktan sonra hemen sokaklara attık kendimizi, o güzel sokaklara. Şehrin en merkezi ve en turistik yeri olan Old Town Meydanına vardığımızda, Astronomik Saat Kulesinin önünde bekleyen kalabalık turist grubuna katıldık. Grubun içinde İzmir’den gelen bir anadolu lisesinin öğrencileri dahi vardı.

Prag-Saat-1

Saat kulesi 15. yüzyılda inşa edilmiş ve çeşitli onarımlarla günümüze kadar gelmiş. Dünyanın hala çalışan en eski üçüncü saati. Saat üç kısımdan oluşuyor. Altta bulunan kısımdaki panel takvimi gösteriyor. Orta kısımdaki panel güneş, ayın ve yıldızların hareketlerini, 12’ye bölünmüş zodyak ve gökyüzü haritasını gösteriyor. Asıl seyirci toplayan kısım ise en üstte. Her saat başında iskeletin elindeki zili çalmasıyla animasyon başlıyor ve kalabalıktan merak nidaları yükseliyor. Zille birlikte en üstteki iki kapak açılıyor ve o bölümdeki kuklalar soldan sağa doğru hareket ediyorlar. En önde olan kukla İsa Peygamber, ardından da havarileri geliyor.

Prag-Saat-2

Saatin en alt kısmında iki sagda iki solda olmak üzere dört kukla heykeli bulunuyor. Bu kuklalar insanlara neleri yapmamaları gerektiğini anlatıyor. Soldan en baştaki elindeki aynayla kendine bakan kukla kendini beğenmişliği sembolize ediyor. Onun yanındaki kukla elinde bir torba olan yahudi ve cimriliği temsil ediyor. Diğer taraftaki ilk kukla ise iskelet, ölümü sembolize ediyor. Yanındaki kukla ise elinde mandolini ile bir Türk, eğlence ve sefahati sembolize ediyor. Bu dördünden kaçınmamız gerekiyor, ana fikir bu. Geçiş sırasında iskelet elindeki çanı çalmakta, diğer kuklalar ise başlarını sallamaktalar. Geçiş bittiğinde ise havarilerin üstündeki horoz kısaca ötmekte. İzlemesi çok keyifli ve çok güzel bir saat gerçekten. Bu gösterinin kısa bir videosu aşağıda.

Saat hakkında epey de efsane var. Hanuş Usta’nın bu saati yaptığı ve kralın böyle güzel bir saati bir daha yapamasın diye ustanın gözlerini kör ettiği en fazla anlatılanı. Hatta Nazım Hikmet de bir şiirinde bu efsaneye atıfta bulunuyor.

Şair memleketten uzak,
Hasretten delik deşik
Eski Kent’te duruyordu.
Meydanlıkta yapayalnız
Gotik duvar üstünde
Hanuş ustanın saati
On ikiyi vuruyordu.
Ve çanları çalan ölüm
Ve yukarda öttü horoz
Şair memleketten uzak,
Hasretten delik deşik
Etrafına dalgın baktı

Saate uzun süre bakmak ve tüm ayrıntıları zihninize kaydetmek istiyorsunuz. Benim en çok hoşuma giden renklerin kullanımı ve özellikle altın yaldız rengi oldu. Bu renk Prag’ın her yerinde ve bir çok heykelde kullanılmış.

Prag-Meydan-2

Eski şehir meydanında çok güzel binalar var. Bizce en güzeli ise Tyn kilisesi.

Prag-Tyn-3

Prag’ da geçirdiğimiz kısa zamanda gündüz ve gece uzun uzun bu kiliseyi seyrettik.

Prag-Tyn-1

Şehir gerçekten dedikleri gibi bir masal şehri. Fakat bu kilise masalın içindeki masal gibi, sanki çok uzak bir zamanda ve mekanda da orada sadece görünüyor. Evet, gerçekten fazla etkilenmişim. Ertesi gün kilisenin içini de gezdik, içerisi dışarıdan göründüğü kadar ihtişamlı değil ama sadeliği yanında oldukça güzel işçiliğe sahip.

