Prag, Milan Kundera’nın kitaplarından sonra, görmek istediğim yerlerin başında geliyordu. Evet, nedense Kafka değil, Kundera’ydı bana Prag’ı merak ettiren, beni çeken. Çok sevgili kocam, hazır vizemiz varken hayallerin gerçek olsun dedi. Sanırım kendisi de daha önce gittiği Prag’ı tekrar görmek ve çok sevdiği Becherovka’yı tekrar içmek istiyordu.
Uzun bir tatil için zamanımız olmadığından Prag’ı bir hafta sonuna sıkıştırmalıydık. Türk Hava Yolları‘nın birikmiş Miles & Smiles milleri ile cuma akşam 16:30 uçağı ile gidip pazar akşam 19:30 uçağıyla geri dönecek şekilde biletimizi alınca bize Prag’da 2 gece ve 2 gün kalmış oldu. Kalacak ucuz, temiz, merkeze yakın bir oteli de booking.com dan ayarlayınca her şey tamam oldu.
Prag Havaalanına indiğimizde ilk dikkatimizi çeken tenhalığı ve sessizliğiydi. Hızlıca pasaport kontrolünden geçip dışarıya çıktık. Çek Cumhuriyet’i Avrupa Birliği’ne dahil ve Schengen vizesi ile giriliyor ancak para birimleri Euro değil, Çek Kronu. Cebinizde Euro veya Dolar ile gidip havaalanındaki ofislerde Kron alabilirsiniz ama biz ATM’den çekmeyi daha uygun buluyoruz. Yapı Kredi ATM kartınız ile hiç bir ücret ödemeden Prag’taki UniCredit Bank ATM’lerinden kron çekebiliyorsunuz. Türkiye’deki TL hesabınızdan o günün Merkez Bankası kuru ile kron çekmiş oluyorsunuz. Hem az az para çekerek hırsızlığa karşı korunmuş oluyorsunuz hem de Türkiye’de euro almak için, Prag’da da krona çevirmek için döviz bürolarına komisyon vermiyorsunuz. Biz havaalanındaki ATM’den 2,000 kron çekerek başladık. En büyük banknot 1,000 kron ama bozdurmak sorun olmuyor, bizim paramızla yaklaşık 100 TL yapıyor. Aslında 95 gibi ama kolay olsun diye biz hep 10’a bölerek hesapladık.
Gitmeden önce yaptığımız araştırmalarda, merkeze gitmek için en uygun olan otobüsün, Havaalanı Express (AE) olduğunu görmüştük. Yarım saatte bir olan otobüse yaklaşık 15 dk sonra binmiştik. Otobüs bileti kişi başı 60 kron ve şöförden alabiliyorsunuz ama euro ya da dolar kabul etmiyor. İlk duraktan binmenin ne kadar iyi olduğunu ikinci duraktan sonra otobüsün epey dolması ile anladık. Neredeyse tıkış tıkış olan otobüste yol boyunca kimsenin sinirlenmemesi, tartışmaması yada öfkeli sesler çıkartmaması beni epey şaşırttı. Şehir merkezine giden yollardaki üstü meyve (özellikle elma) dolu olan ağaçlardan gözümü alamadım. Yemyeşil, bol ağaçlı ve geniş araziler daha şehre girerken kendimizi iyi hissettirdi.
Son durakta indik. Bu durak ana tren istasyonunda bulunuyor. Merdivenlerle yolun altına indik ve güzel bir parkın içinden geçerek otelimize doğru yola koyulduk. Prag’da bu şekilde bir sürü geniş parkın olduğunu daha sonra gördüm. Otelin yolunda ilerlemek, o güzel binalara, binalardaki heykellere, kulelere bakıp durmamdan dolayı normalden uzun sürdü. Hatta daha bavullarımız elimizdeyken fotoğraf dahi çektirdim Gürkan’a.
Yaklaşık 10 dakika sonra otelimiz Zlatá Váha‘ya gelmiştik. Resepsiyonda kaydımızı yaptırdıktan sonra güzel merdivenlerden odamıza çıktık. Oda yüksek tavanlıydı. Biri balkona açılan iki pencereye ve güzel ahşap pencereli bir balkona sahipti. Pencereler ve balkon giriş avlusuna bakıyordu. Banyosu yeterli konfora sahip, kabinli ve temizdi. Odada gerekli olabilecek her şey bulunuyordu. Kısacası ben çok sevmiştim.
