Etiket arşivi: seyahat

Havana (La Habana) / Küba

Saat 04:00 Atatürk Havalimanı’nda uykulu gözlerle etrafı izlerken içimdeki heyecanı bastırmaya çalışıyorum. Paris aktarmalı Havana yolculuğumuz için Air France kontuarının önünde 06:25 uçağının check in işlemini yaparken şanslı hissediyorum kendimi.

havana 1

Uzun, çok uzun bir yolculuk bizi bekliyor.  06:25’te İstanbul – Paris uçuşumuz başlıyor.

havana 2

Türkiye saati ile 09:50 de Paris’e iniş yapıyoruz. Fransa bir saat geri olduğu için burada saat 08:50.

Paris – Havana uçuşu 10:45’de, 2 saat Paris Havaalanında beklemek durumundayız. Aktarmalı uçuşların kaçınılmaz durumu. Burası ile ilgili aklımda kalan tek şey Paris Havaalanında interneti sadece 30 dakika ücretsiz kullanabilmeniz. Beni çok şaşırtmıştı.

havana 3

Paris’ten pistin yoğunluğu sebebi ile 1 saat rötarlı olarak saat 11:45’de havalanabiliyoruz. Çift katlı, yolcu otobüsü gibi tıklım tıkış ve daracık koltukları ile Air France sınıfta kalıyor.

havana 4

Sıkıntılı bir 10 saat sonunda Jose Marti – Habana Havaalanına iniyoruz.

havana 5

Havana yolculuğunuz esnasında gidiş için toplam uçakta geçireceğiniz tam 13,5 saat. Aktarma işlemleri, uçak gecikmeleri ile yolculuğunuz 16,5-17 saat sürecek. Fakat Türkiye ile Küba arasında -7 saat fark var. 06:25 te başlayan uçuşumuz Türkiye saati ile 22:30 da, Küba saati ile 15:30 da sona eriyor.

Fidel’in Ülkesi

Jose Marti’ye inince ilk dikkatimi çeken yoğun kırmızı renk oluyor. Havaalanı kırmızı ağırlıklı sarı ve eski tabii. Bu tabir tüm Küba seyahati için sanırım en açıklayıcı tabir. Fakat eski kelimesinin iyi veya kötü anlamı sizin beklentiniz ile değişiklik gösteriyor. Ben en baştan belirtmeliyim ki benim için hep iyi anlamda oldu.

havana 6

Rehberimiz uçaktan inince bizi şöyle uyardı “burada zaman sizin bildiğiniz gibi akmaz,Türkiye’de gibi düşünmeyin ve acele etmeyin. Tadını çıkarın saatlerin.” ve akabinde şuna bağladı “Pasaport kontrolü çok uzun sürebilir.” Böylelikle beklentimizi en kötüye getirdi ama o kadar uzun sürmedi veya sürdü ama heyecandan anlamamış da olabilirim :)

Yeri gelmişken tüm gezimizi organize eden El Mundo Travel firmasının değerli arkadaşlarına teşekkürlerimizi iletmeden geçmeyelim.

Küba’ya girişte vize işi biraz karışık çünkü Küba Büyükelçiliği’nin vize vermeye yetkili kıldığı acenteler var ve acenteler size vize verebiliyor. Sizin yeşil pasaportunuzun olması bile önemli değil hatta öyle durumda daha çok bekliyorsunuz diye bir konuşmaya da şahit oldum. Pasaportunuza her ülkede olduğu gibi burada da damga basıyorlar fakat ABD’ye girişte sorun olabilir gerekçesi ile elimize bir yazı tutuşturdular.

havana 7

Bunu görevliye gösterince damgalamıyor. Ben tabii ki gururla damgalattım, bir daha Komünist Küba damgası nereden bulacaksınız :)

havana 8

(Not:  Artık Amerika’ya girişte de sorun olmuyormuş, ama ne olur ne olmaz diyorsanız Küba halkı sizi anlayışla karşılıyor. En kötüsü pasaportunuzu değiştirebilirsiniz.)

Havaalanının kapısından çıkınca insan sanki 1950’ye falan çıkacak gibi hissediyor ama hiç de öyle olmuyor, araçlar ve sokaklar gayet modern, şaşırıyorum. Nerede bu klasik arabalar!  Var tabii ki ama her giden sadece onların fotoğrafını çektiği için zannediliyor ki Küba’da sadece 1950-1960 model araba var, ama öyle değil.

Hotel Nacional

Bizleri bekleyen servisimiz ile 30 dakikalık bir yolculuktan sonra Havana’nın 3 temel bölgesinden biri olan Vedado’daki Hotel Nacional‘e geliyoruz.

havana 11

Tarihin bir parçası olduğumu işte bu anda hissediyorum.

havana 10

Aman allahım kimler kalmamış ki burada, benim için onların dolaştığı yerlerde dolaşmak kutsal bir alanı gezmek gibi;

Rita Hayworth, Ernest Hemingway, Gary Cooper, Nat King Cole, Frank Sinatra, Ava Gardner, Marlon Brando, Walt Disney, John Wayne, Yuri Gagarin, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Comandante Camilo Cienfuegos ve Comandante Ernesto ‘Che’ Guevara (satranç turnuvaları sırasında), Gabriel García Márquez, Robert de Niro, Diego Armando Maradona, Geraldine Chaplin, Francis Ford Coppola, Muhammed Ali, Hugo Chavez, Oliver Stone, Steven Spielberg…

Sadece bazı isimler bunlar.

havana 12

Ayrıca The Godfather Part II yi izleyenler, oteli oradan da hatırlayacaklardır.

Otelimiz tarih kokuyor. Bunu soyut olarak değil somut olarak da söylüyorum. Zaten ahşap bir iç döşemeye sahip haliyle kokusu da bununla birleşiyor.

havana 16

Beni rahatsız etmedi.

Otelimizin girişinde büyük bir kemerli kapı var.

havana 9

Sağ tarafta resepsiyon ve odalara çıkan asansörlerin bulunduğu koridor ile puro ve rom alabileceğiniz dükkanların olduğu bölüm var.

havana 17

Özellikle asansörler çok güzeldi. Eski filmlerde görebileceğiniz kafesli içi ahşap, büyük düğmeli ve dijital bir unsuru bulunmayan asansörler.

havana 18

Sol tarafta yemek bölümü, küçük bir hediyelik eşya dükkanı, oturma gruplarının bulunduğu koridor.

havana 20

Giriş kapısının tam karşısından da arka bahçeye çıkan başkaca büyük bir kapı.

havana 21

Hemen girişten itibaren heykellerle, resimlerle süslenmiş bir alan.

havana 19

Odalar, tarihi doku korunarak modernize edilmiş gibi duruyor, ahşabın yoğunluğu ilk dikkat çeken unsur. Televizyon ve buzdolabı var. Sıcak su her zaman var, aslında bizdeki 4 yıldız bir otel kalitesi var ve Küba’nın olmazsa olmazı sallanan sandalye :)

havana 22

Burada kısaca para biriminden de bahsedelim ki, buzdolabını kullanmamanız gerekliliğini bilin :)

Kübada 2 tür para birimi var:

1. CUC (Peso Convertible ), turistlerin kullandığı, dönüştürülebilir peso ve 1 cuc=1,1974 € olan para birimi, bu da şu demek 1 cuc = 3,30 TL (Biz gezimizi 2014 Aralık ayında yaptık.) Güncel kurda 1 cuc= 0,90 € ya kadar gerilemiş. Yani 2,72 TL olmuş. (Mayıs 2015)

2. CUP (Peso Cubano), halkın kullandığı yerel para birimi, size sadece 1 cuc a satarlarlar. Başka türlü pek elinize geçemez, zira Havana’da artık herkes cuc peşinde. Çoğu yerde bu paraya ulaşabileceğinizi, halkın bu para birimi ile alışveriş ettiği yerlerde sizin de bu birimle alışveriş edebileceğinizi okuyacaksınız, en baştan söyleyeyim bunu unutun. Belki 10 yıl önce evet ama artık herkes ama herkes cuc peşinde…

Giderken yanınızda Euro götürün, dolar bozdurmak %10 komisyon sebebi ile zarar etmenize yol açar. Götürdüğünüz parayı, eğer bizim gibi otelde kalacaksanız orada bozdurabilirsiniz ya da havaalanının çıkışında sol ve sağda döviz büroları mevcut, merak etmeyin nereye giderseniz gidin aynı kur.

Otele geri dönersek en son buzdolabından uzak durun demiştim, neden? Şöyle ki küçük su otelde 2,5 CUC, otelin hemen yanındaki büfede 1,5 LT su 0,50 CUC, varın hesabını siz yapın.

Odadan manzara da şöyle, yüksek binalar eskinin mafya kumarhane ve otelleri, şimdi ise sadece oteller.

havana 23

İlk gün yorgunluğu, bu mesafe uçuşlarda muazzam oluyor. Jet-lag olmadım ama çok yoruluyor insan. Size önerim bu kadar uzun uçacaksanız 2 saat uyuyun, sadece 2 saat ve gittiğiniz yerdeki saate göre mutlaka uyumadan akşamı bekleyip öyle uykuya geçin, yoksa 2-3 gün yorgun ve sersemlemiş bir halde dolaşabilirsiniz.

Biz de şöyle bir otel etrafını turlamak için çıkıyoruz ve halkla ilk temasımız “hey turko,selamun aleykum” cümlesi ile oluyor. 5 gün boyunca en rahatsız olduğum durum işte bu, sürekli bir “hey turko” durumu “cohiba(puro), leydi ve drink” nasıl bir izlenim bırakmışız artık varın siz hesaplayın. Aslında burası ile ilgili verimli bir araştırma yapmıştım ve tedirginliğin nedeninin kendi yaşadığımız şehirler olduğunu, bu ülkede suç oranının neredeyse sıfır olduğun biliyordum, yine de insan panikliyor. Otele geri dönüyoruz.

Küba deyince aklınıza gelmesi gereken 2 şey; müzik ve dans olmalı. Otelin arka bahçesinde 4 kişilik bir müzisyen grubunun nefis konserleri eşliğinde mojito içerek ilk gecemizi noktaladık.

havana 25

2. güne sabah otelde kahvaltı ile başlıyoruz. Küba’da, bizim ülkemiz gibi gelişmiş mutfağı olan ülke insanları için sanırım en sıkıntılı durum; yemek. Kahvaltıda meyve ve yumurta ağırlıklı bir menü her gün için tercihim oldu. Küba’da yiyebileceğiniz en bol şey tropikal meyveler. Muz, avokado, mango, ananas, Fruta Bomba (çekirdekleri karpuz çekirdeğine benzeyen bir meyve). Küba’da muz iki şekilde yeniyor. Biri meyve olarak, diğeri kızartılarak. Meyveler gerçekten çok lezzetliydi, meyve suyu da keza öyle, birkaç hamur işi ağırlıklı kahvaltımı keyifle her sabah tekrarladım.

havana 26

Bugünün programı şehir turu. Otelimizin önü klasik arabalarla doluyor, bu araçlarla şehir turu atabilirsiniz, 25-30 cuc civarı bir ücret alıyorlar.

Bu klasik arabalarla tur olayı tam bir ritüel, her sabah tekrarlanıyor. 

Saat 11:00 gibi başlayan Havana turumuz hızlandırılmış video gösterimi gibi ya da fragman diyelim biz ona… Vedado bölgesinden başlayarak ilk olarak Devrim Meydanı’na oradan Centro Habana’ya ve oradan da öğle yemeği için eski Havana denilen Habana Vieja’ya geçerek sonlandı. 

havana 28

Devrim Meydanı her zaman turist kafilelerinin sabah saatleri için ilk uğrak yeri ve inanılmaz kalabalık oluyor. Ben tek başıma yaptığım turda boş bir anına denk gelerek burada güzel zaman geçirme fırsatı buldum.

Devrim Meydanı’ndan sonra bizler için çok önemli bir yere geliyoruz.

havana 31

Evet Atatürk’ümüzün büstü, o dünyaca ünlü Malecon Caddesinin üstünde gayet merkezi bir yerde, bir yanında ünlü Hintli Şair Rabindranath Tagore,

havana 32

Diğer yanında Peru’lu siyasetci ve deneme yazarı José Carlos Mariátegui…

havana 33

Burası bizim gurur kaynağımız oluyor. Hatta daha sonraki günlerde, bir coco taxi şöförüne nereli olduğumu anlatmaya çalışırken, Atatürk dedim. Evet anladım seni, büyük bir lider, bizim Castro gibi dedi.

havana 27

Daha önce de yemek ile ilgili küçük bir bilgi vermiştim. Küba için en ideal yemek balık. Et ile ilgili bir beklentiniz olmasın, hayvancılık gelişmiş olmadığından pek bir alternatif yok. Sebze meyve durumu da  sanırım iklimsel olarak pek verimli değil. İkinci bir alternatif de tavuk. Yemek konusunda vasat olan ülkenin içki konusunda bir hayli başarılı olduğunu söylemem gerek. Her zaman ve her yerde çok lezzetli mojito, daiquiri, cuba libre, pina colada içebilirsiniz, ayrıca yerli birasını ben çok beğendim. Onun da adı Bucanero.

havana 29

Mojito; şeker, limon suyu ve nane yaprakları üzerine buz, soda ve isteğe göre rom ilavesiyle hazırlanan bir içecek.

Daiquiri; Rom,Limon suyu ve şekerle hazırlanan bir kokteyl.

Cuba Libre; Rom,kola ve limonla hazırlanan kokteyl.

Pina Colada; Hindistan cevizi yağı,ananas suyu ve isteğe göre rom katılarak yapılan, özellikle Pınar Del Rio bölgesine gittiğimizde sürekli tükettiğimiz kokteyl.

havana 30

Öğle yemeğinden sonra, eski Havana’yı turlayarak, turistler için oluşturulmuş büyük bir alışveriş bölgesine gidiyoruz. Küba’nın avm’si diyelim buraya :)

havana 35

Sahil bölgesindeki prefabrik bir yapı görünümünde olan bu yapı içerisinde resimler, magnetler, kılık kıyafet ve envai çeşit yerel hediyelikler var.

havana 34

Küçük küçük dükkanlar şeklinde olan yerde en belirgin durum sıkı pazarlığın dönmesi, ne fiyat veriyorlarsa utanmayın çekinmeyin üçte biri fiyat teklifi ile başlayın pazarlığa, en kötü yarı fiyatına alırsınız.

havana 36

Buradan alınabilecek en güzel şey resim ama (büyüklüğüne göre değişse de) elle tutulur bir tablonuz olsun istiyorsanız minimum 300 cuc’u gözden çıkartmanız gerekiyor. Resim aldığınızda özel bir mühürle mühürletmeniz gerekiyor yoksa ülkeden çıkartamıyorsunuz. Bu mühürü burada basan yer mevcut.

Artık akşam oluyor ve otele dönüş vakti geliyor. Otelimizin arka bahçesinde okyanusu izleyerek, mojito içerek geceyi bitiriyoruz. Otelimizin arka bahçesi Malecon Caddesine bakıyor, 7,5 Km uzunluğundaki caddede akşamları halk toplanıyor.

havana 37

Dans edip müzik dinliyorlar. İçki içiyorlar. Geziyorlar ve çok eğleniyorlar. İsterseniz aralarına katılabilirsiniz şiddet olayı görülmüyor. İçip sapıtmayın tabii…

Dünün yorgunluğu ile birleşen bugün, tatlı bir uykuya götürüyor beni.

Pınar Del Rio

Bugünün programı Havana’ya 180 km uzaktaki Pınar Del Rio; Gezilecek, görülecek o kadar yer var ki; Unesco Dünya Mirası listesinde olan Vinales Vadisinden  mağaralara, puro fabrikalarına kadar.

havana 41

Dünyanın en kaliteli tütünlerinin yetiştiği yerlerden biri bu bölge, herkes puronun bir yerinden tutuyor mutlaka. Yolculuğumuzun ilk durağı olarak Pina Colada’sı çok ünlü bir tesiste duruyoruz. Bir köy evi ve ahırı var etrafta ve tabii ki içinde puro satılıyor.

havana 38

İnsanların yoksulluğu sizi şaşırtabilir ama burada yoksulluk tanımını siz yapıyorsunuz unutmayın. Kendi yaşadığınız coğrafya ve buraya kadar gelebilme ekonomik gücüne sahip kişi olarak bakarsanız evet yoksullar. Muş’ta kaldım bir dönem size garanti ederim orası daha yoksul.

havana 39

Burası ya herkeste var ya hiç kimsede yok bölgesi.