Prag-Tyn-4

Meydandaki binalarla ilgili fazla bir bilgi edinemedik. Size tavsiyem Prag’la ilgili bir kitap alarak gezmeniz olur. Belki de görülecek eserlerin fazlalığından dolayıdır, etrafta merakınızı giderecek, bilgi veren açıklama panoları yok.

Meydanda Saat Kulesi ve Tyn kilisesi haricinde Saint Nicholas kilisesi de görülmesi gereken yerlerden. Biz fırsat bulup içine giremedik. 17. yy da barok stilde inşa edilmiş çok güzel bir yapı. Üzerinde bir çok yerde olduğu gibi çeşitli heybetli heykeller var. Nedense fotoğrafını çekmemişiz ama meydanı ve iki kiliseyi de aşağıdaki videoda izleyebilirsiniz.

Meydan gece gündüz canlı. Pandomimciler, sanatçılar, müzisyenler, gençler, turistler ve gingerlar. Evet, çok fazla ginger var şehirde ve turistler de epey rağbet ediyorlar bu araçlarla şehir turu yapmaya.

Şehrin simgelerinden biri de Karl Köprüsü. Köprü Vltava nehri üzerinde inşa edilmiş ve 1402 yılında tamamlanış. Eski şehir tarafından köprüye giderken muhteşem ve haşmetli gotik stilde yapılmış kule kapısından geçiliyor. Kapının üstünde yine ihtişamlı ve hayranlık uyandıran heykeller var. Karşı kıyıdaki çıkışta da çok güzel iki kuleli bir kapı var.

Prag-Kopru-3

Bu şehirde önünüze bakabilmek gerçekten çok zor. Köprüye çıktığınızda uzakta kale manzarası hemen göze çarpıyor.Köprünün kenarları sağlı sollu heykellerle dekore edilmiş. Heykellerin arasından yürürken nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz çünkü gerçekten çoklar.

Prag-Kopru-2

En dikkat çeken ellenmekten parlamış olanı. Bu heykeli elleyenlerin Prag’a tekrar geleceği söyleniyormuş. Ben de epey parlattım. Maalesef heykeller hakkında bir bilgimiz yok (kesinlikle şehri tanıtan bir kitap almalı diyorum tekrar ve tekrar). Köprünün üstü de sanatçı dolu.

Prag-Kopru-1

Müzisyenler gerçekten çok iyi, özellikle klasik müzik çalanlar. En iyi gruplar akşamları çıkıyor. Hepsi oturup dakikalarca dinlenesi. Aşağıdaki kısa video bu güzelliği size de hissettirebilir.

Fakat akşamları çıkan o can sıkıcı sivrisinekler bizim için fazlasıyla rahatsızlık vericiydi. Sinekler heykellerin üstündeki örümcek ağlarını da kaplamış durumda. Ressamlar, takı satanlar ve envai çeşit satıcı. Biz avrupalı turistler gibi euro ile kazanmadığımız için el yapımı magnetler ve takılar biraz pahalı geldi. Fakat tezgahlardan birindeki takılar el yapımı, orijinal ve uygun fiyattaydı. Bir tezgahtan bana aşağıdaki küpeleri ve kolye ucunu aldık. Giderseniz bu tezgaha uğramanızı kesinlikle öneririm.

Prag-Hediye1

Köprünün nehir manzarası da çok güzel. Orada bulunduğumuz iki günde de sabah akşam köprüde bulunmaktan büyük keyif aldık.

Prag-Vltava-1

Ben yine Nazım Hikmet ile köprüyü anlatmayı bitireyim.

Pırağ’da bir yandan ağarıyor ortalık
Bir yandan da kar yağıyor
Sulusepken
Kurşuni
Pırağ’da ağır ağır aydınlanıyor barok;
Huzursuz, uzak
Ve yaldızlarında kararmış keder.
Ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlara benziyor.
Dördüncü Şarl Köprüsünde heykeller.