Başlamışken otelle ilgili tüm görüşlerimizi buraya yazıp, otel konusunu kapatayım. Otel merkezi bir konumda. Toplu ulaşım araçlarına ve meydana yürüme mesafesinde. Hemen yanında bir kaç güzel bar ve restoran var. Bizim kaldığımız odada iki tek kişilik yatak bulunuyordu. Yataklar, çarşaflar ve havlular bembeyaz ve tertemizdi. Buzdolabı, klima, etajerler, masa ve elbise dolabı vardı. Kesinlikle ferah ve tıkış tıkış olmayan yüksek tavanlı rahat bir odaydı. Banyoda saç kurutma makinesi ve banyo malzemeleri bulunuyordu. Kötü yanı ise yoldan geçen tramvayın sarsıntısı odadan net bir şekilde hissediliyor. Ayrıca geceyarısı otele gelen ve avluda zaman geçirmeye karar veren yüksek sesle konuşan müşterilerin sesleri uykunuz ağır değilse sizi uyandırabilecek kadar net duyuluyor. Wi-fi odalardan güçlü bir şekilde çekiyor. Kahvaltı salonu gereken büyüklükte ve kahvaltısı iyi. Bir daha Prag’a gidersek, avluya bakmayan odalardan birinde kalmak şartıyla bu oteli tekrar tercih ederiz. Otelin önündeki parkın heykellerle süslü fıskiyeli havuzu çok ilgi çekiciydi. Çeşmesinden akan su, Prag’da her yerde olduğu gibi içilebilirdi. Her yer derken, oteldeki çeşme dahil tüm çeşmelerden akan suyu içebilirsiniz. Biz hep içtik, hiç su almadık, su bakkallarda bile 25 kron’a satılıyor.
Eşyalarımızı bıraktıktan sonra hemen sokaklara attık kendimizi, o güzel sokaklara. Şehrin en merkezi ve en turistik yeri olan Old Town Meydanına vardığımızda, Astronomik Saat Kulesinin önünde bekleyen kalabalık turist grubuna katıldık. Grubun içinde İzmir’den gelen bir anadolu lisesinin öğrencileri dahi vardı.
Saat kulesi 15. yüzyılda inşa edilmiş ve çeşitli onarımlarla günümüze kadar gelmiş. Dünyanın hala çalışan en eski üçüncü saati. Saat üç kısımdan oluşuyor. Altta bulunan kısımdaki panel takvimi gösteriyor. Orta kısımdaki panel güneş, ayın ve yıldızların hareketlerini, 12’ye bölünmüş zodyak ve gökyüzü haritasını gösteriyor. Asıl seyirci toplayan kısım ise en üstte. Her saat başında iskeletin elindeki zili çalmasıyla animasyon başlıyor ve kalabalıktan merak nidaları yükseliyor. Zille birlikte en üstteki iki kapak açılıyor ve o bölümdeki kuklalar soldan sağa doğru hareket ediyorlar. En önde olan kukla İsa Peygamber, ardından da havarileri geliyor.
Saatin en alt kısmında iki sagda iki solda olmak üzere dört kukla heykeli bulunuyor. Bu kuklalar insanlara neleri yapmamaları gerektiğini anlatıyor. Soldan en baştaki elindeki aynayla kendine bakan kukla kendini beğenmişliği sembolize ediyor. Onun yanındaki kukla elinde bir torba olan yahudi ve cimriliği temsil ediyor. Diğer taraftaki ilk kukla ise iskelet, ölümü sembolize ediyor. Yanındaki kukla ise elinde mandolini ile bir Türk, eğlence ve sefahati sembolize ediyor. Bu dördünden kaçınmamız gerekiyor, ana fikir bu. Geçiş sırasında iskelet elindeki çanı çalmakta, diğer kuklalar ise başlarını sallamaktalar. Geçiş bittiğinde ise havarilerin üstündeki horoz kısaca ötmekte. İzlemesi çok keyifli ve çok güzel bir saat gerçekten. Bu gösterinin kısa bir videosu aşağıda.