Bölge doğal yetişen ürünleri ile yiyecek ve içeceklerde çok lezzetli.

havana 43

Ballı pina kolada da bunlardan biri, inanılmaz bir tadı var, fiyatı 3 cuc, isterseniz içine rom da koydurabilirsiniz fiyat 5 cuc oluyor.

havana 42

Pınar Del Rio’daysak Küba dan çıkmadık, müzik ve dans her yerde ve tabii ki klasik arabalar :)

havana 40

2. Durağımız Vinales Vadisi;

havana 44

1999 yılında Unesco Dünya Mirası Listesine girmiş olana bölge, hala geleneksel tarımın yapıldığı bir yer.

havana 45

17.YY’da tarımın başladığı biliniyor. Bölge karstik bir yapı, etrafı 400 m’lik yar ve uçurumlarla çevrili. Bu uçurumların içinde de Cueva del Indio, Cueva de San Miguel ve Caverna de Santo Tomás gibi pek çok mağara var.

havana 47

Mağaralar bölgesinden önce doğal tavuk yiyeceğimiz bir mağara lokantasına geliyoruz. Burada tam bir doğallık söz konusu çünkü hayvanlar doğal ortamında besleniyor. Lokantaya giriş bir mağaradan geçerek yapılıyor.

havana 48

Şapkalı masalarımızın altında yemeğimizi yedikten sonra yürüyerek yolun karşısında bulunan Cueva del Indio mağarasına gidiyoruz.

havana 50

Mağaranın girişinde turist kafileleri için animasyon yapılıyor. Eski insanların avcılığı ve yaşayışı kısa bir gösteri ile canlandırılıyor.

havana 49

Mağaramızın bir özelliği var; içinde kayıkla gezilmesi. Kısa bir tur tabii, 8 kişilik kayıklarla 100 m kadar gidip duvar kabartmalarını izliyorsunuz.

havana 61

3-4 dakika sonra da mağaranın arka bölümünden çıkıyorsunuz. Çıkışta fotoğraf için kayık yan döndürülüyor ve bu fotoğraf ortaya çıkıyor.

havana 51

Kayıktan inince tabii ki hediyelik eşya satan bir dükkan sizi bekliyor.

havana 46

Yolculuğumuzun şimdiki durağı puro fabrikası,

havana 52

Bu arkadaş canlı manken, buradan sonrasına yani kapıdan içeriye video kamera, fotoğraf makinesi, telefon hatta çanta bile sokmak yasak.

Eğer Ferhan Şensoy üstadın Şans Kapıyı Kırınca filmindeki gibi bacak arasında puro saran genç kızlarla dolu bir fabrika olduğunu düşünüyorsanız, sizin için tam bir hayal kırıklığı olacağı kesin. Zira dörtlü sıralarda 10 sıra olarak oturmuş kızlı erkekli, teyzeli amcalı işçiler bildiğiniz elle sarıyor. Bu kadar. Buraya yapılan gezini asıl amacı da zaten bunu görmeniz değil el yapımı purolardan almanız.

Tüm Küba gezinizde size satılmaya çalışılacak olan şey; Puro. Zaten ekonomisi bu ürünle ayakta, Fidel Casto’nun sözü bile var; “Puro, benim sağlığım için zararlı ama Küba’nınki için çok yararlı” diye.

Sokaktan puro almayın. Bu kadar net. Gitmeden önce internetten bir sürü şey okuyacaksınız. Gerçek puro için fabrikaların ve devletin mağazaları her yerde var. Fiyatı ucuz diye ne aldığınızı bilmediğiniz bir şeye para ödemiş olursunuz.

Yasak olmasına rağmen fabrika önünde bile ceketinin içinde Cohiba kutusu ile biri gelebiliyor yanınıza. Bu satıcı 100 cuc istiyor aynı kutu fabrika mağazasında 400 cuc, çok cezbedici değil mi? Ama hiç almayın daha iyi para için sağlığınızdan olmayın.

havana 53

El sarımı orjinal purolar; Cohiba, Romeo & Julieta, Monte Cristo, Partagas …

Fabrika sarımı olarak özellikle Guantanamera sürekli karşınıza çıkar, fiyatı ucuzdur ama fabrika sarmasıdır. İlgi alanınıza giriyorsa gitmeden önce şu siteyi incelemenizi tavsiye ederim… Puroanaliz.com

Küçük bir dip not olarak da benim çok ilgimi çeken; Fidel Castro’nun Cohiba Esplendidos içtiği, Che’nin ise Monte Cristo.

havana 54

Puro fabrikasını geride bırakarak, duvar resmi diye bahsedilen bir yere geliyoruz.

havana 55

Brezilyalı ünlü ressam Diego Riviera’nın öğrencisi Leovigildo González Morillo, 1961 yılında Fidel Castro’dan buraya bir resim yapmak için izin istemiş ve o tarihten beri yenilenerek korunan bu Mural de la Prehistoria adlı, evrim teorisini anlattığı düşünülen resim ortaya çıkmış. Resim yağlı boya çalışması…

havana 56

Etrafı tamamen boş ve tertemiz, ayrıca küçük bir büfe mevcut. Yine 3 cuc’a ballı pina kolada veya 5 cuc’a rom katılmış içebilirsiniz. Her yerde aynı fiyat geçerli.

havana 57

Havana’ya dönme vakti. Dönüş için Vinales Kasabasından geçerken, burasının güzelliği bizi alıkoyuyor ve 1 saat bu kasabada mola vererek gezmeyi tercih ediyoruz.

havana 59

Burası aslında daha Küba gibi Küba, Havana sanki sadece turistlerin yaşadığı bir yer olmuşken burada insanlar hayalinizdeki Kübalı; neşeli,güler yüzlü…

havana 58

Evler tek katlı, verandalı ve tabii ki 2 adet sallanan sandalyeli. Bu olmazsa olmaz bir ev eşyası

havana 60

Ben buraya gelirken internet üzerinden yaptığım araştırmalar sonucu yanımda; silgi, kurşun kalem, tükenmez kalem, not defteri vs.. getirdim. Yolda rastgele çocuklara hediye etmek için. Öyle mutlu oluyorlar ki, çocukların gözlerindeki gülümseme hiç bir duygu ile tarif edilemiyor.

havana 62

Ben tek katlı evleri ile Vinales kasabasını çok sevdim, hayalimdeki Küba burası aslında …

havana 63

Akşam oluyor ve uzun bir geri dönüş yolumuz var. Yürümekten ayaklarımız sızlıyor. 2 saatlik yolculuk sonunda iyi bir uyku yarınki yürüme için enerji toplamamızı sağlayacak.

Devrim Müzesi

Bugünkü programımıza sabah Devrim Müzesi ile başlıyoruz. Havana’da 3 türlü taksi ulaşımı var. En çok rağbet gören tabii ki turistlerce çok kullanılan klasik araba taksileri,

havana 64

Neredeyse tüm klasik arabalar taksi zaten. Yakın mesafe 5 cuc, diğer mesafeler ne tuttururlarsa, sıkı pazarlık yapın paranız cebinizde kalsın yoksa aynı mesafeye 40 cuc’a da giden var, 5 cuc’a da varın siz hesaplayın.

havana 65

Klasik taksilerin hepsi devlete ait, normalde hepsinin taksimetre açması lazım ama açanına denk gelmedim.

Diğer bir ulaşım aracı coco taksi, tarif etmek zor şöyle bir şey:

havana 66

Bu araçlar tam olarak macera severler için :) Önde şöför oturuyor,arkada iki kişilik koltuklar var ve allah ne verdi ise gidiyorlar. Bizim bindiğimiz taksimetre açtı normalde 10 cuc’a gittiğimiz yere 4 cuc’a gittik.

havana 67

Üçüncü olarak da bici taksi denilen, bisiklet taksiler.

havana 68

İnsan gücü ile iş gören 1-1,5 cuc ücrete çok uzak mesafe olmadan giden araçlar.

Havana’da ulaşım sadece bunlar değil, aynı zamanda halkın çok yoğun kullandığı otobüsler de var. Siz de bunlardan faydalanabilirsiniz, kesinlikle bir yasak veya kısıtlama yok, fakat şartları görünce kullanmıyorsunuz; birincisi zaman değerli, ikincisi çok kalabalık.

havana 69

Artık müzeyi gezmeye başlayabiliriz. Müze Batista rejimi döneminde Batista’nın sarayı olarak kullanılmış, devrimden sonra haklın hizmetine müze olarak açılmış.

Yan cephesi

havana 74

3 cuc ücret ile giriş yapılıyor.

havana 70

Elinizdeki fazla yükleri bırakacağınız bir vestiyer mevcut ve ücretsiz.

havana 73

İki bölümden oluşuyor: bina ve bahçe

havana 72

Öncelikle müze binasını geziyoruz. Batista döneminde 1957 yılında 35 üniversite öğrencisi saraya saldırıyor ve 32 öğrenci öldürülüyor. Kurşun izleri tüm binada ve girişte sizi karşılayan Jose Marti büstünün arkasında hala duruyor.

havana 71

Müze Küba devrimini anlamanız için çok değerli bir yer. Sokaklar güzel, ama müzeyi gezmeden Küba’yı anlamak zor.

Devrim yürüyüşünün başlangıcı olan Granma çıkarmasının da Che ve Camilo Cienfuegos’lu bir balmumu heykeli konulmuş.

havana 75

Ben devrimin oluşumunu burada uzun uzun anlatmayı gerekli görmüyorum. Merak edenler internetten bilgi edinebilir.

havana 76

Müzede komutanların kullandığı silahlar, yazışmalar,

havana 79

kıyafetler, resimler,heykeller, tablolar ve

havana 77

çeşitli alet edevatlar bina bölümünde sergileniyor.

havana 78

Devrimin mimarı komutanlara her katta ve her odada bir saygı duruşu var.

havana 80

Burada şunuda belirteyim, Küba’nın hiç bir yerinde Fidel Castro’ya ait heykel, poster, afiş göremiyorsunuz. Baskın olarak Che var ve diğerleri… Castro bu benim devrimim dememiş, kendisine tapınılmasını istememiş ve özellikle hayatını kaybetmiş olan komutanları tüm ülkede yüceltmiş.

havana 81

Müze içerisinde de bu durum gözetilmiş. En az göreceğiniz kişi Fidel Castro.

havana 82

Binanın etkileyici iç avlusu, dış avlusu ve tavan süslemelerini de

havana 83

görüp bahçe bölümüne geçiyorum. Geçerken bu resimle karşılaşınca kısa süreli bir şaşkınlık yaşıyorum tabii :)

havana 84

Devrimi kaçınılmaz kıldıkları için bu dört kişiye özellikle teşekkür edilmiş. Sol baştan: Batista’ya devrimi yapmak konusundaki katkısından dolayı, George H. W. Bush’a devrimi pekiştirdiği için, Ronald Reagan’a devrimi güçlendirdiği için ve George W.Bush’a sosyalizmi vazgeçilmez kıldığı için teşekkür bir borç bilinerek buradan edilmiş. :)

havana 85

Bahçede ilk olarak bu sönmeden yanan ateşi görüyorsunuz. Devrim için ölenlerin anısına sonsuza kadar yanacak olan simgesel ateş bu.

havana 87

Hemen ateşin arkasında çok geniş olmayan bir alan var. Burada uçak, tank, füze örnekleri konulmuş.

havana 89

Komutanların kullandığı araçlar da müzede sergileniyor, Raul ve Fidel Castro’nun kullandıkları jipler ve Che’nin aracı…

havana 86

Bahçede Fidel ve devrimcileri Küba’ya taşıyan Granma Yatı da özel bir cam kafes içinde sergileniyor. Fotoğrafını çekemiyorsunuz maalesef.

Müze gezimizi bizden biri; Nazım Hikmet’in Havana Röportajı şiirinden bir bölümle bitirelim. Siz tamamını okuyun :)

956’nin kasımında
fidel de içlerinde
82 kişi granma gemisinden denize indi
956’nın kasımında küba kıyılarına sokulan granma gemisinden denize inip yarı bellerine
kadar suya gömülü
ve silâhlarını başlarının üstüne tutarak
ve ansızın
ve bir anda açılan top ve mitralyöz ateşi altında karaya çıkıp
ve karanlıkları polis köpekleri gibi koklayan araştıran ışıldaklardan sakınarak
ve sarıldınız teslim olun seslerini
ve iri kurbağaları çiğneyip bataklıklara
ve şekerkamışı tarlalarına dalarak
ve palmiyelerle hindistancevizi ağaçlarının ardı sıra tepeleri tırmananlar
sierra dağında buluştu

havana 90

fidel de içlerinde 82’nin 12’si sağ kalmıştı
fidel de içlerinde 12 kişiydiler 56’nın kasımında
fidel de içlerinde 150 kişiydiler aralığında 56’nın
fidel de içlerinde 500 kişiydiler şubatında 57’nin
fidel de içlerinde 1000 oldular 5000 oldular
fidel de içlerinde
fidel de içlerinde bir milyon yüz milyon bütün insanlık oldular
yıktılar batista’yı 959’un ocağında
ve 50 binlik orduyu
ve şekerkamışı milyonerlerini
yerlisini de yankisini de
ve tütün ve kahve milyonerlerinin
yerlisini de yankisini de
ve kışlaları
ve önlerinde cesetler çürüyen karakolları
ve eroin toptancılarını
ve kumarhaneleri
ve birleşik amerika devletleri hava deniz ve kara kuvvetlerini
ve birleşik amerika devletleri dolarını

ve küba’nın havasında ağır çiçek kokularına karışık leş kokusu dağıldı
yani birleşik amerika devletleri korkusu

ve her gün biraz daha keyifli türkü söyleyerek geçiyorum havana
sokaklarından
somos sosyalitas palante palante

Nazım Hikmet Ran – Havana Röportajı

Prado Caddesi

Devrim müzesinin hemen karşısında Generalisimo Maximo Gomez heykeli var.

havana 91

Maxsimo Gomez, Jose Marti ile birlikte 1895’te devrim için Küba’ya gelenler arasındadır. Havana’da ki muhteşem heykellerden biridir. Heykel en alttan üste kadar ayrıntılı figürlerle süslenmiştir.

havana 93

Malecon Caddesi’ne dönük durur.

havana 92

Heykelin büyüleyici atmosferini soluyarak, sol tarafa doğru yönünüzü çevirdiğinizde Havana’nın en güzel caddelerinden birine geliyorsunuz; Prado Caddesi yani Aslanlı yol.

havana 94

Cadde ismini, ortada ki yürüme yolunun kenarlarını süsleyen aslan heykellerinden alıyor. Ortada sadece yayalara ait bir yürüme yolu, sağ ve sol tarafta araçlar için yol ve Havana denilince akla ilk gelen yapılardan olan Capitol Binası’na kadar giden İspanyol Mimarisi örnekleri ile binalar.

Bu caddeyi özel kılan en önemli unsur, içinde hayat olması sanırım, ressamlar,müzik yapanlar, satıcılar, turistler ve ders gören çocuklar…

havana 96

Havana’ya geldiğinizde kendinize 2-3 saatlik bir zaman ayırın ve burada soluklanın. Oturun etrafı izleyin, kesinlikle çok keyif alacaksınız.

havana 95

Caddenin sonu sizi Opera ve Capitol Binası’na çıkartacak.

havana 97

Prado Caddesinde ki yürüyüşümüzün ardından. Hemingway’in izine düşüyoruz. Bu yolculuk için hem Prado caddesinde yorulmuş olmamızdan, hem de Bici Taksiyi merak ettiğimizden, 15-20 dakikalık bu yolu, bisiklet taksi ile gidiyoruz.

havana 98

2 kişinin bindiği araçları anlatmaya gerek yok. Resimde ki gibi. Önde sürücü arkada siz. Burada çok doğal karşılanan bir ulaşım aracı olsa da, ben önde sizi bir yere götürmeye çalışan kişinin harcadığı eforu görünce, kendimi kötü hissettim. İlk ve son binişim oldu.

havana 99

Bu kırmızı bina, Eski Havana yani Habana Vieja denilen kısmın içerisinde ünlü Amerikalı yazar Ernest Hemingway’in kaldığı otel olarak ziyaret ediliyor. Binanın orjinal ismi Ambos Mundo.

Çatı katında lokanta var. Burada yemek yedik. Güzel bir menu olarak; pilav,tavuk,tatlı ve içki 20 Cuc ödedik.

havana 100

Çatıdan manzara bu, öyle ihtişamlı bir manzara sunmuyor ama dinlendirici bir yönü var. Hemingway bu otelin 511 nolu odasında kalmış, biz oradayken ziyarete kapalıydı.

havana 101

Buradan çıkınca Hemingway’in Mojito içmek için sürekli gittiği La Bodeguita del Medio ya uğruyoruz. Mojitosu cidden güzel; 7 Cuc.

havana 102

Ayrıca yazar yemek yemek ve daiquiri içmek içinse Floridita isimli lokantayı tercih ediyormuş. Burada bara yaslanmış bir büstü de mevcut ve iki mekanda inanılmaz derecede kalabalık.

Sonradan fark ediyorum ki Floridiata’da fotoğraf çekmeyi unutmuşum.

Hemingway için Küba’nın ayrı bir değeri ve önemi var. Şimdi müze olan evinide ziyaret etme şansınız var. Evi Havana’ya 15 Km uzakta,fakat bizim zamanımız yok maalesef.

Havana’da Gece Hayatı

Müziğin, dansın ülkesinde gecelerin nasıl olduğunu az çok tahmin edebiliyorsunuzdur. En güzel yanının canlı müzik ile birlikte adanın en kayda değer gruplarının performanslarını izlemek olduğunu belirtmeliyim.

havana 103

Saat 23:00 te başlayan müzik saat 03:00 e kadar sürüyor. Müzik ve dans sahnenin vazgeçilmezleri.

Gidebileceğeniz ve size önerilecek en bilindik yer Casa De la Musica…

havana 104

Mekan da Küba’nın en iyi grupları sahne alıp şovlarını sunuyorlar. Büyükçe bir sahne ve önünde masalar olan mekana giriş için 5 Cuc ücret ödemeniz gerekiyor. İçeri de içki için ödeyeceğiniz ücretlerde çok astronomik değil.

Gece dolaşması için bilmeniz gereken en önemli unsurlardan biri de şu ki, özellikle grup gezileri ile birlikte bu şehre gelen erkek Türk turist için hiçbir yerde iyi şeyler duymayacaksınız, sürekli bir hayat kadını pazarlama konuşması ile karşılaşacaksınız, bu durumu üzülerek yazıyorum ama yurt dışındaki Türk erkek imajımız inanılmaz kötü.