Ertesi gün Prag’da muhakkak görmeniz gereken Prag Kalesi’ne gittik. Kale’ye çıkmak için tramvay’ı kullanabilirsiniz ama biz yürüyerek çıkmayı tercih ettik. Zaten gezip görmeye geldiğimiz için bu tip yürüyüşleri çok seviyoruz.

Prag-Kale-1

Yol üzerinde yukarıdaki gibi güzel meydan ve binaları görmeyi seviyoruz. Arada bir yerlerde oturup bir şeyler içmek hoşumuza gidiyor.

Önce Kale’nin yukarısındaki Strahov Manastırı’na çıktık. Yorucuydu ama manastır’ın önündeki kendi birasını üreten Klasterni Pivovar‘da içtiğim India Pale Ale beni kendime getirdi.

Kaleye geldiğimizde girişte bir kalabalık gördük. Meğerse nöbet tutan askerlerin nöbet değişimine denk gelmişiz. Pek uzattılar ama izlemesi çok keyifliydi. Gelenek bile olsa çok turistik geldi bize.

Prag-Kale-2

Sonrasında giriş biletimizi aldık. Kalede ziyaret edeceğiniz noktaları seçerek üç farklı bilet alabiliyorsunuz. Bu biletlerin nereleri gezmenize izin verdiğini ve fiyatlarını buradan görebilirsiniz. Biz B rotası için bilet alarak kişi başı 250 kron ödedik. Rotanın ilk durağı olarak St. Vitus Katedraline girdik.

Prag-Kale-4

Aslında katedralin içine girmek için bilete ihtiyacınız yok, elbette halka açık. Ancak biletiniz yoksa kapıdan girip içine bakıp çıkıyorsunuz.

Prag-Kale-3

Ancak içini güzelce gezebilmek için daha içeriye girmek ve bunun için de biletli olmanız gerekiyor. Bence girmeniz lazım çünkü biz kilisede yaklaşık bir saat geçirdik, görülecek çok şey var. Bu kilisenin içi Tyn’in aksine dışından daha ihtişamlı.

Prag-Kale-6

Biletimizin izin verdiği diğer bina ise eski Kraliyet Sarayı idi. Bu yapının içinde görülecek olağanüstü şeyler yok ama yine de gezilebilir. Merdivenlerle çıkılan bir kaç odasının manzarası çok güzel.

Prag-Kale-5

Büyük bir davet salonu da var ama bizi çok etkilemedi çünkü Yıldız Şale’nin davet salonunu yeni görmüştük ve orası buradan daha büyük. Tabi ne de olsa bu yapı çok daha eski, o nedenle dikkat çekici.

Biletimiz ile girebildiğimiz son yer ise bir yapı değil, yapılardan oluşan bir sokak. Golden Lane denen bu sokakta eski kale çalışanlarının ve zanaatkarlarının evleri restore edilmiş ve bazıları mağaza haline getirilmiş. Epey etkileyici ve güzel bir sokak.

Prag-Kale-7

Golden Lane’e girmeden önce sol köşede cam eşyalar satan bir mağaza var. Biz aşağıya indikten sonra farkettik ama cam eşya alacaksanız en ucuz yer burası. Bizim Paşabahçe gibi bir nevi devlet kurumu gibi görünüyor. Çok hoş şeyler var.

Kaleden aşağıya inince tekrar Karl Köprüsüne doğru döndük. Yol üzerinde Franz Kafka müzesi var. Bu müzeyi zaten Karl köprüsünden karşıya geçerken Vltava nehrinin sağ kıyısında görüyorsunuz. Bahçesinde ilginç iki heykelin süslediği bir süs havuzu var. Heykeller işeyerek havuzu dolduruyorlar. Birisi bu.