Saat hakkında epey de efsane var. Hanuş Usta’nın bu saati yaptığı ve kralın böyle güzel bir saati bir daha yapamasın diye ustanın gözlerini kör ettiği en fazla anlatılanı. Hatta Nazım Hikmet de bir şiirinde bu efsaneye atıfta bulunuyor.
Şair memleketten uzak,
Hasretten delik deşik
Eski Kent’te duruyordu.
Meydanlıkta yapayalnız
Gotik duvar üstünde
Hanuş ustanın saati
On ikiyi vuruyordu.
Ve çanları çalan ölüm
Ve yukarda öttü horoz
Şair memleketten uzak,
Hasretten delik deşik
Etrafına dalgın baktı
Saate uzun süre bakmak ve tüm ayrıntıları zihninize kaydetmek istiyorsunuz. Benim en çok hoşuma giden renklerin kullanımı ve özellikle altın yaldız rengi oldu. Bu renk Prag’ın her yerinde ve bir çok heykelde kullanılmış.
Eski şehir meydanında çok güzel binalar var. Bizce en güzeli ise Tyn kilisesi.
Prag’ da geçirdiğimiz kısa zamanda gündüz ve gece uzun uzun bu kiliseyi seyrettik.
Şehir gerçekten dedikleri gibi bir masal şehri. Fakat bu kilise masalın içindeki masal gibi, sanki çok uzak bir zamanda ve mekanda da orada sadece görünüyor. Evet, gerçekten fazla etkilenmişim. Ertesi gün kilisenin içini de gezdik, içerisi dışarıdan göründüğü kadar ihtişamlı değil ama sadeliği yanında oldukça güzel işçiliğe sahip.
Meydandaki binalarla ilgili fazla bir bilgi edinemedik. Size tavsiyem Prag’la ilgili bir kitap alarak gezmeniz olur. Belki de görülecek eserlerin fazlalığından dolayıdır, etrafta merakınızı giderecek, bilgi veren açıklama panoları yok.
Meydanda Saat Kulesi ve Tyn kilisesi haricinde Saint Nicholas kilisesi de görülmesi gereken yerlerden. Biz fırsat bulup içine giremedik. 17. yy da barok stilde inşa edilmiş çok güzel bir yapı. Üzerinde bir çok yerde olduğu gibi çeşitli heybetli heykeller var. Nedense fotoğrafını çekmemişiz ama meydanı ve iki kiliseyi de aşağıdaki videoda izleyebilirsiniz.
Meydan gece gündüz canlı. Pandomimciler, sanatçılar, müzisyenler, gençler, turistler ve gingerlar. Evet, çok fazla ginger var şehirde ve turistler de epey rağbet ediyorlar bu araçlarla şehir turu yapmaya.
Şehrin simgelerinden biri de Karl Köprüsü. Köprü Vltava nehri üzerinde inşa edilmiş ve 1402 yılında tamamlanış. Eski şehir tarafından köprüye giderken muhteşem ve haşmetli gotik stilde yapılmış kule kapısından geçiliyor. Kapının üstünde yine ihtişamlı ve hayranlık uyandıran heykeller var. Karşı kıyıdaki çıkışta da çok güzel iki kuleli bir kapı var.
Bu şehirde önünüze bakabilmek gerçekten çok zor. Köprüye çıktığınızda uzakta kale manzarası hemen göze çarpıyor.Köprünün kenarları sağlı sollu heykellerle dekore edilmiş. Heykellerin arasından yürürken nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz çünkü gerçekten çoklar.
En dikkat çeken ellenmekten parlamış olanı. Bu heykeli elleyenlerin Prag’a tekrar geleceği söyleniyormuş. Ben de epey parlattım. Maalesef heykeller hakkında bir bilgimiz yok (kesinlikle şehri tanıtan bir kitap almalı diyorum tekrar ve tekrar). Köprünün üstü de sanatçı dolu.
Müzisyenler gerçekten çok iyi, özellikle klasik müzik çalanlar. En iyi gruplar akşamları çıkıyor. Hepsi oturup dakikalarca dinlenesi. Aşağıdaki kısa video bu güzelliği size de hissettirebilir.