Büyük şovları olan bir yer tercih etmeyecekseniz, irili ufaklı birçok mekan bulabilirsiniz. özellikle şurası diye yazmaya gerek yok. Üç aşağı beş yukarı tüm mekanlar birbirine benziyor.

Devrim Meydanı

Bugün Havana’yı yürüyerek dolaşıp, adım adım tadını çıkarmak istiyorum. Tüm programım içinde en keyif aldığım gün bugün oldu.

Vedado bölgesinde

 

 

Yazımız Devrim Meydanı, Eski Havana ile devam edecek.

havana 24

Hasta Siempre Comandante / SONSUZA KADAR

aprendimos a quererte (biz seni sevmeyi)
desde la historica altura (tarihin yükseklerinden öğrendik)
donde el sol de tu bravura (cesaretinin güneşi)
le puso un cerco a la muerte (ölümü kuşattığında (pusu))

aquí se queda la clara (işte burada (duruyor)
la entrañable transparencia (tatlı varlığının)
de tu querida presencia (kalbe sıcaklık veren saydamlığı)
comandante Che Guevara (kumandan Che Guevara)

Tu mano glorioso y fuerte (şanlı ve güçlü elin)
Sobre la historia dispara (tarihe ateş açar)
Cuando todo Santa Clara (bütün santa clara (halkı))
Se despierta para verte (seni görmek için uyandığında)
vienes quemando la brisa (rüzgarı yakarak gelirsin)
con soles de primavera (bahar güneşleriyle..)
para plantar la bandera (gülüşünün ışığıyla)
con la luz de tu sonrisa (bayrağı dikmek için)

como revolucionario (devrimci aşkın)
que conducía nueva empresa (seni yeni bir davaya götürüyor)
donde espera la firmesa (ki orada senin kurtarıcı kolunun)
de tu brazo libertario (gücünü (sıkılığını) bekliyorlar)

seguiremos adelante (biz mücadelemize devam edeceğiz)
como junto a tí seguimos (tıpkı sen yanımızdayken olduğu gibi)
y con fidel te decimos (ve fidel’le(Sadakatle) sana diyoruz ki)
hasta siempre comandante (sonsuza kadar, komutan)

 

 

Saklıkent Kanyonu

Fethiye’de tatil denince akla önce deniz gelir. Deniz kenarında vakit geçirmek dinlendirici olsa da, doğanın bize sunduğu harikalardan biri olan Saklıkent Kanyonu’na günlük bir tur yapmak emin olun çok hoşunuza gidecek.

Fethiye’den arabayla bir saatlik uzaklıkta bulunan Saklıkent Milli Parkı içindeki kanyon, Kaş’a da az çok aynı uzaklıkta. Kanyonda suların içinde kayalık zeminde yürüyeceğinizden, varsa sandalet ya da deniz ayakkabısı denen plastik ayakkabılardan giyerek gitmenizi tavsiye ederiz. Yoksa da orada kiralayabilirsiniz.

Kanyonun girişinde aracınızı park edebileceğiniz geniş bir park yeri bulunuyor. Bilet alıp içeriye girdiğinizde kayalıklara asılmış bir yürüyüş yolundan geçiyorsunuz.

Saklikent-Giris1

Bu kısımda neler göreceğinizi ufak ufak hissetmeye başlıyorsunuz. Aşağıda pek gürültü yapmayan bir ırmak var ama ileriden gelen sesler merakınızı arttırıyor.

Saklikent-Giris2

Biraz ilerleyip köpüren suları gördüğünüzde bu suda nasıl yürüyeceğinizi merak ediyorsunuz.

Saklikent-Giris-Kopru

Kayalıktan ayrılan yol bir köprüyle ufak bir adaya geçiyor. Köprünün altından akan suyun debisi ve gürültüsü insanı heyecanlandırıyor.

Saklikent-Giris-Kopru2

Diğer yandan ortam iyice serinliyor. Fethiye’nin sıcağında bu kadar serin bir ortam bulmak gerçekten iyi geliyor.

Saklikent-Giris-Kopru3

Yolun geçtiği adacık, her tarafından suların aktığı, oturup dinlenebileceğiniz ahşap masaların olduğu, keyifli ve serin bir yer. Kanyonu oluşturan kanala daha girmeden, tam adacığın dibindeki su kaynağında dağdan çıkan suyu görebiliyorsunuz.

Saklikent-Su Kaynagi-1

Kaynaktan çıkan suyun ne kadar soğuk olduğunu görmeniz lazım. İçinde yürümek bile insanın ayaklarını donduruyor.

Saklikent-Su Kaynagi-2

Bu kaynaktan çıkan yüksek debili su ikiye bölünerek adacığın köprülü tarafına ve kanyon tarafına akıyor. Dolayısıyla adacıktan kanyona girerken sert ve soğuk bir su akıntısından geçmeniz gerekiyor. Bu akıntının içine sağlam iplerle bir hat çekmişler, ipe tutunarak kanyon tarafına geçiliyor.

Saklikent-Ipli Gecis-3

Herkesin beline kadar ıslanarak karşı tarafa geçtiği bu kısımdan dolayı, yanınıza suya dayanıksız eşyalarınızı almanızı tavsiye etmem. Çantanızı yukarı kaldırarak geçebilirsiniz ama zemin çok bozuk olduğundan suya düşmeniz olası.

Saklikent-Ipli Gecis-1

Bu kısımı geçtiğinizde kanyona ulaşmış oluyorsunuz. Giriştekinin aksine artık sert akan bir su kalmıyor. Sakin sakin akan küçük bir derenin kenarından ya da içinden yürüyorsunuz. Yukarıdaki ulu dağlar gerçekten çok yüksek.

Saklikent-Daglar-1

Bundan sonrasında kanyonun içlerine doğru yürümeye başlıyorsunuz.

Saklikent-Kanyon-2

Çok sakin bir parkur. Kayaların kenarından geçerek ilerliyorsunuz.

Saklikent-Kanyon-1

Kanyonlarda ilerlemek için daha sportif olmak, tırmanabilmek, derin sulardan geçebilmek gibi özelliklere sahip olmanız beklenir ama bu kanyonda bunlara ihtiyacınız yok.

Saklikent-Kanyon-3

Suyun gücünü hissedebileceğiniz, yüzyıllar içinde aşına aşına açılmış bu kanyonda açılmış yarıklar insanı gerçekten şaşırtıyor.

Saklikent-Kanyon-5

Duvarlar arasında sıkışmış kayalar düştü düşecek gibi görünüyor.

Saklikent-Kanyon-4

Kanyonda 45 dakika kadar ilerlediğinizde genişlik daralmaya başlıyor. Artık gökyüzünü rahatça göremiyorsunuz.

Saklikent-Kanyon-6

Ziyaretçilerden çoğu buralardan geri dönüyor. Biraz daha atletik olmanız gereken kısım buradan sonra başlıyor. İleride geri dönenlerin “çok güzel” dedikleri bir şelale olduğu ve oraya gitmenin biraz zor olduğu konuşuluyor. Zemin artık iyice zor yürünen bir hale geliyor.

Saklikent-Su-1

Artık yol iyice daralıyor ve güneşi göremez hale geliyorsunuz.

Saklikent-Kanyon-7

Şelale’ye varabilmek için dar bir bölgede, kaygan ve bol su akan bir noktada bir buçuk metre yükseklikte bir yere çıkmanız gerekiyor. İki kişi için çıkması epey zor. Aşağıdan birisinin kaldırıp, yukarıdan birisinin elinizden çekmesi gerekiyor. Şansımıza burayı geçmeye çalışan dört gençle karşılaştık ve herkes birbirine yardım ederek yukarıya çıktık. Şelale hemen bu yükseltinin arkasında.

Saklikent-Selale-1

Öyle çok da aman aman bir şelale değil açıkcası. Hatta şelale bile değil ama kanyonun en heyecanlı bölümü bu kısım. Kanyona gidip sakin bir yürüyüş yapmış olmak istemiyorsanız buraya kadar gidin derim. Ama gitmezseniz de pek bir şey kaybetmiş olmazsınız. Şelalenin sağ tarafına bir ip asılı, bazı gençler o ipi kullanarak yukarıya da çıkmışlardı.

Saklikent-Selale-2

Epey yüksek bir yer. Biz şelalenin altında biraz duş aldık ve tabii ki yukarıya çıkmadık. Gerçi istesek de çıkamazdık. Ama insan yine de yukarıdan gelen suyun nereden geldiğini, yukarıda daha neler olduğunu merak etmeden yapamıyor.

Saklikent-Su-3

Diğer yandan, şelalenin üstündeki gençler üstlerine çamur sürmüşlerdi. Her çamur gibi bu çamurun da iyi geldiği konuşuluyor ama çok anlamlı gelmedi bize.

Dönüşte, şelaleye çıktığımız yükseltiden aşağıya inmek de pek kolay olmadı. Suyun içinden kayarak inmek çok kolay ama düştüğünüz noktada belinize kadar suya düşüyorsunuz ve ayaklarınız yere sertçe çarpıyor. Tabi zemindeki taşların üstüne bu hızla inmek pek sağlıklı olmuyor, benim canım epey yandı. Ceren daha hafif olduğundan ve ben aşağıda bekleyip tuttuğumdan, zemine daha az çarptı. İnerken daha çok dikkat etmenizi tavsiye ederim.

Sabah 10 civarı Fethiye’den çıktığımız ve 11 gibi kanyona geldiğimizden olsa gerek, döndüğümüzde kanyon girişi daha kalabalıktı. Turist otobüsleri yeni gelmişlerdi herhalde. Dönüşte ipli geçişe geldiğimizde bu kalabalığı farkettik.

Saklikent-Ipli Gecis-2

Bu serin ve güzel kanyon turundan sonra Fethiye’ye döndüğümüzde saat 3 gibiydi. Hala denize girecek zamanımız kalmıştı. Bir tatil gününüzü harcamış olmayacağınız bu harika kanyona muhakkak gidin.

Gürkan, Ağustos 2013

Prag

Prag, Milan Kundera’nın kitaplarından sonra, görmek istediğim yerlerin başında geliyordu. Evet, nedense Kafka değil, Kundera’ydı bana Prag’ı merak ettiren, beni çeken. Çok sevgili kocam, hazır vizemiz varken hayallerin gerçek olsun dedi. Sanırım kendisi de daha önce gittiği Prag’ı tekrar görmek ve çok sevdiği Becherovka’yı tekrar içmek istiyordu.

Uzun bir tatil için zamanımız olmadığından Prag’ı bir hafta sonuna sıkıştırmalıydık. Türk Hava Yolları‘nın birikmiş Miles & Smiles milleri ile cuma akşam 16:30 uçağı ile gidip pazar akşam 19:30 uçağıyla geri dönecek şekilde biletimizi alınca bize Prag’da 2 gece ve 2 gün kalmış oldu. Kalacak ucuz, temiz, merkeze yakın bir oteli de booking.com dan ayarlayınca her şey tamam oldu.

Prag Havaalanına indiğimizde ilk dikkatimizi çeken tenhalığı ve sessizliğiydi. Hızlıca pasaport kontrolünden geçip dışarıya çıktık. Çek Cumhuriyet’i Avrupa Birliği’ne dahil ve Schengen vizesi ile giriliyor ancak para birimleri Euro değil, Çek Kronu. Cebinizde Euro veya Dolar ile gidip havaalanındaki ofislerde Kron alabilirsiniz ama biz ATM’den çekmeyi daha uygun buluyoruz. Yapı Kredi ATM kartınız ile hiç bir ücret ödemeden Prag’taki UniCredit Bank ATM’lerinden kron çekebiliyorsunuz. Türkiye’deki TL hesabınızdan o günün Merkez Bankası kuru ile kron çekmiş oluyorsunuz. Hem az az para çekerek hırsızlığa karşı korunmuş oluyorsunuz hem de Türkiye’de euro almak için, Prag’da da krona çevirmek için döviz bürolarına komisyon vermiyorsunuz. Biz havaalanındaki ATM’den 2,000 kron çekerek başladık. En büyük banknot 1,000 kron ama bozdurmak sorun olmuyor, bizim paramızla yaklaşık 100 TL yapıyor. Aslında 95 gibi ama kolay olsun diye biz hep 10’a bölerek hesapladık.

Gitmeden önce yaptığımız araştırmalarda, merkeze gitmek için en uygun olan otobüsün, Havaalanı Express (AE) olduğunu görmüştük. Yarım saatte bir olan otobüse yaklaşık 15 dk sonra binmiştik. Otobüs bileti kişi başı 60 kron ve şöförden alabiliyorsunuz ama euro ya da dolar kabul etmiyor. İlk duraktan binmenin ne kadar iyi olduğunu ikinci duraktan sonra otobüsün epey dolması ile anladık. Neredeyse tıkış tıkış olan otobüste yol boyunca kimsenin sinirlenmemesi, tartışmaması yada öfkeli sesler çıkartmaması beni epey şaşırttı. Şehir merkezine giden yollardaki üstü meyve (özellikle elma) dolu olan ağaçlardan gözümü alamadım. Yemyeşil, bol ağaçlı ve geniş araziler daha şehre girerken kendimizi iyi hissettirdi.

Son durakta indik. Bu durak ana tren istasyonunda bulunuyor. Merdivenlerle yolun altına indik ve güzel bir parkın içinden geçerek otelimize doğru yola koyulduk. Prag’da bu şekilde bir sürü geniş parkın olduğunu daha sonra gördüm. Otelin yolunda ilerlemek, o güzel binalara, binalardaki heykellere, kulelere bakıp durmamdan dolayı normalden uzun sürdü. Hatta daha bavullarımız elimizdeyken fotoğraf dahi çektirdim Gürkan’a.

Prag-Ceren

Yaklaşık 10 dakika sonra otelimiz Zlatá Váha‘ya gelmiştik. Resepsiyonda kaydımızı yaptırdıktan sonra güzel merdivenlerden odamıza çıktık. Oda yüksek tavanlıydı. Biri balkona açılan iki pencereye ve güzel ahşap pencereli bir balkona sahipti. Pencereler ve balkon giriş avlusuna bakıyordu. Banyosu yeterli konfora sahip, kabinli ve temizdi. Odada gerekli olabilecek her şey bulunuyordu. Kısacası ben çok sevmiştim.

Başlamışken otelle ilgili tüm görüşlerimizi buraya yazıp, otel konusunu kapatayım. Otel merkezi bir konumda. Toplu ulaşım araçlarına ve meydana yürüme mesafesinde. Hemen yanında bir kaç güzel bar ve restoran var. Bizim kaldığımız odada iki tek kişilik yatak bulunuyordu. Yataklar, çarşaflar ve havlular bembeyaz ve tertemizdi. Buzdolabı, klima, etajerler, masa ve elbise dolabı vardı. Kesinlikle ferah ve tıkış tıkış olmayan yüksek tavanlı rahat bir odaydı. Banyoda saç kurutma makinesi ve banyo malzemeleri bulunuyordu. Kötü yanı ise yoldan geçen tramvayın sarsıntısı odadan net bir şekilde hissediliyor. Ayrıca geceyarısı otele gelen ve avluda zaman geçirmeye karar veren yüksek sesle konuşan müşterilerin sesleri uykunuz ağır değilse sizi uyandırabilecek kadar net duyuluyor. Wi-fi odalardan güçlü bir şekilde çekiyor. Kahvaltı salonu gereken büyüklükte ve kahvaltısı iyi. Bir daha Prag’a gidersek, avluya bakmayan odalardan birinde kalmak şartıyla bu oteli tekrar tercih ederiz. Otelin önündeki parkın heykellerle süslü fıskiyeli havuzu çok ilgi çekiciydi. Çeşmesinden akan su, Prag’da her yerde olduğu gibi içilebilirdi. Her yer derken, oteldeki çeşme dahil tüm çeşmelerden akan suyu içebilirsiniz. Biz hep içtik, hiç su almadık, su bakkallarda bile 25 kron’a satılıyor.

Prag-Meydan-1

Eşyalarımızı bıraktıktan sonra hemen sokaklara attık kendimizi, o güzel sokaklara. Şehrin en merkezi ve en turistik yeri olan Old Town Meydanına vardığımızda, Astronomik Saat Kulesinin önünde bekleyen kalabalık turist grubuna katıldık. Grubun içinde İzmir’den gelen bir anadolu lisesinin öğrencileri dahi vardı.

Prag-Saat-1

Saat kulesi 15. yüzyılda inşa edilmiş ve çeşitli onarımlarla günümüze kadar gelmiş. Dünyanın hala çalışan en eski üçüncü saati. Saat üç kısımdan oluşuyor. Altta bulunan kısımdaki panel takvimi gösteriyor. Orta kısımdaki panel güneş, ayın ve yıldızların hareketlerini, 12’ye bölünmüş zodyak ve gökyüzü haritasını gösteriyor. Asıl seyirci toplayan kısım ise en üstte. Her saat başında iskeletin elindeki zili çalmasıyla animasyon başlıyor ve kalabalıktan merak nidaları yükseliyor. Zille birlikte en üstteki iki kapak açılıyor ve o bölümdeki kuklalar soldan sağa doğru hareket ediyorlar. En önde olan kukla İsa Peygamber, ardından da havarileri geliyor.