Prag-Kafka-1

O heykelleri ve bahçede bulunma sebebini pek anlayamadık doğrusu, sanki Kafka’dan rol çalıyorlardı. Hediyelik eşya mağazası da bahçenin içinde. Doğrusu müze bizi hayal kırıklığına uğrattı. Klasik müze anlayışından uzaktı. Simsiyah koridorlarda yürürken sağlı sollu Kafka ile ilgili yazılar ve fotoğraflar vardı. Ancak müzedeki fotoğraflardan farkettik ki, astronomik saatin yanında gördüğümüz ve dikkatimizi çekmiş olan şu binada Kafka bir dönem yaşamış.

Prag-Kafka-2

Değişik bir cephesi olduğu için dikkatimizi çekmişti, görmeden geçmenin pek mümkün olmadığı bir yerde. Müzede fotoğraf çekmek de yasak. Çalan müzikle birlikte koridorların büründüğü hava müzede segilenenlerden daha etkileyiciydi. Kişi başı 200 kron, içinde umduğumu bulamadığım bu müze için bence fazla pahalıydı.

Gezilip görülecek yerler bittikten sonra biraz merkezden uzaklaşmaya başladık. Karl Köprüsünden kalenin görüntüsüne bakarak karşı kıyıya geçtik.

Prag-Kopru-4

Turistik yerlerde merkezi yerlerden biraz olsun uzaklaşınca şehri daha iyi tanıyoruz. Gerçi Prag’da zamanımız az olduğundan pek uzaklaşamadık ama yine de arka sokakların keyfini aldık. Vltava nehri boyunca yürürken nehir kenarında Nominanza River Restoran bizi kendine çekti.

Prag-Yemek-1

Burada nehir kenarında biraz dinlenip karnımızı doyurduk. Prag’da her yerde olduğu gibi yine iki kişi bahşiş dahil yaklaşık 50 TL ödeyip kalktık.

Nehir boyunca ilerledikçe Prag’ın güzel binaları daha çok dikkatimizi çekti.

Prag-Binalar-1

Nehrin bu tarafındaki diğer binalarla alakası olmayan tek bina, Dans Eden Ev ya da Fred and Ginger House diye takma ad verilmiş olan şu bina.

Prag-Binalar-ginger

Çok farklı bir bina ama bir de Prag’ın diğer binaları arasında olunca daha da enteresan geliyor.

National Theatre binası da nehir kenarında. Ana cephesi restorasyonda idi ama heybetli yan cephe görünüyordu.

Prag-Tiyatro

Tam tiyaro binasının karşısında, Nazım Hikmet’in Prag’da geçirdiği yıllarında çok sık gittiği Cafe Slavia bulunuyor. Elbette oraya kadar gitmişken Nazım’ın çok sevdiği bu kafeye biz de gittik. Biz de cam kenarında bir masaya oturup Nazım’ın seyredip memleketini düşündüğü manzarayı izledik.

Prag-Yemek-Slavia-1

 

Nazım Hikmet’in şu şiirini de hatırladık.

slavya kahvesinde oturan dostum tavfer’le,
vıltava suyuna karşı oturup,
tatlı tatlı yarenliği severim
hele sabahları hele baharda.
hele sabahları hele baharda
konuşurken dalar dalar gideriz
bir yitirir bir buluruz birbirimizi.
hele sabahları hele baharda.
prağ şehri yaldızlı bir dumandır
ve kızıl, kocaman bir elma gibi.
nezval geçer taze çıkmış kabrinden
param parça yüreği de elinde
ve orhan veli’yle karşılaşırlar
urumeli hisarından gelir o
ve telli kavağa benzer orhanım
yüreciği delik deşik onun da.
biz de aynı loncadanız biliriz tavfer
zanaatların en kanlısı şairlik
sırların sırrını öğrenmek için
yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.
pırağ şehri yaldızlı bir dumandır
vıltava suyunun köpüklerine
martı kuşlarıyla gelir istanbul
lejyonerler köprüsüne gidelim tavfer
martı kuşlarına ekmek verelim.

Cafe Slavia’da duvarlarda oraya gelen ünlülerin fotoğrafları arasında Nazım Hikmet’in fotoğrafı da var. Ayrıca bir duvardaki şu tablo hakkında şöyle bir hikaye var.