Fakat akşamları çıkan o can sıkıcı sivrisinekler bizim için fazlasıyla rahatsızlık vericiydi. Sinekler heykellerin üstündeki örümcek ağlarını da kaplamış durumda. Ressamlar, takı satanlar ve envai çeşit satıcı. Biz avrupalı turistler gibi euro ile kazanmadığımız için el yapımı magnetler ve takılar biraz pahalı geldi. Fakat tezgahlardan birindeki takılar el yapımı, orijinal ve uygun fiyattaydı. Bir tezgahtan bana aşağıdaki küpeleri ve kolye ucunu aldık. Giderseniz bu tezgaha uğramanızı kesinlikle öneririm.
Köprünün nehir manzarası da çok güzel. Orada bulunduğumuz iki günde de sabah akşam köprüde bulunmaktan büyük keyif aldık.
Ben yine Nazım Hikmet ile köprüyü anlatmayı bitireyim.
Pırağ’da bir yandan ağarıyor ortalık
Bir yandan da kar yağıyor
Sulusepken
Kurşuni
Pırağ’da ağır ağır aydınlanıyor barok;
Huzursuz, uzak
Ve yaldızlarında kararmış keder.
Ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlara benziyor.
Dördüncü Şarl Köprüsünde heykeller.
Ertesi gün Prag’da muhakkak görmeniz gereken Prag Kalesi’ne gittik. Kale’ye çıkmak için tramvay’ı kullanabilirsiniz ama biz yürüyerek çıkmayı tercih ettik. Zaten gezip görmeye geldiğimiz için bu tip yürüyüşleri çok seviyoruz.
Yol üzerinde yukarıdaki gibi güzel meydan ve binaları görmeyi seviyoruz. Arada bir yerlerde oturup bir şeyler içmek hoşumuza gidiyor.
Önce Kale’nin yukarısındaki Strahov Manastırı’na çıktık. Yorucuydu ama manastır’ın önündeki kendi birasını üreten Klasterni Pivovar‘da içtiğim India Pale Ale beni kendime getirdi.
Kaleye geldiğimizde girişte bir kalabalık gördük. Meğerse nöbet tutan askerlerin nöbet değişimine denk gelmişiz. Pek uzattılar ama izlemesi çok keyifliydi. Gelenek bile olsa çok turistik geldi bize.
Sonrasında giriş biletimizi aldık. Kalede ziyaret edeceğiniz noktaları seçerek üç farklı bilet alabiliyorsunuz. Bu biletlerin nereleri gezmenize izin verdiğini ve fiyatlarını buradan görebilirsiniz. Biz B rotası için bilet alarak kişi başı 250 kron ödedik. Rotanın ilk durağı olarak St. Vitus Katedraline girdik.
Aslında katedralin içine girmek için bilete ihtiyacınız yok, elbette halka açık. Ancak biletiniz yoksa kapıdan girip içine bakıp çıkıyorsunuz.
Ancak içini güzelce gezebilmek için daha içeriye girmek ve bunun için de biletli olmanız gerekiyor. Bence girmeniz lazım çünkü biz kilisede yaklaşık bir saat geçirdik, görülecek çok şey var. Bu kilisenin içi Tyn’in aksine dışından daha ihtişamlı.
Biletimizin izin verdiği diğer bina ise eski Kraliyet Sarayı idi. Bu yapının içinde görülecek olağanüstü şeyler yok ama yine de gezilebilir. Merdivenlerle çıkılan bir kaç odasının manzarası çok güzel.
Büyük bir davet salonu da var ama bizi çok etkilemedi çünkü Yıldız Şale’nin davet salonunu yeni görmüştük ve orası buradan daha büyük. Tabi ne de olsa bu yapı çok daha eski, o nedenle dikkat çekici.
Biletimiz ile girebildiğimiz son yer ise bir yapı değil, yapılardan oluşan bir sokak. Golden Lane denen bu sokakta eski kale çalışanlarının ve zanaatkarlarının evleri restore edilmiş ve bazıları mağaza haline getirilmiş. Epey etkileyici ve güzel bir sokak.
Golden Lane’e girmeden önce sol köşede cam eşyalar satan bir mağaza var. Biz aşağıya indikten sonra farkettik ama cam eşya alacaksanız en ucuz yer burası. Bizim Paşabahçe gibi bir nevi devlet kurumu gibi görünüyor. Çok hoş şeyler var.