Prag-Saat-2

Saatin en alt kısmında iki sagda iki solda olmak üzere dört kukla heykeli bulunuyor. Bu kuklalar insanlara neleri yapmamaları gerektiğini anlatıyor. Soldan en baştaki elindeki aynayla kendine bakan kukla kendini beğenmişliği sembolize ediyor. Onun yanındaki kukla elinde bir torba olan yahudi ve cimriliği temsil ediyor. Diğer taraftaki ilk kukla ise iskelet, ölümü sembolize ediyor. Yanındaki kukla ise elinde mandolini ile bir Türk, eğlence ve sefahati sembolize ediyor. Bu dördünden kaçınmamız gerekiyor, ana fikir bu. Geçiş sırasında iskelet elindeki çanı çalmakta, diğer kuklalar ise başlarını sallamaktalar. Geçiş bittiğinde ise havarilerin üstündeki horoz kısaca ötmekte. İzlemesi çok keyifli ve çok güzel bir saat gerçekten. Bu gösterinin kısa bir videosu aşağıda.

Saat hakkında epey de efsane var. Hanuş Usta’nın bu saati yaptığı ve kralın böyle güzel bir saati bir daha yapamasın diye ustanın gözlerini kör ettiği en fazla anlatılanı. Hatta Nazım Hikmet de bir şiirinde bu efsaneye atıfta bulunuyor.

Şair memleketten uzak,
Hasretten delik deşik
Eski Kent’te duruyordu.
Meydanlıkta yapayalnız
Gotik duvar üstünde
Hanuş ustanın saati
On ikiyi vuruyordu.
Ve çanları çalan ölüm
Ve yukarda öttü horoz
Şair memleketten uzak,
Hasretten delik deşik
Etrafına dalgın baktı

Saate uzun süre bakmak ve tüm ayrıntıları zihninize kaydetmek istiyorsunuz. Benim en çok hoşuma giden renklerin kullanımı ve özellikle altın yaldız rengi oldu. Bu renk Prag’ın her yerinde ve bir çok heykelde kullanılmış.

Prag-Meydan-2

Eski şehir meydanında çok güzel binalar var. Bizce en güzeli ise Tyn kilisesi.

Prag-Tyn-3

Prag’ da geçirdiğimiz kısa zamanda gündüz ve gece uzun uzun bu kiliseyi seyrettik.

Prag-Tyn-1

Şehir gerçekten dedikleri gibi bir masal şehri. Fakat bu kilise masalın içindeki masal gibi, sanki çok uzak bir zamanda ve mekanda da orada sadece görünüyor. Evet, gerçekten fazla etkilenmişim. Ertesi gün kilisenin içini de gezdik, içerisi dışarıdan göründüğü kadar ihtişamlı değil ama sadeliği yanında oldukça güzel işçiliğe sahip.

Prag-Tyn-4

Meydandaki binalarla ilgili fazla bir bilgi edinemedik. Size tavsiyem Prag’la ilgili bir kitap alarak gezmeniz olur. Belki de görülecek eserlerin fazlalığından dolayıdır, etrafta merakınızı giderecek, bilgi veren açıklama panoları yok.

Meydanda Saat Kulesi ve Tyn kilisesi haricinde Saint Nicholas kilisesi de görülmesi gereken yerlerden. Biz fırsat bulup içine giremedik. 17. yy da barok stilde inşa edilmiş çok güzel bir yapı. Üzerinde bir çok yerde olduğu gibi çeşitli heybetli heykeller var. Nedense fotoğrafını çekmemişiz ama meydanı ve iki kiliseyi de aşağıdaki videoda izleyebilirsiniz.

Meydan gece gündüz canlı. Pandomimciler, sanatçılar, müzisyenler, gençler, turistler ve gingerlar. Evet, çok fazla ginger var şehirde ve turistler de epey rağbet ediyorlar bu araçlarla şehir turu yapmaya.

Şehrin simgelerinden biri de Karl Köprüsü. Köprü Vltava nehri üzerinde inşa edilmiş ve 1402 yılında tamamlanış. Eski şehir tarafından köprüye giderken muhteşem ve haşmetli gotik stilde yapılmış kule kapısından geçiliyor. Kapının üstünde yine ihtişamlı ve hayranlık uyandıran heykeller var. Karşı kıyıdaki çıkışta da çok güzel iki kuleli bir kapı var.

Prag-Kopru-3

Bu şehirde önünüze bakabilmek gerçekten çok zor. Köprüye çıktığınızda uzakta kale manzarası hemen göze çarpıyor.Köprünün kenarları sağlı sollu heykellerle dekore edilmiş. Heykellerin arasından yürürken nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz çünkü gerçekten çoklar.

Prag-Kopru-2

En dikkat çeken ellenmekten parlamış olanı. Bu heykeli elleyenlerin Prag’a tekrar geleceği söyleniyormuş. Ben de epey parlattım. Maalesef heykeller hakkında bir bilgimiz yok (kesinlikle şehri tanıtan bir kitap almalı diyorum tekrar ve tekrar). Köprünün üstü de sanatçı dolu.

Prag-Kopru-1

Müzisyenler gerçekten çok iyi, özellikle klasik müzik çalanlar. En iyi gruplar akşamları çıkıyor. Hepsi oturup dakikalarca dinlenesi. Aşağıdaki kısa video bu güzelliği size de hissettirebilir.

Fakat akşamları çıkan o can sıkıcı sivrisinekler bizim için fazlasıyla rahatsızlık vericiydi. Sinekler heykellerin üstündeki örümcek ağlarını da kaplamış durumda. Ressamlar, takı satanlar ve envai çeşit satıcı. Biz avrupalı turistler gibi euro ile kazanmadığımız için el yapımı magnetler ve takılar biraz pahalı geldi. Fakat tezgahlardan birindeki takılar el yapımı, orijinal ve uygun fiyattaydı. Bir tezgahtan bana aşağıdaki küpeleri ve kolye ucunu aldık. Giderseniz bu tezgaha uğramanızı kesinlikle öneririm.

Prag-Hediye1

Köprünün nehir manzarası da çok güzel. Orada bulunduğumuz iki günde de sabah akşam köprüde bulunmaktan büyük keyif aldık.

Prag-Vltava-1

Ben yine Nazım Hikmet ile köprüyü anlatmayı bitireyim.

Pırağ’da bir yandan ağarıyor ortalık
Bir yandan da kar yağıyor
Sulusepken
Kurşuni
Pırağ’da ağır ağır aydınlanıyor barok;
Huzursuz, uzak
Ve yaldızlarında kararmış keder.
Ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlara benziyor.
Dördüncü Şarl Köprüsünde heykeller.

Ertesi gün Prag’da muhakkak görmeniz gereken Prag Kalesi’ne gittik. Kale’ye çıkmak için tramvay’ı kullanabilirsiniz ama biz yürüyerek çıkmayı tercih ettik. Zaten gezip görmeye geldiğimiz için bu tip yürüyüşleri çok seviyoruz.

Prag-Kale-1

Yol üzerinde yukarıdaki gibi güzel meydan ve binaları görmeyi seviyoruz. Arada bir yerlerde oturup bir şeyler içmek hoşumuza gidiyor.

Önce Kale’nin yukarısındaki Strahov Manastırı’na çıktık. Yorucuydu ama manastır’ın önündeki kendi birasını üreten Klasterni Pivovar‘da içtiğim India Pale Ale beni kendime getirdi.

Kaleye geldiğimizde girişte bir kalabalık gördük. Meğerse nöbet tutan askerlerin nöbet değişimine denk gelmişiz. Pek uzattılar ama izlemesi çok keyifliydi. Gelenek bile olsa çok turistik geldi bize.

Prag-Kale-2

Sonrasında giriş biletimizi aldık. Kalede ziyaret edeceğiniz noktaları seçerek üç farklı bilet alabiliyorsunuz. Bu biletlerin nereleri gezmenize izin verdiğini ve fiyatlarını buradan görebilirsiniz. Biz B rotası için bilet alarak kişi başı 250 kron ödedik. Rotanın ilk durağı olarak St. Vitus Katedraline girdik.

Prag-Kale-4

Aslında katedralin içine girmek için bilete ihtiyacınız yok, elbette halka açık. Ancak biletiniz yoksa kapıdan girip içine bakıp çıkıyorsunuz.

Prag-Kale-3

Ancak içini güzelce gezebilmek için daha içeriye girmek ve bunun için de biletli olmanız gerekiyor. Bence girmeniz lazım çünkü biz kilisede yaklaşık bir saat geçirdik, görülecek çok şey var. Bu kilisenin içi Tyn’in aksine dışından daha ihtişamlı.

Prag-Kale-6

Biletimizin izin verdiği diğer bina ise eski Kraliyet Sarayı idi. Bu yapının içinde görülecek olağanüstü şeyler yok ama yine de gezilebilir. Merdivenlerle çıkılan bir kaç odasının manzarası çok güzel.

Prag-Kale-5

Büyük bir davet salonu da var ama bizi çok etkilemedi çünkü Yıldız Şale’nin davet salonunu yeni görmüştük ve orası buradan daha büyük. Tabi ne de olsa bu yapı çok daha eski, o nedenle dikkat çekici.

Biletimiz ile girebildiğimiz son yer ise bir yapı değil, yapılardan oluşan bir sokak. Golden Lane denen bu sokakta eski kale çalışanlarının ve zanaatkarlarının evleri restore edilmiş ve bazıları mağaza haline getirilmiş. Epey etkileyici ve güzel bir sokak.

Prag-Kale-7

Golden Lane’e girmeden önce sol köşede cam eşyalar satan bir mağaza var. Biz aşağıya indikten sonra farkettik ama cam eşya alacaksanız en ucuz yer burası. Bizim Paşabahçe gibi bir nevi devlet kurumu gibi görünüyor. Çok hoş şeyler var.

Kaleden aşağıya inince tekrar Karl Köprüsüne doğru döndük. Yol üzerinde Franz Kafka müzesi var. Bu müzeyi zaten Karl köprüsünden karşıya geçerken Vltava nehrinin sağ kıyısında görüyorsunuz. Bahçesinde ilginç iki heykelin süslediği bir süs havuzu var. Heykeller işeyerek havuzu dolduruyorlar. Birisi bu.

Prag-Kafka-1

O heykelleri ve bahçede bulunma sebebini pek anlayamadık doğrusu, sanki Kafka’dan rol çalıyorlardı. Hediyelik eşya mağazası da bahçenin içinde. Doğrusu müze bizi hayal kırıklığına uğrattı. Klasik müze anlayışından uzaktı. Simsiyah koridorlarda yürürken sağlı sollu Kafka ile ilgili yazılar ve fotoğraflar vardı. Ancak müzedeki fotoğraflardan farkettik ki, astronomik saatin yanında gördüğümüz ve dikkatimizi çekmiş olan şu binada Kafka bir dönem yaşamış.

Prag-Kafka-2

Değişik bir cephesi olduğu için dikkatimizi çekmişti, görmeden geçmenin pek mümkün olmadığı bir yerde. Müzede fotoğraf çekmek de yasak. Çalan müzikle birlikte koridorların büründüğü hava müzede segilenenlerden daha etkileyiciydi. Kişi başı 200 kron, içinde umduğumu bulamadığım bu müze için bence fazla pahalıydı.

Gezilip görülecek yerler bittikten sonra biraz merkezden uzaklaşmaya başladık. Karl Köprüsünden kalenin görüntüsüne bakarak karşı kıyıya geçtik.

Prag-Kopru-4

Turistik yerlerde merkezi yerlerden biraz olsun uzaklaşınca şehri daha iyi tanıyoruz. Gerçi Prag’da zamanımız az olduğundan pek uzaklaşamadık ama yine de arka sokakların keyfini aldık. Vltava nehri boyunca yürürken nehir kenarında Nominanza River Restoran bizi kendine çekti.

Prag-Yemek-1

Burada nehir kenarında biraz dinlenip karnımızı doyurduk. Prag’da her yerde olduğu gibi yine iki kişi bahşiş dahil yaklaşık 50 TL ödeyip kalktık.

Nehir boyunca ilerledikçe Prag’ın güzel binaları daha çok dikkatimizi çekti.

Prag-Binalar-1

Nehrin bu tarafındaki diğer binalarla alakası olmayan tek bina, Dans Eden Ev ya da Fred and Ginger House diye takma ad verilmiş olan şu bina.

Prag-Binalar-ginger

Çok farklı bir bina ama bir de Prag’ın diğer binaları arasında olunca daha da enteresan geliyor.

National Theatre binası da nehir kenarında. Ana cephesi restorasyonda idi ama heybetli yan cephe görünüyordu.

Prag-Tiyatro

Tam tiyaro binasının karşısında, Nazım Hikmet’in Prag’da geçirdiği yıllarında çok sık gittiği Cafe Slavia bulunuyor. Elbette oraya kadar gitmişken Nazım’ın çok sevdiği bu kafeye biz de gittik. Biz de cam kenarında bir masaya oturup Nazım’ın seyredip memleketini düşündüğü manzarayı izledik.

Prag-Yemek-Slavia-1

 

Nazım Hikmet’in şu şiirini de hatırladık.

slavya kahvesinde oturan dostum tavfer’le,
vıltava suyuna karşı oturup,
tatlı tatlı yarenliği severim
hele sabahları hele baharda.
hele sabahları hele baharda
konuşurken dalar dalar gideriz
bir yitirir bir buluruz birbirimizi.
hele sabahları hele baharda.
prağ şehri yaldızlı bir dumandır
ve kızıl, kocaman bir elma gibi.
nezval geçer taze çıkmış kabrinden
param parça yüreği de elinde
ve orhan veli’yle karşılaşırlar
urumeli hisarından gelir o
ve telli kavağa benzer orhanım
yüreciği delik deşik onun da.
biz de aynı loncadanız biliriz tavfer
zanaatların en kanlısı şairlik
sırların sırrını öğrenmek için
yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.
pırağ şehri yaldızlı bir dumandır
vıltava suyunun köpüklerine
martı kuşlarıyla gelir istanbul
lejyonerler köprüsüne gidelim tavfer
martı kuşlarına ekmek verelim.

Cafe Slavia’da duvarlarda oraya gelen ünlülerin fotoğrafları arasında Nazım Hikmet’in fotoğrafı da var. Ayrıca bir duvardaki şu tablo hakkında şöyle bir hikaye var.

Prag-Yemek-Slavia

Söylenen o ki, Nazım Hikmet’in günlerce dertli dertli camdan dışarı baktığını gören Prag’lı bir ressam, onun bir kadını düşündüğünü hikaye eden resmini çizmiş. Kadın Nazım Hikmet’in içtiği Absinthe renginde resmedilmiş. Doğru mu bilmiyoruz ama biz bu hikayeyi çok sevdik.

Cafe Slavia şık bir mekan. Biz çok aç olmadığımızdan, merak ettiğimiz kaz etinden bir porsiyon yedik, çok lezzetliydi. Güzel pastalardan birini seçtik, kahve ve biralarımızı da içtikten sonra tipik 50 TL’lik hesabımızı ödedik. Cafe’de Nazım’ın izini süren diğer Türklerle de tanışıp fotoğraf çektirdikten sonra yolumuza devam ettik.

Yeme içme konusunda Prag oldukça ucuz ve çeşit çok fazla. Deli gibi acıkıp her şeyi yemek istiyorduk ama özellikle ben maalesef çok yiyebilen bir insan değilim. Bir daha gidersek Cafe Slavia’da kesinlikle bir öğünden fazla yemeyi planlıyoruz.

Biralar neredeyse sudan daha ucuz ve çok çeşitli. Aslında sudan gerçekten daha ucuz. Markete girdiğimizde içki reyonu fiyatlarıyla bizi kendimizden geçirdi.

Şehir, merkezden başlayarak Prag 1, Prag 2 şeklinde bölgelere ayrılmış. Bu da oteli seçerken çok yardımcı oluyor. Biz merkezde kaldığımız için toplu ulaşımı havaalanına gidiş geliş dışında kullanmadık. Ama bunun dışında hiç kullanmasak da metro ve tramvay oldukça yaygın.

Hediyelik eşya olarak cam eşyalar, takılar ve kuklalar var. Elbette ki magnetler de. Hediyelikler yeme içme kadar ucuz değil ama pahalı olduğunu da düşünmeyin. Biz daha ucuz bulma adına epey geç aldık magnetleri. 30 kronla 90 kron arasında değişiyor fiyatları. Biz magnetle ahşap bardak altlığı aldık. Daha önce söylediğim gibi kaledeki cam atölyesi satış mağazasında cam eşyalar daha uygun fiyatlı.

Her gittiğimiz yerde olduğu gibi yine büyük bir market bulduk ve en fazla alışverişi marketten yaptık. Ambre Solaire güneş kremleri 180 krondu, yaklaşık 18 TL. Buradaki fiyatın yarısı yani. Epey baharat aldık ayrıca. Markete kesinlikle gidin deriz, çok uygun fiyatlı ürünler bulunabiliyor. Ayrıca çok çeşitli alışveriş mağazalarının olduğu Václavské náměstí caddesinde 5-6 katlı bir Bata mağazası var, kesinlikle uğrayın deriz.

Otelimize dönerken hep önünden geçtiğimiz Opera binası ve Powder Tower’ın ihtişamlı görüntüsünü de burada paylaşalım.

Prag-Opera

 

Prag’da geçirdiğimiz muhteşem iki gün sonunda havaalanına giderken Gürkan’ın macera araması sonucu havaalanına Metro ve otobüs ile gitmeye karar verdik. Metro B’nin son durağına kadar gidip 100 numaralı otobüsle havaalanına geçtik. Gittik ama son durak çok ıssız bir yerdeydi ve pazar günü olduğu için otobüs saatleri epey seyrekti. Hani otobüsü kaçırsak etrafta taksi bile bulamazdık. Yine Airport Express ile gitsek daha sağlam olurdu bizce.

Son Söz

Prag gerçekten masal gibi bir şehir. Tüm övgüleri hak ettiğini düşünüyoruz. Ucuz olması ayrıca bir övgü konusu olabilir. Gotik, romantik, büyüleyici ve zamanın durduğu bir şehir. Fırsat bulursak tekrar gitmeyi çok isteriz.