Prag-Yemek-Slavia

Söylenen o ki, Nazım Hikmet’in günlerce dertli dertli camdan dışarı baktığını gören Prag’lı bir ressam, onun bir kadını düşündüğünü hikaye eden resmini çizmiş. Kadın Nazım Hikmet’in içtiği Absinthe renginde resmedilmiş. Doğru mu bilmiyoruz ama biz bu hikayeyi çok sevdik.

Cafe Slavia şık bir mekan. Biz çok aç olmadığımızdan, merak ettiğimiz kaz etinden bir porsiyon yedik, çok lezzetliydi. Güzel pastalardan birini seçtik, kahve ve biralarımızı da içtikten sonra tipik 50 TL’lik hesabımızı ödedik. Cafe’de Nazım’ın izini süren diğer Türklerle de tanışıp fotoğraf çektirdikten sonra yolumuza devam ettik.

Yeme içme konusunda Prag oldukça ucuz ve çeşit çok fazla. Deli gibi acıkıp her şeyi yemek istiyorduk ama özellikle ben maalesef çok yiyebilen bir insan değilim. Bir daha gidersek Cafe Slavia’da kesinlikle bir öğünden fazla yemeyi planlıyoruz.

Biralar neredeyse sudan daha ucuz ve çok çeşitli. Aslında sudan gerçekten daha ucuz. Markete girdiğimizde içki reyonu fiyatlarıyla bizi kendimizden geçirdi.

Şehir, merkezden başlayarak Prag 1, Prag 2 şeklinde bölgelere ayrılmış. Bu da oteli seçerken çok yardımcı oluyor. Biz merkezde kaldığımız için toplu ulaşımı havaalanına gidiş geliş dışında kullanmadık. Ama bunun dışında hiç kullanmasak da metro ve tramvay oldukça yaygın.

Hediyelik eşya olarak cam eşyalar, takılar ve kuklalar var. Elbette ki magnetler de. Hediyelikler yeme içme kadar ucuz değil ama pahalı olduğunu da düşünmeyin. Biz daha ucuz bulma adına epey geç aldık magnetleri. 30 kronla 90 kron arasında değişiyor fiyatları. Biz magnetle ahşap bardak altlığı aldık. Daha önce söylediğim gibi kaledeki cam atölyesi satış mağazasında cam eşyalar daha uygun fiyatlı.

Her gittiğimiz yerde olduğu gibi yine büyük bir market bulduk ve en fazla alışverişi marketten yaptık. Ambre Solaire güneş kremleri 180 krondu, yaklaşık 18 TL. Buradaki fiyatın yarısı yani. Epey baharat aldık ayrıca. Markete kesinlikle gidin deriz, çok uygun fiyatlı ürünler bulunabiliyor. Ayrıca çok çeşitli alışveriş mağazalarının olduğu Václavské náměstí caddesinde 5-6 katlı bir Bata mağazası var, kesinlikle uğrayın deriz.

Otelimize dönerken hep önünden geçtiğimiz Opera binası ve Powder Tower’ın ihtişamlı görüntüsünü de burada paylaşalım.

Prag-Opera

 

Prag’da geçirdiğimiz muhteşem iki gün sonunda havaalanına giderken Gürkan’ın macera araması sonucu havaalanına Metro ve otobüs ile gitmeye karar verdik. Metro B’nin son durağına kadar gidip 100 numaralı otobüsle havaalanına geçtik. Gittik ama son durak çok ıssız bir yerdeydi ve pazar günü olduğu için otobüs saatleri epey seyrekti. Hani otobüsü kaçırsak etrafta taksi bile bulamazdık. Yine Airport Express ile gitsek daha sağlam olurdu bizce.

Son Söz

Prag gerçekten masal gibi bir şehir. Tüm övgüleri hak ettiğini düşünüyoruz. Ucuz olması ayrıca bir övgü konusu olabilir. Gotik, romantik, büyüleyici ve zamanın durduğu bir şehir. Fırsat bulursak tekrar gitmeyi çok isteriz.

Ceren, Temmuz 2014.