Kaleden aşağıya inince tekrar Karl Köprüsüne doğru döndük. Yol üzerinde Franz Kafka müzesi var. Bu müzeyi zaten Karl köprüsünden karşıya geçerken Vltava nehrinin sağ kıyısında görüyorsunuz. Bahçesinde ilginç iki heykelin süslediği bir süs havuzu var. Heykeller işeyerek havuzu dolduruyorlar. Birisi bu.
O heykelleri ve bahçede bulunma sebebini pek anlayamadık doğrusu, sanki Kafka’dan rol çalıyorlardı. Hediyelik eşya mağazası da bahçenin içinde. Doğrusu müze bizi hayal kırıklığına uğrattı. Klasik müze anlayışından uzaktı. Simsiyah koridorlarda yürürken sağlı sollu Kafka ile ilgili yazılar ve fotoğraflar vardı. Ancak müzedeki fotoğraflardan farkettik ki, astronomik saatin yanında gördüğümüz ve dikkatimizi çekmiş olan şu binada Kafka bir dönem yaşamış.
Değişik bir cephesi olduğu için dikkatimizi çekmişti, görmeden geçmenin pek mümkün olmadığı bir yerde. Müzede fotoğraf çekmek de yasak. Çalan müzikle birlikte koridorların büründüğü hava müzede segilenenlerden daha etkileyiciydi. Kişi başı 200 kron, içinde umduğumu bulamadığım bu müze için bence fazla pahalıydı.
Gezilip görülecek yerler bittikten sonra biraz merkezden uzaklaşmaya başladık. Karl Köprüsünden kalenin görüntüsüne bakarak karşı kıyıya geçtik.
Turistik yerlerde merkezi yerlerden biraz olsun uzaklaşınca şehri daha iyi tanıyoruz. Gerçi Prag’da zamanımız az olduğundan pek uzaklaşamadık ama yine de arka sokakların keyfini aldık. Vltava nehri boyunca yürürken nehir kenarında Nominanza River Restoran bizi kendine çekti.
Burada nehir kenarında biraz dinlenip karnımızı doyurduk. Prag’da her yerde olduğu gibi yine iki kişi bahşiş dahil yaklaşık 50 TL ödeyip kalktık.
Nehir boyunca ilerledikçe Prag’ın güzel binaları daha çok dikkatimizi çekti.
Nehrin bu tarafındaki diğer binalarla alakası olmayan tek bina, Dans Eden Ev ya da Fred and Ginger House diye takma ad verilmiş olan şu bina.
Çok farklı bir bina ama bir de Prag’ın diğer binaları arasında olunca daha da enteresan geliyor.
National Theatre binası da nehir kenarında. Ana cephesi restorasyonda idi ama heybetli yan cephe görünüyordu.
Tam tiyaro binasının karşısında, Nazım Hikmet’in Prag’da geçirdiği yıllarında çok sık gittiği Cafe Slavia bulunuyor. Elbette oraya kadar gitmişken Nazım’ın çok sevdiği bu kafeye biz de gittik. Biz de cam kenarında bir masaya oturup Nazım’ın seyredip memleketini düşündüğü manzarayı izledik.
Nazım Hikmet’in şu şiirini de hatırladık.
slavya kahvesinde oturan dostum tavfer’le,
vıltava suyuna karşı oturup,
tatlı tatlı yarenliği severim
hele sabahları hele baharda.
hele sabahları hele baharda
konuşurken dalar dalar gideriz
bir yitirir bir buluruz birbirimizi.
hele sabahları hele baharda.
prağ şehri yaldızlı bir dumandır
ve kızıl, kocaman bir elma gibi.
nezval geçer taze çıkmış kabrinden
param parça yüreği de elinde
ve orhan veli’yle karşılaşırlar
urumeli hisarından gelir o
ve telli kavağa benzer orhanım
yüreciği delik deşik onun da.
biz de aynı loncadanız biliriz tavfer
zanaatların en kanlısı şairlik
sırların sırrını öğrenmek için
yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.
pırağ şehri yaldızlı bir dumandır
vıltava suyunun köpüklerine
martı kuşlarıyla gelir istanbul…
lejyonerler köprüsüne gidelim tavfer
martı kuşlarına ekmek verelim.