Ceren, Temmuz 2014.

 

 

 

Karaburun (İzmİr)

TATİL PLANI

Bu sene, her yıl olduğu gibi, yine koylarına günlük turlar atabileceğimiz bir yer seçimi ile tatil planına başladık. Bu yıl baba-anne ve çocuk üçlüsünden oluşan çekirdek ailemiz,  çok daha kalabalık bir kitle ile tatil planı gerçekleştirdi ve 8 kişi ile ekonomik bir tatil için planlama başladı. İzmirli arkadaşlarımın tavsiyesi ve araştırmalarım ile bu yılki “ah keşke burada yaşasak” yerimizi, İzmir/Karaburun olarak belirledik. Kalabalık bir grup için uygun yer bulmak kolay değil. Özellikle internetten ve sahibinden.com sitesinden yaptığımız araştırmalar ile bir çok telefon görüşmesi sonucu 3 katlı bir villayı tercih etmemize rağmen sığmakta yine de zorlandık diyebilirim. Karaburun – Akvaryum Sitesindeki villamız bizi ilk karşılayışında beklentilerimizin çok altında kaldı. 15 günlük 2000 TL + 200 TL su, elektrik vb. giderler için ödenen depozito tutarındaki evimiz, iyi bir temizlik ile yaşanır hale geldi.(Bu tarz bir kalacak yer seçiminde, kalacak yeri önceden görmenizi önemle tavsiye ediyorum.)

YOLCULUK

Şahsi araçlarımız ile İstanbul’un Anadolu yakasından akşam 24:00 de yolculuğumuz başladı. Biz körfezi dolaşmayarak Eskihisar’dan feribotla Topçular’a geçişi tercih ettik.

Kendi aracı ile gidemeyenler, belki İzmir havaalanından ya da başka bir noktadan araba kiralayıp gitmek isterlerse, en uygun kiralama firmasını şuradaki siteden kolaylıkla bulabilirler.

İzmir’e kadar gayet rahat bir güzergah var. İzmir’den sonraki çetrefilli yol durumu, yeni yol çalışması ile kolaylaşıyor. 2014 yazı itibari ile yol 1/3 oranında tamamlanmış durumda. Eski yolu tercih etmek isteyen sürücüler bol viraj için hazırlıklı olmalılar. Tabi bol viraj daha ilgi çekici bir manzara vadediyor. İzmir-Karaburun arası yeni yolu kullandığınızda takribi 1 saat sürüyor.  İstanbul Anadolu yakasından başlayan sürüşümüz 9 saatlik rahat bir yolculukla Karaburun’da son buluyor.

KARABURUN (Mimas)

“Büyük şehrin, küçük, el değmemiş cenneti”

Karaburun (Mimas), tanrıça Athena’nın zeytini ilk yetiştirdiği yer. Nergis Çiçeğinin yetiştiği ilk toprak. Mitolojik olarak bir çok hikayenin geçtiği yer. Ayrıca ünlü şair Homeros’un burada doğduğu varsayılmakta.

Karaburun’un yolunda 300’e yakın viraj varmış. “Yolu olmadığından gelişmedi” diyorlar. Şehir Merkezini köy gibi düşünün. Fazladan sadece Mini Tansaş, Şok ve 2 eczane var. Ziraat Bankası, İş Bankası ve Garanti Bankası paramatiği var. Petline dışında en yakın benzin istasyonu 20 km uzakta. Bu bilgiler ile giderseniz sıkıntı çekmezsiniz. Burada şöyle bir haksızlığa da neden olmayalım. Bu bahsettiklerim sayesinde her şey taze, kokusunda, tadında ve doğallığında, daha ne olsun.

Biz görkemli mitolojisinden büyülensek de sıcak yaz günlerinde tanrıları rahat bırakarak, diğer büyüleyici kısım olan denize dönelim…

Şunu da baştan söylemem lazım, benim yüzme tercihim şnorkel ile denizaltı tabiatını izleyerek yüzmek. Şnorkelsiz yüzmek söz konusu olunca, çok kirli olmamak kaydıyla, hiç bir deniz diğerinden farklı gelmiyor. Bu kişisel yüzme tercihine göre inceleyeceğim gittiğimiz koyları…

Mimoza Koyu 

İlk gün gittiğimiz Karaburun merkezdeki Mimoza koyu, bizim için tam anlamıyla hayal kırıklığı oldu. Karaburun’un en önemli koylarından olduğu için çok merak ederek gittiğimiz bir yerdi. Bayram tatilinin de etkisi ile inanılmaz bir kalabalık ve koyda bulunan iki tesisin bangır bangır disko müziği ile sadece 1 saat kadar kalabildiğimiz hayal kırıklığımızdır.

karaburun mimoza 3

Geniş bir koydur ve sağ tarafı tenhadır, fakat taşlıktır. Koyun bu kadar sağ yanına geldiğinizde, bir kaç adım sonra Bodrum Koyu olduğundan tercih o yöne doğru oluyor.

Bu arada Mimoza Koyu’nun artık mavi bayraklı olmadığını da hatırlatmak gerekiyor. Siz yine de ben sağdan sağdan bir bakayım denize derseniz, kıyıda deniz çayırlarının kaplı olması belki sizi de, ilk başta, benim gibi rahatsız edebilir. Bu rahatsızlığın bu bitkiyi yosun ile karıştırmaktan kaynaklı olduğunu belirteyim. Denizler için çok önemli fotosentez kaynakları olduklarını öğrenince, görüntü rahatsızlığım bile geçti diyebilirim. Koyda deniz sıcaklığı orta derece, değişkenlik göstermiyor. Denizaltı canlılığı yoğun, Ege’nin balık çeşitliliğine rastlayabiliyorsunuz.

karaburun mimoza 1

Düzeltme: 2015 yılı Ağustos ayında yolumuzu mecburiyetten Karaburun’a düşürmek zorunda kalınca, Mimoza Koyu’nu tekrar görme fırsatımız oldu. Sanki geçen yıl geldiğimiz yer burası değil. Tatilini 1 haftadır bu koyda geçiren arkadaşıma geçen yılı anlattığımda bana “ne içtin sen” der gibi bakıyordu. Çok güzel bir tatil geçirdiklerini ve koyun berrak ve temiz suyunda, çocukları ile çok rahat ettiklerini söylediler. Müzik ve kalabalık sadece hafta sonunda oluyormuş.

karaburun mimoza 2

Koya ait 3 fotoğrafı bu yıl (2015) çektim. Böylesine bir doğa harikasının hakkını yememek adına da düzeltme yapmak ihtiyacı duydum.

Bodrum Koyu

Karaburun’daki 12 günlük tatilimizin, çokça da yanımızdaki iki ufaklık nedeni ile 6 gününü geçirdiğimiz koy. Pişman mıyım? Hayır …

Karaburun Bodrum 5

Bodrum Koyu, yaklaşık 200 metrelik bir koy. 3 işletme ve 1 bakkal bulunuyor. İşletmelere ait şemsiye ve şezlonglar da var, belediyenin koyduğu ücretsiz şemsiyeler de. Biz Paşa Cafe & Bar’a ait olan 2 şezlong +1 şemsiye, gün boyu 15 TL olan tarafı tercih ettik. Koyun en sol tarafı. Dağınıklık için kusura bakmayın, tatil hali :)

Karaburun Bodrum 4

Sualtı tabiatı olarak kesinlikle memnun kalacağınız koy, aynı zamanda bir dalgıçlık kulübüne de ev sahipliği yapıyor. Siz yüzerken 3 metre altınızdan 4-5 kişilik dalgıç grubu geçebiliyor. Tek dalışın 70 TL, 3 günlük bröve verilerek verilen eğitimin 700 TL olduğu şeklinde bilgi aldım.

Koyun sol kısmı yaklaşık 5-6 metre ilerleyince derinleşiyor, sağa gittikçe derinlik daha yakında (3-4 m) artıyor. Suya giriş her yerde taşlık ama beni rahatsız etmedi, ayakkabısız da rahatça girilebilir. Su serin, mavi bayraklı ve tertemiz. Özellikle sabahları billur gibi oluyor. Ayrıca şnorkel yüzücüleri için balıklar, deniz kestaneleri ve midye kabukları dışında bir sürpriz olarak batırılmış küçük bir tekne var. Dip derinliği 6,5 metre. Maalesef yanımda deniz kamerası olmadığından fotoğraf koyamıyorum, gidip görmeniz gerekecek…

Kuyucak

Merkezden 1 km çıkınca Kuyucak Plajına geliyorsunuz. Mavi bayraklı koy sizlere sessizlik ve ada manzarası vadediyor. Bu küçük adamızın adı İstanbul’dan tanıdık; Büyük Ada, fakat burada yerleşim yok. Kuyucak Plajında, baraka bir tesis var, bu tesise ait 2 şezlong 1 şemsiye 7,50 TL. Alkollü, alkolsüz içecekler ile yiyecek çeşitleri mevcut. Biz tostunu çok sevdik. Ayrıca 50 m ilerisinde çok güzel bir balık lokantası var. Deniz kenarı, salaş bir yer.

Karaburun Kuyucak 1

Koyun karşısında küçük bir ada var. Güzel manzarası, rüzgarsız bir havada güzel denizi ile bütünleşiyor. Taşlık girişi biraz rahatsız etse de, sualtı tabiatı keyifli bir koy. Deniz serin, akşama doğru biraz üşüyebilirsiniz. 3-4 m sonra derinleşiyor. Derinleştikten sonra zemin kum, bolca karagöz, sivriburun karagöz, zargana, kefal görebilirsiniz.

Karaburun Kuyucak 2

İncirli Koy (Akvaryum Koyu)

Karaburun merkezin incisi, mini minnacık cenneti, adının hakkını tam anlamıyla veren akvaryumlardan ama topu topu 15 m. olan koy o kadar popüler ki iğne atsan yere düşmez durumda. Biz denizin tadını çıkarmak için sabah 08:00 de gidip 10:00 a kadar durduk. Öğleden sonraki ziyaretlerimizde ise sadece güzelliğinin tadını çıkardık.

Karaburun incirlikoy 1

Girişi kum, biz sabah girdiğimizde 2-3 kişi olduğundan çok sakin, durgun ve berraktı. Kalabalık arttıkça kıyı bulanıklaşıyor. Sualtı ise inanılmaz. Şnorkeli çıkartmak istemedim. Balıklar, midyeler, çeşitli deniz canlıları, kayalık alanlar. Bu minik koyda tüm Karaburun’daki balıklar var desem çok az abartmış olurum.

Karaburun İncirli

Karaburun’un en lüks sahili burası diyebilirim. Çimenlik alanlar, armut oturmalar, şezlonglar vs. Kazıklanmadan gönül rahatlığı ile yiyecek içecek siparişi verebilirsiniz, fiyatlar makul. Şemsiye ve 2 şezlong 15 TL, armutlar 5 TL gün boyu kiralık.

Bu arada zamanı gelmişken Karaburun Belediyesinin bir uygulamasını çok takdir ettim, hangi koya giderseniz gidin, orada hangi işletme olursa olsun, mutlaka ücretsiz şemsiye koyulmuş ve kimse tarafından rahatsız edilmeden bu hizmetten faydalanabiliyorsunuz. Hatta bazı işletmeler oralara da servis yapıyor.

Dolungaz

Karaburun merkezden Bozköy istikametine giderken 3 km kadar sonra Dolungaz diye eski bir tabela görüyorsunuz. Eğer burası ile ilgili bir bilginiz yoksa asla merak edip gireceğinizi zannetmiyorum. Biz bilinçli bir hareketle tabelayı görür görmez sağa dönüyoruz. Toprak yol nereye kadar müsaade edecek diye düşünürken bir deniz manzarası çıkıyor ki karşınıza; “Gemliğe doğru / denizi göreceksin / sakın şaşırma.” diyen Orhan Veli Kanık’a sevgi, saygı ve özlemlerimizi gönderiyoruz.

Karaburun dolungaz 1

Dolungaz aslında Karaburun’un kamping alanı. Çadırınızı alıp gelebilirsiniz. Ya da prefabrik yapılarda kalabilirsiniz, internette kısa bir araştırma ile kamping için bilgi sahibi olabilirsiniz. Dolungazda herhangi bir tesis mevcut değil, kamp alanı girişi paralı olduğundan biz girmedik.

karaburun dolungaz 2

Arabamızı üst yola park ettik ve keçi yolundan bu yukarıda gördüğünüz muhteşem denize indik. Sahil epey taşlık, ayakkabı şart diyebilirim. Koyun sağ kısmındaki kayalık beni daha çok cezbetti ve ben oradan suya girdim.

Karaburun dolungaz 3

Girerken de çıkarken de bu kısmı kullandım ve dubaların halatlarına tutunarak bir rodeocu gibi dalgalara karşı durmak inanılmaz keyif verdi.

Deniz, kayaların olduğu bölümde çok dalgalı ama koyun içinde rahat yüzebiliyorsunuz. Kıyıdaki taşlık kısım 4-5 metre sonra kumlaşıyor. Koyun solunda ve sağındaki kayalık kısımlar çok keyifli bir şnorkel deneyimi sağlıyor fakat dalgalı olduğundan çok dikkatli olmak gerekiyor.

karaburun dolungaz 4

Dolungaz’ı, eğer kamp için kullanmayacaksanız, 2-3 saatliğine değerlendirebilirsiniz. Her gün gelseniz de sıkılmayacağınız bir eğlencelik.

Kaynarpınar

Karaburun ile Mordoğan arasındaki İncecik köyüne bağlı iskele, küçük sahili ile sizi kendine aşık edebilir. Karaburun merkezden 15 dakikalık bir araba sürüşü ile vardığımız sahil beldesi, tam bir mini Karaburun. Bakkal, tüpçü, balık lokantası, fırın…

İzmirli arkadaşlarımızla buluştuğumuz mini sahil, yürüyerek bile girebileceğiniz mini bir mağaraya sahip. Sürekli mini diye yazıyorum fakat hakikatten doğa burada büyüyecek bir bebek gibi duruyor.

karaburun kaynarpınar 1

İşte sahili, tam boy bu kadar. Mağaramız da hemen orada. Sahilin arka planı bir insan boyu kadar örme duvar ve ağaçlar doğal gölgelik oluyor. Hoş bir sürpriz olarak bir ardıç ağacı var. Ardıç ağacı enstrüman yapımcıları için çok değerli, ayrıca enstrüman yapımcısı arkadaşımdan  öğrendiğime göre  üzerinizde bir dalı bulunursa veya yurt dışına çıkartmaya çalışırsanız ceza alıyormuşsunuz. Tambur yapımcısı arkadaşımın yalancısıyım. Bu sürprizin mutluluğunun yanında denizin sürü sürü balıklar ile bizi karşılaması ise apayrı bir keyif oldu. Denizden kayalıklar istikametinde yüzdüğünüzde hem gizli, irili ufaklı mağaralar keşfediyorsunuz hem de 10 insan gitse dolacak minyatür bir koyu.

Bir Karaburun klasiği olarak giriş taşlık, su serin ama pırıl pırıl, her koyda size yaşattığı yüzme keyfi burada da aynı. Kaynarpınar’ın girişi itibari ile sağ bölümü bu sahil, sol bölümü ise balık lokantası, araları 150 metre.karaburun kaynarpınar 2

Arkadaşlarımızın tavsiyesi ile Kaynarpınar İskele Balık Lokantasında akşam yemeğimizi yedik. Denizde de sık sık rastladığımız lidaki balığı ile kefal tercihimiz oldu. Yolunuz buraya düşerse, ki düşürün mutlaka, taze Karaburun balıklarını mutlaka tadın. Lokanta,size lüks ya da meşhurluk vadetmiyor, ama uygun fiyata lezzet sunuyor. Kesin bilgi :)

karaburun kaynarpınar 3

Kahvenizi de bu manzarada içebilir, benden daha iyi resimler de çekebilirsiniz. Sadece bir teşekkür yeterli olur :)

Hamzabükü

Deniz, kirlenmemek için gökyüzünün bile rengini almamış, öyle berrak. Hamzabükü’nü ilk gördüğümde ki yorumum bu oldu.

karaburun hamzabuku 1a

Hamzabükü, Karaburun merkeze 15 km uzaklıktaki Sarpıncık Köyü’ne bağlı, Sarpıncık Köyü’ne giderken eski Rum taş evlerinden oluşan dağ köylerini de görebiliyorsunuz.

Karaburun Dag Koyu

Köyden 5 km uzaklıktaki deniz kenarına inen epey dolambaçlı bir yol var, nispeten rahat, fakat merak etmeyin değecek.

karaburun hamzabuku 6

Büke neredeyse tam ortadan giriş yapılıyor. Sol tarafında 3 tane tek katlı yapı var. Sağ tarafı kayalıklardan oluşuyor. Kayalıklara çıkma denememiz de oldu, zor bir tırmanış ama imkansız değil. İmkansız olmaması tehlikeli olmadığı anlamına gelmiyor tabii…

karaburun hamzabuku 2

Plaj öğlen birde bomboştu, daha sonra üst resimde fark etmiş olacağınız ya da şu an bakarak fark ettiğiniz kırmızı şemsiyeli 5 genç geldi o kadar. Koyda hiçbir tesis yok, tüm yiyecek içeceklerinizi yanınızda götürmeniz gerekiyor. Elbette şemsiyenizi de.

Plaj küçük çakıl taşlarından oluşuyor. Denize giriş ise nispeten daha büyük taşlarla dolu, bu durum girişi biraz zorlaştırıyor. Su çok enteresan bir şekilde yüzeyde sıcak, daldığınızda dipte soğuk. Ayrıca yüzerken de soğuk akıntılardan geçiyorsunuz. Özellikle sağ bölümdeki kayalıkların tam önünde çok soğuk kısa bir bölüm bulunuyor.

Tam burada affınıza sığınarak ikinci vecizemi söylemeden edemeyeceğim; burası bir şnorkelli yüzücü için mükemmel, iki şnorkelli yüzücü için vazgeçilmez bir yer.

karaburun hamzabuku 5

Hamzabükü, tüm Karaburun koyları içerisinde en beğendiğim yer diyebilirim. Sanırım gidiş yolunun yoruculuğu az tercih edilmesine neden oluyor ama hem tam bir sakinlik hem de tam bir temizlik söz konusu. Deniz altı balık sürüleri ile dolu, ayrıca Ege’nin meşhur balıkları karagöz, lidaki, kefal, zargana, gelincik balığı gibi ve tek tek görebileceğiniz akvaryum balığı gibi balıkları da bolca görebilirsiniz.

Sol bölüm kayalıklardan oluştuğu için yüzmeye pek uygun değil. Orası için de en iyi fikir şu gibi duruyor :)

karaburun hamzabuku 3

Nacizane diyebilirim ki gelin, görün, tadını çıkarın. Burada zaman yok. Stres yok, gürültü yok. Alabildiğine engin bir deniz ve küçük dalga sesleri…

Badembükü

Karaburun’un artık sol tarafına geçiyor ve merkezden, yol durumunu da düşünürsek, 1,5 – 2 saat kadar uzaklaşmış bulunuyoruz. Hamzabükünden  asfalt yol la15 dakika daha batıya, Parlak Köyüne doğru yol aldıktan sonra, toprak yoldan 5 km içeri giriyorsunuz ve yine bir doğa harikası sizi bekliyor.

Karaburun Badembuku 1

Maalesef yol özellikle son 2 km çok bozuk ve engebeli, koyun içinde tesis yok. Köy bölümünde pansiyonculuk başlamış ama bakışları daha turiste alışamamışlar gibi. Bizim geldiğimiz gün o kadar dalga vardı ki sadece kıyıda dalgalara karşı oynadık.

Karaburun Badembuku 2

Tatilimizin en eğlenceli saatleri burada geçti diyebilirim. Yüzemedik, deniz altını izleyemedik ama yalancı sörfçüler olarak dalgalardan sıkı bir dayak yedik. Şöyle bir gözünüzde canlanması açısından aşağıdaki fotoğraf iyi olabilir :)

Karaburun Badembuku 3

Bu kadar dalgada haliyle koy boştu, fakat bizimle birlikte koyu paylaşan bir grup genç, sanırım burayı özellikle tercih etmişler, dalgalarla dans ediyorlardı, hiç çekinmeden girip çıkıyor ve eğleniyorlardı.

Karaburun Badembuku 4

Seyahat programınıza burasını da mutlaka alın, bizim gibi denk gelirseniz kıyıda oynayarak eğlenir, durgun bir zamanına denk gelirseniz kayalıkların dibini izler mest olursunuz.

Burada ülkemiz adına üzücü bir durum yaşadık. Koyda yer yer katranlar vardı ve köylülere “neden” diye sorduğumuzda, maalesef “yabancı gemilerin pisliklerini açığa döküp kaçtığını dalgalarla da kıyıya kadar gelebildiğini” söylediler. Böylesi güzelliklerimizi çok çok daha iyi korumamız gerekiyor.

Karaburun Badembuku 5

Son söz olarak, resimdeki çocuğu görebildiniz mi?

Saip

Karaburun Merkeze 3 km kala Saip diye bir tabela göreceksiniz, dikkatinizi çekmeyebilir ama bilin ki burayı özleyeceksiniz.

Saip Köyü, ortasından İzmir-Karaburun yolunun geçerek birbirinden ayrıldığı alt kıyı bölümü ve üst dağ eteği köyü ile iki ayrı güzelliği birleştiriyor.

Karaburun Saip 1 

Saipaltı bölümü iskeleyi barındırıyor. Bu iskele aynı zamanda Foça’ya geçiş limanı. İskelenin ucundaki fenerin yanından merdivenlerle inilen bir denize giriş bölümü var.

Karaburun Saip 2

Aslında köye indiğinizde küçücük bir sahil mevcut fakat kıyı deniz çalıları ile o derece kapanmış ki buradan suya girmektense fenerin orasını tercih ediyorsunuz. Zemin kum ama 15 – 20 m  lik bir yüzüş ile karşı kıya geçtiğinizde sizi Egenin o güzel balıkları, deniz kestaneleri, istiridyeleri, girinti ve çıkıntıları bekliyor.

Karaburun Saip 3

Deniz çok soğuk değil hatta sıcak bile denebilir. Ayrıca buradan suya atlayarak da girebildiğiniz için başka bir eğlence de çıkmış oluyor.

İskelede eşi ve torunu ile denize giren orta yaşlı hoşsohbet bir abi ile karşılaşıyoruz. Osman Abi, emekli olur olmaz buraya yerleşmiş bir İstanbul göçmeni, bize Karaburun’u, denizi, yıllarınızı vererek öğrenemeyeceğiniz hayat ile ilgili küçük ayrıntıları ve büyük şehirden huzura geçişi anlatıyor.

Karaburun saip 4

Hamzabükü’nü, Badembükü’nü öneriyor. Hayatın aslında böyle bir sahil kasabasında olduğunu öneriyor da biz negatif direnme yapıyoruz.

Kim bilir belki bir gün tekrar karşılaşırız diye Osman Abi’den ve Saipaltı’ndan ayrılıyoruz.

Biz yukarı Saip Köyüne aslında hep saat 12’ye kadar gittik, güzel bir kahvaltı yapıp öyle başladık seferlerimize, denize koşmalarımıza ama son bölüm olarak sunuyoruz size, çünkü biz burayı çok sevdik.

Yoldan 1 km yukarı çıkmanız köye ulaşmanız için yeterli, köy Akdağ’ın eteklerinde kurulmuş.

Karaburun Saip 7

Bu büyüleyici devasa kaya kütlesinin altında köyün en çok ziyaretçi çeken bölümü olarak Saip Kır Kahvesi var.

Karaburun Saip 8

Deniz tatilimizin en keyifli anlarından birini eşim Arzu, teşekkürlerimle anlatıyor…

Saip Kır Kahvesi

Karaburun köylerinden Saip Köyü’nün kahvesi. Saip Kır Kahvesini Nihal Hanım ve eşi Eşref Bey işletiyor. İstanbul’dan kaçış hikayelerinden biri onların hikayesi, “ahh ne güzel darısı başımıza!” derken kahvaltımız geliyor.Tabağın ortasında yöresel otlar ve tel peyniri karışımı, yanlarda domates, 3 çeşit peynir, zeytin, salatalık derken dolu dolu bir tabak. Üstüne Nihal Hanım tarafından yapılmış türlü reçeller..

Karaburun Saip 9

Pembe sümbül reçeli, enginar reçeli, nergis çiçeği reçeli ve adlarını hatırlamadığım orijinal reçeller ile donanıyor masa. Nihal Hanım yumurtanızı nasıl alırsınız diye soruyor hepimize ayrı ayrı ve masada 8 kişiyiz. İsteklerimizi hiç bekletmeden yerine getiriyor. Alerjisi olan ablam için ayrı otlar koyuyor tabağına, onun için özel patates kızartıyor. Kahvaltı bitince, “kahvenizi nasıl alırsınız” diyor, hepimize istediğimiz gibi pişirip, döküm Osmanlı fincanlarında  karışmasın diye de yanlarında değişik nazar boncuklarıyla servis ediyorlar kahvemizi. Yanında da demirhindi şerbetleri.

Karaburun Saip 5

Velhasıl kelam hem karnımız ,hem gözümüz, hem gönlümüz doyuyor Saip Kır Kahvesinde.

Karaburun Saip 10

Nihal Hanım o kadar ilgili ki, Saipaltı’ndaki Osman Abi gibi bir İstanbul’dan kaçış hikayesi daha sunuyor bize, her insan başka bir hikaye, yeni bir dünya…

Son Söz

Mimas, Tanrı Zeus’la savaşan bir titan, bir devdir ve Zeus onu öldürebilmek için üzerine bakır,demir ve kayalar döker. Karaburun’un bu büyük dağlarının altında yatmakta olan bir dev var, belki de burasını hiç bozmadan korumamız için bu bile yeterli bir nedendir.

[efb_likebox fanpage_url=”negordumcom” box_width=”600″ box_height=”” locale=”tr_TR” responsive=”1″ show_faces=”1″ show_stream=”0″ hide_cover=”0″ small_header=”0″ hide_cta=”1″ ]

 

Çocuklarımızın ve kendi çocuk ruhlarımızın anıları ile ayrılıyoruz Karaburun’dan.

Karaburun Bodrum 2

Her dönüş sevinçli olmayabiliyor. Bu bâkir kasabanın 5-6 dükkanlı merkezinden, birkaç kolye ve bileklik hediyesini yanımıza alıp kalbimizi orada bırakıyoruz.

Karaburun son

Bu kadar çok yerden bahsetmişken, kolaylık olsun, aşağıdaki harita üzerinde de gösterelim.

[geo_mashup_map]

Barış, Ağustos 2014.

Samos (Sİsam)

Her yaz Ege’de tatil yaparız. Bu yaz da tatil planımızı yaparken en çok sevdiğimiz Fethiye veya Datça’dan birini seçecektik. Buralarda uygun fiyatla kalıp her gün bir koya gitmek iyi bir alternatif. Ancak Datça Palamutbükü’ndeki düzgün bir bungalowun gecelik oda-kahvaltı 200 TL olan fiyatını öğrenince farklı bir rota yapmaya karar verdik.

Hazır vizemiz varken ve Halkidiki‘de 8 €’ya leziz ahtapotlar yemişken, Ege sahillerimize yakın yunan adalarında fiyatlar nasıl diye araştırmaya başladık. Nedense aklımıza ilk Samos geldi. Gerçi sonradan diğer adalara da biraz bakındık ama Samos hakkında okuduklarımız ve en önemlisi oda fiyatlarını gördükten sonra Samos seyahatini planlamaya başladık. Çok da iyi yapmışız. İyi ki Samos’a gitmişiz.

Adanın ismi Samos. Türkçe’de Sisam adası olarak geçiyor. Biz Samos demeyi daha çok sevdik.

samos-yukaridan

Nasıl gittik, ne kadar para harcadık, neler yaptık, neler yedik, nerelerde kaldık hepsini burada anlatacağız. 8 gece 9 gün süren bu Samos tatili bizim çok hoşumuza gitti. Umarız sizler de beğenirsiniz. Ama baştan uyaralım, epey uzun bir yazı oldu. Çok detaylı oldu ama meraklısının işine yarayabilir. Aşağıdaki konu başlıklarına tıklayarak ilginizi çeken kısıma hızlıca gidebilirsiniz.

Tatil Planlama

Samos’a gidiş

İlk iş Samos’a nasıl gidileceği. Kuşadası’ndan adaya yaz mevsiminde her gün feribotlar gidiyor. Feribot diyorlar ama araç almıyor. Aslında İstanbul’daki boğaz ve ada motorları kadar tekneler. 250 kişi kadar alıyorlar. Meander Turizm’in teknelerinden bahsediyorum. Bir de yunan teknesi var, hafif deniz otobüsüne benziyor ama o da aynı büyüklükte bir tekne aslında. Meander teknesi sabah 9’da gidip akşam 5’te dönüyor. Yunan teknesi de akşam gidip sabah dönüyor. Biz sabah gidip akşam dönerek adada ekstra bir gün kazandık. Tekneler adanın başkenti olan Samos şehrine gidiyor. Samos’a Vathi de diyorlar, aslında iç içe geçmiş iki kasaba.

Feribot biletini internet üzerinden aldık. Gayet kolay oldu ve bilet aldığımız firmanın müşteri ilişkisi de gayet iyiydi. Bir sürü soru sorduk, tümüne cevap aldık, bir de önce 7 gece düşünürken son anda 8 gece kalmak için dönüş günümüzü değiştirdik, hiç sorun çıkarmadılar. Bu değişikliği daha tatil başlamadan yaptık gerçi ama yine de çok yardımcı oldular. Aegean Tour Travel adlı firmanın web sitesi http://feribot-seferleri.com/ . Gidiş dönüş kişi başı 55 € bilet ücreti var. Tüm liman vergileri dahil. Size bir tek yurtdışı çıkış harcını ödemek kalıyor.

Konaklama

Ulaşımı çözdükten sonra adada nerede kalacağımıza karar vermemiz gerekiyordu. Bu iş için booking.com üzerinden otel bulmak işin en kolay yanı. Asıl mesele nerede kalınacağını seçmek. Samos adası ufak tefek bir ada değil. Google maps ile baktığımızda ve biraz araştırdığımızda çok sayıda alternatif kasaba olduğunu gördük. Ancak öncelikle adaya indiğimizde kolayca otele yerleşmek için ilk 3 gece Samos şehrinde kalmaya karar verdik. Bir çok oteli inceledik ve özellikle Türk misafirlerce çok olumlu yorumlar almış olan Cleomenis Hotel‘de karar kıldık. Oda-kahvaltı gecelik 45 €. Şimdiden Türkiye’den daha ucuza gelecek gibi görünüyordu bu tatil.

İlk oteli ayarladıktan sonra diğer günlerde nerede kalmamız gerektiğini araştırmaya başladık. Samos adanın kuzey tarafında kalıyor. İkinci otelin güneyde olması gerektiğini anlayınca bu tarafı incelemeye başladık. Güneyin en kalabalık kasabası olan Pythagoreio’yu (kolaylık olsun diye bundan sonra Pisagor diyeceğim) inceledik ama sonra buranın kalabalık olabileceğini düşünerek Pisagor’a yakın küçük bir köy olan Ireon’da karar kıldık. Oraya buraya baktıktan sonra Paris Beach Hotel‘de karar kıldık. Burası daha da uygundu, oda-kahvaltı gecelik 33 €. 3 gece de buraya rezervasyon yaptık.

Son 2 gecemize ise adayı iyice gezip tanıdıktan sonra orada karar veririz diye rezervasyon yapmadık.

Adada Ulaşım

Samos’ta toplu ulaşım pek gelişmiş değil. Aslında her yerde otobüs durakları var ve yollarda da bir çok otobüs var ama pek tavsiye eden yok. Bizce de adayı iyice keşfetmenin en iyi yolu araba kiralamak. Adada scooter ile gezen yüzlerce kişi var ama biz hem otel değiştireceğimiz için, hem de sağa sola giderken rahat edelim diye araba kiralamaya karar verdik.

Adadaki en gelişmiş sektörlerden biri araba kiralama işi. En ufak köyde bile araba kiralanabiliyor. Biz uzun süreli kalacağımız için ve feribottan inince bir arabaya ihtiyacımız olacağı için gitmeden önce arabamızı rezerve etmek istedik. Küçük bir google araması ile rahatça bir çok araba kiralama firmasına ulaşabiliyorsunuz. Web siteleri de epey gelişmiş. Online fiyat verenler de var ama “not bırakın size teklif verelim” tarzı firmalardan daha iyi fiyat geliyor. Araması zor, tek tek dolaşmayayım derseniz şuradaki siteden en uygun kiralama fiyatlarına ulaşabilirsiniz.

Türkiye’den günübirlik veya bir iki gece kalmalı gelenler için günlük araba kiralarının 40 € civarı olduğunu öğrenmiştik. Küçük arabalardan bahsediyoruz tabi. Biz bir haftadan fazla kiralayacağımız için pazarlık ederek daha iyi fiyat almayı hedefledik ve başardık da.

Samos’ta araba kiralama işinde garip bir süre hesabı yapılıyor. 24 saat bir gün sayılmıyor. Aksine her gündüz bir gün sayılıyor. Bu da sanırım feribot saatleri dolayısıyla böyle yapılmış. Şöyle ki, bugün sabah 11’de arabayı alıp yarın sabah 11’de geri verecekseniz normalde bir tam gün sayılması gerekirken Samos’ta iki gün sayıyorlar. Dikkat edilmesi gereken bir detay, yoksa bir gün fazla para ödeyebilirsiniz. Biz bir kaç mail sonrası ilk gün sabah 11’de alıp, 8 gece geçirip, 9. gün akşam 4’de arabayı vermek üzere toplam 250 €’ya Hermes Rent a Car‘dan Stefanos ile anlaştık. Standart gün hesabına da garip Samos hesabına göre de çok iyi bir fiyat.

Araba meselesi çok uzun sürdü ama bir detay daha var, eğer arabayı Samos merkezdeki bir firmadan kiralamazsanız, hem parayı ödemek hem de arabayı teslim etmek biraz zahmetli olabiliyor. Stefanos Samos’ta olmadığı halde zamanımız çok olduğundan bizim için sorun olmadı ama bir-iki günlük kiralamalarda zaman kaybı yaşanabilir.

Adada geçirdiğimiz 9 günde 500 km yaptığımız kırmızı Hyundai Getz’imiz de aşağıda. 9 günün sonunda epey tozlu tabii.

samos-araba

Evet, hazırlıklar böyle. Tatil planlandığına göre artık tatili yaşamaya başlayabiliriz.

Tatil Başlasın

Feribotumuz Kuşadası’ndan sabah 9’da kalkacağından, İstanbul’dan gece çıkıp sabah varmak bir alternatif. Ama çok yorucu olacağından biz bir gün önceden gidip şehir içinde ucuz bir otelde bir gece kaldık. Sabah aramamak için akşamdan Meander Turizm’in ofisini bulduk. Liman’ın girişine yaklaşık 50 m. kala sağda dışarıdan merdivenle çıkılan ikinci katta bir ofis. Bulması kolay. Ama akşamdan işlem yapmadılar. Sabah 8’de gelmemiz gerektiğini söylediler.