Cafe Slavia’da duvarlarda oraya gelen ünlülerin fotoğrafları arasında Nazım Hikmet’in fotoğrafı da var. Ayrıca bir duvardaki şu tablo hakkında şöyle bir hikaye var.
Söylenen o ki, Nazım Hikmet’in günlerce dertli dertli camdan dışarı baktığını gören Prag’lı bir ressam, onun bir kadını düşündüğünü hikaye eden resmini çizmiş. Kadın Nazım Hikmet’in içtiği Absinthe renginde resmedilmiş. Doğru mu bilmiyoruz ama biz bu hikayeyi çok sevdik.
Cafe Slavia şık bir mekan. Biz çok aç olmadığımızdan, merak ettiğimiz kaz etinden bir porsiyon yedik, çok lezzetliydi. Güzel pastalardan birini seçtik, kahve ve biralarımızı da içtikten sonra tipik 50 TL’lik hesabımızı ödedik. Cafe’de Nazım’ın izini süren diğer Türklerle de tanışıp fotoğraf çektirdikten sonra yolumuza devam ettik.
Yeme içme konusunda Prag oldukça ucuz ve çeşit çok fazla. Deli gibi acıkıp her şeyi yemek istiyorduk ama özellikle ben maalesef çok yiyebilen bir insan değilim. Bir daha gidersek Cafe Slavia’da kesinlikle bir öğünden fazla yemeyi planlıyoruz.
Biralar neredeyse sudan daha ucuz ve çok çeşitli. Aslında sudan gerçekten daha ucuz. Markete girdiğimizde içki reyonu fiyatlarıyla bizi kendimizden geçirdi.
Şehir, merkezden başlayarak Prag 1, Prag 2 şeklinde bölgelere ayrılmış. Bu da oteli seçerken çok yardımcı oluyor. Biz merkezde kaldığımız için toplu ulaşımı havaalanına gidiş geliş dışında kullanmadık. Ama bunun dışında hiç kullanmasak da metro ve tramvay oldukça yaygın.
Hediyelik eşya olarak cam eşyalar, takılar ve kuklalar var. Elbette ki magnetler de. Hediyelikler yeme içme kadar ucuz değil ama pahalı olduğunu da düşünmeyin. Biz daha ucuz bulma adına epey geç aldık magnetleri. 30 kronla 90 kron arasında değişiyor fiyatları. Biz magnetle ahşap bardak altlığı aldık. Daha önce söylediğim gibi kaledeki cam atölyesi satış mağazasında cam eşyalar daha uygun fiyatlı.
Her gittiğimiz yerde olduğu gibi yine büyük bir market bulduk ve en fazla alışverişi marketten yaptık. Ambre Solaire güneş kremleri 180 krondu, yaklaşık 18 TL. Buradaki fiyatın yarısı yani. Epey baharat aldık ayrıca. Markete kesinlikle gidin deriz, çok uygun fiyatlı ürünler bulunabiliyor. Ayrıca çok çeşitli alışveriş mağazalarının olduğu Václavské náměstí caddesinde 5-6 katlı bir Bata mağazası var, kesinlikle uğrayın deriz.
Otelimize dönerken hep önünden geçtiğimiz Opera binası ve Powder Tower’ın ihtişamlı görüntüsünü de burada paylaşalım.
Prag’da geçirdiğimiz muhteşem iki gün sonunda havaalanına giderken Gürkan’ın macera araması sonucu havaalanına Metro ve otobüs ile gitmeye karar verdik. Metro B’nin son durağına kadar gidip 100 numaralı otobüsle havaalanına geçtik. Gittik ama son durak çok ıssız bir yerdeydi ve pazar günü olduğu için otobüs saatleri epey seyrekti. Hani otobüsü kaçırsak etrafta taksi bile bulamazdık. Yine Airport Express ile gitsek daha sağlam olurdu bizce.
Son Söz
Prag gerçekten masal gibi bir şehir. Tüm övgüleri hak ettiğini düşünüyoruz. Ucuz olması ayrıca bir övgü konusu olabilir. Gotik, romantik, büyüleyici ve zamanın durduğu bir şehir. Fırsat bulursak tekrar gitmeyi çok isteriz.
Ceren, Temmuz 2014.