Aklımızdaki diğer bir soru da arabamızı Kuşadası’nda 9 gün için nereye bırakabileceğimizdi. Limana yakın bir takım otoparklar olduğunu duymuştuk. Hatta belediye’nin katlı otoparkı varmış, belediyenin sitesindeki zorla bulunan bilgiye göre gecelik 13 liraya araba bırakılabiliyormuş. Ancak biz kalacağımız oteli ayarlarken otel sahibine arabayı bir hafta için otelde bırakmak istediğimizi baştan söylemiştik. Otelin önü de gayet güvenli olduğundan rahatça arabamızı bırakıp taksi ile sabah 8’de Meander ofisine geldik.

Meander’in ofisi epey kalabalıktı. Bizim biletimize her şey dahil olduğundan, sıra bize gelince boarding pass’lerimizi aldık. İstanbul’da e-mail ile gelen biletimizden bir çıktı almış olduğumuzdan sorunsuzca işlemler yapıldı, gidiş dönüş kartlarımızı aldık. Diğer boarding alanlar kişi başı 10 € gibi ilave paralar verdiler. 8 buçuk gibi biletler elimizde limana geçtik.

Yurtdışı çıkış harç pulu limanda alınabiliyor. Bizim yanımızda vardı, direk pasaporta geçtik. Sonrasında limanda bekleyen teknemize geçtik. Burada önemli bir detay var. Kuşadası çıkış duty free mağazasındaki satıcı arkadaşlar size içki ve sigara satmaya çalışıyorlar. Alın, yanınızda dursun, otelde bırakırsınız diyerek ikna etmeye çalışıyorlar. Ancak sonradan yunan tarafı gümrük kontrolünde gördük ki, yunan gümrükçüleri çantaları açtırarak yanınızda içki veya sigara olup olmadığına bakıyorlar ve bazı yolcular bu konuda sıkıntı yaşadı. İyi ki biz almamışız. Zaten sonradan gördük ki Kuşadası giriş gümrüğünde sigara çıkışa göre daha ucuz. Çünkü Samos çıkış duty free çok ucuz.

Bundan sonrası 1,5 saat kadar süren bir tekne yolculuğu ve Samos limanına giriş. Samos limanı küçücük bir bina. Giriş işlemleri uzun sürebiliyor. Kuyruk uzun olduğunda dışarıda güneş altında sıra beklememek için gemi yanaşmadan çıkışa doğru yaklaşıp sıraya önden girmek lazım. Biz bu şekilde yapıp 15 dakikada dışarıya çıktık.

Çıktığımızda Hermes rent a car’dan Pepe bizi bekliyordu. Limanın içindeki otoparktan arabamızı bize teslim etti. Hermes’in ofisi adanın güney batısında Marathokampos civarında olduğundan, eğer ödeme yapacaksak oraya gitmemiz gerektiğini söyledi. Nakit ödeyecek olsak alırdı herhalde ama kredi kartıyla ödeyeceğimizi rezervasyonda söylemiştik. Bu durumda 1 saat yol gidip parayı ödememiz gerekiyordu. Ancak beklenmedik bir şekilde, Pepe parayı sonra ödeyebileceğimizi, arabayı alıp gidebileceğimizi söyledi. Bunu duymak bizi şaşırttı çünkü bir kağıt parçasına bir imza ile bize arabayı verdi ve gitti.

Arabamızı alınca limana çok yakın olan otelimizi bulduk. Check-in saatinden önce gelmiştik ama odamızı 10 dakikada hazırladılar. Cleomenis Hotel’i bir aile işletiyor. İki kardeş Timos ve Joanna her noktada güleryüzle size yardıma hazırlar. Joanna odamızı hazırlatırken Timos da bir ada haritası üzerinde nerelere gidelim, nerelerde yiyelim diye tavsiyelerde bulundu.

Odamız denize bakıyordu. Küçük bir balkona ve aşağıda gördüğünüz harika manzaraya sahipti.

samos-cleomenis

Otelden görülen plaj Gagou Beach. Şehir içinde kalanların yürüyerek ulaşılabildiği için çok tercih ettiği, taşlık bir plaj. Bir kez akşam üstü buradan denize girdik, fena değildi. Ayrıca epey kalabalık olduğunu söylemek lazım. Aslında girmedik dememek için girdik, çok da gerekli değildi.

Cleomenis Hotel’in kahvaltısında beyaz peynir, iki çeşit reçel, bal, salatalık, domates, meyve suyu ve çocuklar için ıvır zıvır var. Zeytin yok. Ayrıca her sabah yoğurt, tost ya da Türk kahvesi isteyip istemediğinizi soruyorlar. Yoğurtları çok lezzetli, kaşarlı tost güzel, Türk kahvesi ise aslında grek kahvesi ama gayet lezzetli. Otelde saç kurutma makinesi yok ama istersek Joanna’nın makinesini vereceklerini söylediler.

Otel çok temiz ve rahat. Çarşaf ve havlular mis gibi, güzel soğutan bir mini buzdolabı var. Duşu perdeli ve biraz dar hissettiriyor. İşletmeciler çok ilgili, sıcak, nazik, yardımsever ve tam gereken mesafede duran insanlar. İnternet sadece resepsiyon bölgesinde var, odada çekmiyor. Gece balkon kapısı açık yattık, aşağıdaki plajdan dalga sesleri bize kadar geliyordu. Çok rahat 3 gece geçirdik.

Sonraki 3 gecemizi geçirdiğimiz Paris Beach Hotel, Ireon’da. Ireon’a gitmek için Pisagor’u geçiyorsunuz, havaalanı yoluna giriyorsunuz, havaalanından 5 km kadar ileride köye giriyorsunuz. Düzenli bir köy. Yeni yapılanmış olduğu belli. Yakınında tarihi eserler olan bir bölge var. Paris Beach Hotel maalesef deniz kenarında değil ama denizin bir sokak üstünde. Derli toplu bir tesis. Odaları gayet yeterli, geniş bir balkonu var, banyosu eski biraz, klimalı, rahat yataklı. Buzdolabı mevcut. Saç kurutma makinası odalarda yok ama resepsiyondan istedik ve konaklama boyunca bizde kaldı.

Paris Beach’in kahvaltısı pek yeterli değil. Biraz kaşar peynir, hazır reçel ve tereyağ, salam mevcut. Biz ilk günden sonra karşıdaki marketten peynir ve domates aldık, buzdolabımız da olduğundan kahvaltıya indirip yedik, rahat ettik. Bu otelde 2 gece geçirdikten sonra bu tarafı beğendiğimiz için son iki geceyi de uzattık ve toplam 5 gecemizi burada geçirdik. Güleryüzlü ve yardımsever işletmecileri vardı.

Otellerimizi de anlattığımıza göre, adım adım anlatmayı bırakıp konu başlıklarına göre devam edeceğiz. Ama cep telefonu konusundan bahsedelim önce. Ada Türkiye’ye çok yakın olduğundan bir çok yerde Turkcell çekti. Vodafone ve Avea da şebeke listesinde görünüyordu, muhtemelen çeker. Samos merkezde çekmiyor ama kuzey sahilin yüksek kesimlerinde, doğu sahilde her yerde, güney sahilde ise bazen çekti. Biz 9 gün boyunca bir şekilde dolaşıma girmeden telefonla görüştük ve hatta bir çok yerde 3G interneti kullandık. Zaten neredeyse her yerde ücretsiz kablosuz internet olduğundan, rahatça haberleşebildik.

Plajlar

Adanın her tarafında çok güzel plajlar var. Her gün bir plaja gittik. İki kez gittiklerimiz de oldu ama neredeyse her tarafta denize girme şansımız oldu. Bir yerden sonra keşfetmeyi bırakıp bildiğimiz yerlere tekrar gitmeye başladık ve tekrarladığımız plajlar en sevdiklerimiz oldu.

Samos’ta plajlar bizdekinden farklı. Hiç bir plaja girerken para istenmiyor. Otoparklar da bedava. Sevilen plajlarda şezlong, şemsiye, duş, tuvalet ve kabin bulunuyor. Eğer yanınızda şemsiyeniz varsa adanın her yerinde rahatça denize girebilirsiniz. İki şezlong ve bir şemsiye için istedikleri para 5 €. En pahalı yerde ise 6 €. Bazı yerlerde deniz kenarı tavernalarının kendi şezlongları var. Bunlardan para istemiyorlar ama bir şeyler yiyip içiyorsunuz. Aslında isterseniz içiyorsunuz çünkü gelip de soran kimse yok. Paralı yerlerde de bir ara birisi gelip parayı kibarca istiyor. Tepenizde dikilen satıcılar yok anlayacağınız.

Gittiğimiz sıraya göre plajları anlatalım.

Livadaki

Samos’tan kuzeye doğru, yani feribotun geldiği tarafa doğru giden yolu takip edip, küçük yarımadanın diğer tarafına geçiyorsunuz. Agia Paraskevi’ye gelmeden az önce sola giren toprak bir yoldan bir kilometre kadar gidince Livadaki’ye ulaşıyorsunuz.

samos-livadaki

Gördüğünüz gibi dağların arasında kalmış müthiş bir koy. Plaj ve dibi kum. Ancak biz gittiğimizde çok rüzgarlıydı. Deniz korunaklı olduğundan fazla dalga yok ama plaj vadi içinde kaldığından rüzgar kıyıda epey rahatsız ediciydi. Bu plajın resimlerine gitmeden önce çok bakmıştık ve gitmek istemiştik ama yorucu seyahatin ardından bu rüzgarda kalmak istemediğimizden burada denize giremedik. Rüzgarsız bir günde harika olacağından eminiz.

Agia Paraskevi

6-7 aile şeklinde yaklaşık 20-30 kişinin olduğu, sakin bir plaj. Plajdakiler belli ki köy halkı. Aralarında konuşuyorlar, hepsi birbirini tanıyor, çocuklar beraber oynuyor.

samos-agia-2

Sahilde 10-15 şezlong ve 8-10 tane plastik sandalye var. Şemsiye yok ama ağaçlar şemsiye görevi görüyor. Bu ağaçlardan neredeyse her plajda görebilirsiniz. Sanki bilerek dikilmiş gibi hepsi olgun ağaçlar ve gölgeleri plaja düşüyor. Şezlonglar için kimse para istemedi. Biz önce birer sandalyeye oturduk sonra şezlong boşalınca güzel bir ağaç altına yerleştik.

samos-agia-3

Plajın hemen arkasında 2-3 tane taverna var. Bunlardan birindeki yaşlı bir amcadan iki frappe aldık, toplam 3 €. İşin güzel yanı, plajdan Turkcell çekiyordu. Hatta 3G çekiyordu. Telefon görüşmelerimizi bile yaptık. Arada kesilse de, ilk günden sanki Türkiye’deymiş gibi rahat ettik. Kitabımızı okuduk, instagram’a fotoğraf yükledik. Şahaneydi.

Gelelim denize. Plaj küçük çakıl taşlı. Deniz ayakkabısı gerekmiyor. Deniz tabanı ise girişte çakıllı sonrası kum. Şnorkellerimizi takıp denize dalınca müthiş bir denizle karşılaştık. Çok uzun bir görüş mesafesi olan pırıl pırıl bir deniz. Bir çok balık, çok az bitki ve sol taraftaki kayalık bölge bizi çok sevindirdi.

samos-agia-1

Plajın sağ tarafındaki korunaklı nokta doğal bir balıkçı barınağı olmuş. Plaj kısmı 3-4 metre kadar ama çok rahat ve huzurlu bir plaj. Bizden başka turist olmadığını yerli halkın bize bakışlarından anladık. Burası henüz fazla kişinin keşfetmediği sakin ve huzurlu bir plaj.

Sidera

Adanın güney doğu tarafında. Bu tarafta Kerveli, Sidera, Posidonio ve Klima koyları var. Samos’tan Pisagor’a giderken kesinlikle kaçırmayacağınız 8 şeklindeki çift göbekten Paleokastro köyüne doğru dönüyorsunuz. Köyü geçtikten sonra ilk olarak Kerveli koyuna bir kavşak var. Bir kere gittik, Agia Paraskevi’ye benzeyen ağaçlı bir plajı var. Biz gittiğimizde çok kalabalıktı geri döndük.

Yola devam edip Posidonio’ya varmak üzereyken sola doğru Sidera tabelasını gördük.

samos-sidera-2

Merakımızdan girdik ve sadece 2 turist kadın, bir araba, bir de motorsiklet olan müthiş bir koyla karşılaştık. Burası bir plaj değil. Şezlong ya da şemsiye yok. İki tane ağaç var, onların altı da doluydu. Hemen arabamızı park edip kendimizi suya attık.

samos-sidera-3

Buranın da plajı küçük çakıl. Ama denize girişte büyük taşlar başlıyor ve deniz de kayalık. Deniz ayakkabısı işe yaradı. Çok temiz ve pırıl pırıl bir deniz. Muhakkak gidip denize girmek lazım ama zaman geçirmek için ideal değil. Biz denizdeyken iki üç araba daha geldi. Bu arada denizden dalgıç kıyafeti ve zıpkınıyla bir adam çıktı. Meğerse motorsikletin sahibiymiş. Torbasında bir çok balık vardı.

samos-sidera-1

Biz gölge bulamadığımızdan burada kalmadık. Tam çıkacakken yerli olduğu çok belli olan bir amca, en az 30 yaşındaki arabasıyla geldi, arabayı camlar kapılar açık bıraktı, hop denize daldı. Biz giderken hala denizdeydi. Eminim her gün gelip serinleyip gidiyordur.

Posidonio

Burası Türkiye’ye en yakın köy. Güzelçamlı’nın karşısı neredeyse. Geniş ve korunaklı bir koy, bir çok yat parketmiş durumda. Adanın hiç bir yerinde bu kadar yat görmedik. Vardır bir hikmeti.

samos-poseidon-2

Kıyıda bir kaç taverna var. Deniz kum ve sığ göründü. Sidera’dan yeni çıktığımız için ve Klima koyunu merak ettiğimiz için burada denize girmedik. Ama köyden çıkıp Klima plajına gitmek için yukarıya çıktığımızda şu muhteşem manzarayla karşılaştık.

samos-poseidon-1

Arkadaki dağlar Türkiye. Turkcell tabii ki çekiyordu, instagram‘a bir resim daha gönderiverdik.

Klima

Posidonio’ya inerken sağda, bizim gibi çıkarken solda Klima tabelası var. Bu yolun sonunda harika bir plaja geliyorsunuz.

samos-klima-2

Girişte sol taraftaki tavernanın adı Kaduna. Taverna Kaduna’nın kendi otoparkı var ve şezlong, şemsiye ve duş ücretsiz. Elbette gölge ağaçları yine var ama öğleden sonraya kadar gölge yapamıyorlar ve şemsiye gerekiyor. Plaj iri taşlardan oluşuyor. Deniz ayakkabısı olmadan denize girmek zor oluyor. Denize girdikten sonrası kum ve şnorkel için müthiş bir yer. Yine uzun bir görüş mesafesi, sol tarafta kayalıklar, bol balık, az bitki.

samos-klima-1

Taverna Kaduna’nın ahşap bir iskelesi var. İlk gittiğimizde bir yat bağlıydı. İkinci gidişimizde iki yat daha gelmişti ve üçü de Türk tekneleriydi. Türklerin çok geldiği bir yer olduğu belli ve konuşurken dikkat etmek gerekiyor. Taverna’nın şahane yemeklerinden ileride bahsedeceğiz ama yemek yerken kablosuz internet şifresini de aldıktan sonra bu plajda zaman geçirmek çok keyifli oldu. Turkcell plajın sağ tarafında çekiyor ama Kaduna tarafında ara sıra çekiyor, çok da sağlıklı değil. İki kez gittiğimiz bu plajda çok rahat ettik. Deniz ayakkabısıyla uğraşmadan iskeleden denize atlamak çok keyifli ama çıkarken yine de terlik gerekiyor. Birisi önden çıkacak mecburen.

Kokkari

Samos’tan batıya giden yol sizi adanın kuzey sahillerinin tümüne götürüyor. Yol sahilden gidiyor. Müthiş manzaralar ve koylar eşliğinde seyahat ediyorsunuz. Kuzey taraf daha çok rüzgar alıyor. Bu nedenle bu tarafta korunaklı koylar birer plaj olmuş. Samos körfezinden çıkınca Kedros Beach’i göreceksiniz. Buraya girdik ama rüzgar fazlaydı ve durmadan devam ettik. Biraz daha ilerleyince Kokkari’ye geldik.

samos-kokkari-4

Kokkari bu tarafın en popüler köyü. Bir çok otel, pansiyon, taverna bulunan şirin bir yer. Samos’a göre daha sakin ama daha turistik. Köyün içinde, denize paralel yol üstünde bir park yeri bulduk. Aslında adada en az park yeri Kokkari’de var galiba. Deniz kenarına indik, taşlık bir plajla karşılaştık. Datça, Palamutbükü’nün kalabalıklaşmış hali gibi. Denizi de çok benziyor. Bir çok şezlong ve şemsiye kiralayan var, fiyat 5 €. Diğer yandan burada çok turist var ve genelde bir çok kişi plaja havlu seriyor. Biz de denize girip devam etmeyi planladığımızdan havluları atıp denize daldık.

samos-kokkari-1

İşte tam buradan girdik. Deniz şnorkel ile burada göründüğünden daha güzel. Çok uzun bir görüş mesafesine sahip ve bol balık var. Denizdeki kayanın üstünden atlayan çocuklar çok eğleniyorlardı. Özellikle buranın sağ tarafındaki şu küçük koyda çok fazla balık vardı.

samos-kokkari-3

Rüzgar sakinlediğinden dalga azdı ama yine de denizde bir kaç sörfçü vardı. Sörf yapmak için uygun bir yer Kokkari. Asıl sorun ise denizin soğuk olması. Sanki plajın bu tarafında denizde su kaynağı varmış gibi, özellikle denizin dibi çok soğuktu. Çok fazla vakit geçirmedik ama bir çok güzel restoran ve taverna olan, tertemiz denizi olan çok güzel bir yer.

samos-kokkari-2

Kokkari’den batıya doğru devam ederek Karlovasi’ye gidiliyor. Bu yol üzerinde Kokkari’yi hemen geçince Tsamadou ve Lemonakia gibi bir çok müthiş koy var.

samos-gidilmeyen-plaj-2

Biz bu taraftaki bir kaç köyü ziyaret ettiğimizden ve adanın kuzeyini bitirmek istediğimizden bu koylarda duramadık.

samos-gidilmeyen-plaj-1

Duramadık ama aklımız da bu koylarda kalmadı değil. Yine de daha sonra anlatacağım köylere gittiğimiz için pişman değiliz, deniz her yerde güzel.

samos-gidilmeyen-plaj-3

Potami Beach

Kuzeydeki yolun sonunda Karlovasi kenti var. Burası adanın en büyük liman şehri. Araba ve TIR taşıyan feribotlar buraya yanaşıyor. Yakınlardaki adalara gitmek isterseniz buradan kalkan feribotları kullanmanız gerekiyor. Çok kalabalık bir şehir değil ama epey büyük. Şehrin girişinde bir çok plaj var. Yerli halk şemsiye ve sandalyelerini alıp denize gelmişler. Deniz pırıl pırıl. Ama asıl güzellik yolun sonunda.

Karlovasi limanının içinden geçip devam ettiğinizde tepeye çıkan yolun en sonunda Potami plajına geliyorsunuz. Biz asfalt yolun bittiği yere kadar gittik.

samos-potami-1

Bu plajda turist pek yoktu. Genelde yerli halkın bulunduğu bu plajda şemsiye, şezlong yok. Herkes kendi eşyasını getirmiş. Plaj ince çakıl, giriş biraz taşlı ama girdikten sonrası muhteşem. Biz en soldaki kayalıkların yanından denize girdik.

samos-potami-2

Şu görülen tepenin dibi tam bir şnorkelci cenneti. Bir anda derinleşen bir deniz, bol balık, berrak su. Ama asıl güzellik bu kayanın arkasında. Kayayı takip ederek bir arkadaki koya geçtik. Yol üzerindeki deniz altı çok güzeldi. Ama arkadaki koy inanılmaz güzellikte. Yaklaşık 7-8 metre derinlikteki suyun dibi kum. Su çok berrak. Çok uzak mesafeler görülebiliyor.

Burada bugüne kadar gördüğümüz en büyük levrek sürüsünü gördük. Epey büyüklerdi ve en az 50-60 tane levrek vardı. Maalesef suya girerken sualtı fotoğraf makinamızı yanımıza almamıştık ve fotoğraf çekemedik. Bütün adada girdiğimiz en berrak ve keyifli denizdi.

Psili Ammos

Artık adanın güney tarafındayız. Burası aslında Klima koyunun biraz batısında kalıyor ama aralarında yol yok. Biz buraya Ireon’daki otelimize yerleştiğimiz gün gittik. Pisagor’dan Samos’a doğru giderken, denizden bir kaç kilometre uzaklaşınca sağdan Mykali yoluna giriyorsunuz, bu yolu deniz sağınızda kalacak şekilde takip edin, yolun bittiği yer Psili Ammos. Sağda solda ufak tabelalar görürsünüz zaten.

samos-psiliammos-2

Psili Ammos sahiline kadar arabayla inebilirsiniz. İndiğinizde sol köşedeki restoranın arkasında ücretsiz otopark var. Sahilde bolca şezlong, şemsiye var. Standart fiyat, iki şezlong ve bir şemsiye 5 €. Birden fazla şemsiyeci var, biz girişteki mavi şemsiyeleri kullandık. Duş, kabin ve tuvalet var. Duşu kullanırken dikkat edin, önce suyu biraz akıtın çünkü duş başlığında arılar var ve sokabiliyorlar (başımıza geldi). Sahil tümüyle ince kum ve deniz oldukça sığ. Çocuklar için şahane bir yer. Dilediklerince denizde oynayabilirler, derine gitme riskleri neredeyse yok.

samos-psiliammos-3

Deniz 50 m. kadar gidince derinleşiyor. Kayalık olmadığından şnorkel için çok uygun değil. Ama girişi kum olan bir deniz için oldukça berrak, bol balık var.

samos-psiliammos-1

Karşı dağlar Kuşadası Milli Parkı. Plajın biraz açığında küçük bir ada var. Yüzerek gidilecek mesafede. Ancak adaya giderken ciddi bir boğaz akıntısı var. İyi yüzme bilen için sorun olmuyor ama boşuna enerji harcatıyor. Biz yarı yola kadar gittik, baktık ki deniz dibi renklenmiyor, geriye döndük.

Limnionas

Artık adanın en merak ettiğimiz güney batısına geçme zamanı geldi. Güney doğudaki Pisagor ve Ireon’dan günay batıdaki Marathokampos tarafına geçmek için aradaki yüksek dağları aşmanız gerekiyor. Marathokampos deniz kenarı değil, oraya gitmedik. Ama Kampos Marathokampou, Ormos Marathokampou gibi hemen önünde deniz kenarında bir çok ona benzer yer olduğundan, bu bölgeye biz Marathokampos dedik. Ireon’dan bu tarafa geçmek yaklaşık 45 dakika sürüyor. Keyifli bir dağ yolundan geçiyorsunuz.

Bu taraf turistik bölgelere daha uzak olduğundan daha sakin. Sahiller yüksek Kerkis dağının eteklerinde. Yan yana bir çok plaj mevcut, hepsinin denizi şahane görünüyordu. Hatta bu tarafta da bir Psili Ammos var. Bu da kumsal ama daha kızıl bir kumu var. Biz haritadan Limnionas koyunu gözümüze kestirdiğimiz için oraya kadar gittik. İyi ki de gitmişiz.

samos-limnionas-2

Yukarıda gördüğünüz gibi sakin ve pırıl pırıl bir denizi var. Şezlong fiyatı tipik 5 €. Biz resimdeki kırmızıları kullandık. İleride bir taverna vardı, orası arabaya biraz uzaktı ve bu tarafta kayalık bir kısım olduğu için biz elbette bu tarafı tercih ettik.

samos-limnionas-1

Bu kayalık taraf çok güzeldi. İlk köşenin ardında bir koy daha var. Karşı duvarın altı çok renkliydi. Arada yüzen bir kaç kişi haricinde sessiz, sakin huzurlu bir yer burası. Aslında bu koydan daha ileride bir kaç koy daha var ama biz artık neredeyse her yerde denize girmiş olduğumuzdan biraz dinlenip kitap okumayı tercih ettik.

Bu arada, daha önce Psili Ammos’ta gördüğümüz seyyar meyve satıcısı buraya da geldi. “Very good cherry, cherry is very good” diye hoparlörden seslenen bu amca anladık ki adayı dolaşıyor. Eskiden bizim sokaklardan geçen seyyar satıcıları anımsattı bize. Psili Ammos’ta aldığımız gibi burada da nektar ve kiraz aldık. Kiraz gerçekten çok güzeldi. Meyveler çok lezzetli adada.

samos-cherry

Adanın bu tarafı bize biraz renksiz geldi. Deniz çok güzel ama yol epey uzun. Pisagor tarafından git gel yapılacak gibi değil. Bu tarafta kalmak iyi bir fikir ama biz diğer taraftan memnun kaldığımız için tekrar bu tarafa gelmedik. Dönüşte arabamızı kiraladığımız Stefanos’a uğradık, arabayı aldığımızdan tam 5 gün sonra tanıştık ve kira bedelini ödedik. Büyük rahatlık.

Pappa Beach

İşte adanın bizce en güzel plajı.

samos-pappa-4

Ireon balıkçı barınağını geçtikten sonra asfalt yol bitince soldan yaklaşık 900 m sonra Pappa Beach’e geliyorsunuz. Tabelalar yönlendiriyor. Kayalık bir bölgede teras teras hazırlanmış bir tesis.

samos-pappa-3

İki koydan oluşuyor. Biz ilk koyu tercih ettik. Çam ağaçları altında her çift için neredeyse ayrı bölümler yapılmış. Her şey düşünülmüş burada. Deniz kayalık ve eğer deniz ayakkabınız yoksa kadın ve erkekler için bir çok ayakkabı mevcut. Kullanıp geriye bırakabiliyorsunuz. Deniz yatağı ve palet bile var. Havlu asmak için ipler ve mandallar bile düşünülmüş.

samos-pappa-5

Burada şezlong daha pahalı, 6 €. Her şemsiyenin bir numarası var. İstediğiniz yere oturuyorsunuz. İsterseniz tavernada yemek yiyebilir ya da içeceğinizi alıp yerinize geçebilirsiniz. Sadece şezlong numaranızı soruyorlar. Akşam çıkarken numarayı söyleyip hesabı ödüyorsunuz. İşletmecisi çılgın ve çalışkan bir kadın. Çok eğlenceli bir ekipler. Şarkılar söyleyip oynayabiliyorlar. Her gidene teşekkür ediyorlar, hesabı aldıktan sonra soğuk bir su ve şeker veriyorlar. Adada en keyif aldığımız yer burası oldu.

samos-pappa-1

Bu koyda hep düz taşlar var. Bu taşların her tarafta üst üste dizildiğini görüyorsunuz. Denizin ortasındaki kayalıkların üstü bile taş dolu. Kendinizi tutamayıp siz de taş diziyorsunuz ama mevcutlar kadar güzel yapmak pek mümkün değil elbette.

samos-pappa-2

Deniz çok temiz, kayalık ve deniz ayakkabısıyla girmek lazım. Denizin içi çok renkli ve bol balıklı. Burada küçük bir mürekkep balığı bile gördük. Denizin suyu ılık, bazen Turkcell de çekiyor. Biz burayı çok sevdik ve son iki günümüzü burada geçirdik. Doya doya yüzdük ve dinlendik.

Köyler

Adada bir çok köy ve kasaba var. Bazılarından plajlarda bahsettik. Deniz kenarındaki adaları her türlü görürsünüz. Ancak dağ köylerinden Manolates ve Ampelos görülesi köyler. Manolates’ten herkes bir şekilde bahsediyor ama Ampelos’u biz daha çok sevdik. Bahsetmediğimiz kasaba ve köylerden de biraz bahsedelim.

Samos (Vathi)

Adanın başkenti. Büyük bir körfeze yerleşmiş korunaklı bir limanı var. Sahilde otel ve restoranlar var. Orta büyüklükte bir çarşısı ve mağazaları var. Geceleri restoranlar ve meydanlar doluyor, gündüz sakin. Deniz kenarı ama denizden biraz kopuk. Önündeki liman sevimsiz ve sanki deniz kasabası gibi değil. Deniz yoluyla gelirseniz zaten göreceksiniz.

Pisagor (Pythagoreio)

Pisagor’un doğduğu köymüş. Bizim tatil kasabalarını andıran küçük bir limanı var. Datça limanına benziyor biraz. Kısa bir sahil şeridi var. Limanda bir çok Türk teknesi var. Limanın bir ucundaki Pisagor anıtında neredeyse herkes bir fotoğraf çektiriyor.

samos-pisagor-1

Anıta giderken restoranların önünden geçiyorsunuz. Köyde bol Türk turist var. Sahile dik inen bir sokak var, tüm dükkanlar bu sokakta. Ara sokaklar daha dolmamış. Aralarda bir kaç güzel restoran var ama asıl liman sıra sıra restoran dolu.

samos-pisagor-2

Balıkçı kayıklarının renkleri çok dikkat çekici. Çok sevimli görünüyorlar. Karşıdaki tepede güzel bir kilise ve kale kalıntıları var. Pisagor’un 2 km kadar yukarısında Eupalinos Tünel’i var. Bu tünel antik çağlardan kalma bir su kanalı. Görmeye gittik ama maalesef restorasyona almışlar, göremedik. Umarız siz gittiğinizde açık olur.

Manolates

Daha önce bahsettiğimiz Kokkari’yi geçtikten 8-10 km kadar sonra sola doğru Manolates tabelasını görürsünüz. Sahil yolundan ayrılır ayrılmaz yüksek çam ağaçları altında dik bir yola giriyorsunuz. Dağa yaklaşık 3 km kadar bu muhteşem yoldan tırmanıyorsunuz ve köye varıyorsunuz. Çok güzel manzarası olan çok eski bir köy. Güzel bir yer ama fazla turistik. Çok güzel el yapımı seramik ürünler var ama epey pahalı. Sokaklarda dolaşıp indik, bize fazla turistik geldi.

Ampelos

Manolates’ten indikten sonra Karlovasi yönüne 3-4 km kadar gidince sola doğru Ampelos tabelasını görürsünüz. Döne döne dağa tırmanan yol 4-5 km kadar. Üzüm bağları arasından yukarı çıktığınızda muhteşem manzaralı bir köye geliyorsunuz. Köy meydanından yukarıya doğru sokak aralarında dolaştığınızda, Manolates’ten daha doğal bir köy yaşamı görüyorsunuz. Görmeniz gereken bir yer.

Buraya kadar bahsedilen plajları ve dağ köylerini aşağıdaki harita üzerinde görebilirsiniz. Yer işaretlerine tıkladığınızda yazının ilgili bölümüne gidebilirsiniz. Bu kadar uzun bir yazıda okuyana yardımcı olmak lazım.

[geo_mashup_map]

Yeme-İçme

Geldik yazının son bölümüne. Yunanistan ile ilgili en güzel şey yemekleri. Sadece deniz ürünleri değil, sebzeler, meyveler de çok lezzetli. Soğan bile lezzetli. Yunanistan ile ilgili en güzel şeylerden birisi de, nerede yerseniz yeyin, neredeyse her yerde yiyecekler aynı fiyata. En fazla 1 € fark ediyor. Mesela ahtapot salatası her yerde 7,5 ile 8,5 € arası. Yunan salatası 3,5 ile 4,5 € arası. Kalamar 8 ile 9 € arası. Dolayısıyla beğendiğiniz yerde oturup rahatça yemek yiyebiliyorsunuz. Zaten her restoranın önünde menü var, rahatça fiyatlara bakıp kazık yeme tehlikesi olmadan oturup yemeğinizi yiyebiliyorsunuz.

Elbette adada 9 gün geçirince bir çok yerde yemek yedik. Neredeyse hepsi de çok lezzetliydi. Nerede ne yediğimizi anlatmayacağım ama genelde deniz ürünleri yediğimizi söyleyeyim. Bizim için ahtapot hep peşinde koştuğumuz bir lezzet. Halkidiki’de yediğimiz ahtapotun hayaliyle geldiğimiz adada maalesef istediğimiz lezzeti bulamadık çünkü burada ahtapotları güneşte kurutuyorlar.

samos-ahtapot

Bu şekilde hazırlanan ahtapot daha sert oluyor. Gerçi daha yoğun lezzetli oluyor ama biz bu şekilde hazırlanmasından hoşlanmadık. O nedenle ahtapotu hep salata şeklinde yedik. Ama kalamar hem kızartma hem de ızgara olarak çok lezzetliydi.

İçeceklerden tabii ki öncelikle Uzo bol bol içiliyor. Samos’ta üretilen Frantzeskos çok lezzetli. Her restoranda 20 cc’lik şişelerden 4-5 €’ya alıp keyifle içebilirsiniz. Yalnız burada suyu ayrıca satın almanız gerekiyor. Adanın asıl güzelliği ise şarapları.

Her restoranda beyaz ev şarabı (house wine) mevcut. Yarım litresi 3,5 ile 4,5 € arası. Bize hep yetti ama isterseniz 1 lt de alabilirsiniz. Ev şarapları çok lezzetli ve aroması çok güzel. Bunun en büyük sebebi şarapta kullanılan misket (muscat) üzümü. Samos bu üzüm ve şaraplarıyla dünyaca ünlüymüş. Bir şarap kooperatifi kurmuşlar ve restoranlar da buradan alıyor şarabı.

Muscat üzümünün en lezzetlisi ise yukarıda bahsettiğim Ampelos köyünde yetişiyor. Ampelos’ta içtiğimiz house wine diğerlerinden çok farklı ve çok güzeldi. Hatta ikinci kez gittiğimizde köyden aşağı inerken bağ bozumuna denk geldik, köylülerden üzüm istedik, bize bir kucak dolusu üzüm verdiler. Bu kadar aromalı bir üzüm yememiştik. Şansımıza adadaki son günümüze denk geldiği için çantamıza attık ve İstanbul’a kadar üzümleri bozulmadan getirebildik.

Gelelim nerelerde yemek yediğimize. Samos’ta Taverna Artemis’e gittik. Limandan inince sol tarafta. Deniz ürünleri gayet lezzetliydi, tavsiye ederiz.

Daha önce bahsettiğim Klima plajında Taverna Kaduna’da iki kez yedik. Yediğimiz her şey çok lezzetliydi. Tabii ki ahtapot ve kalamar yedik.

Pisagor’da Trata Taverna’da yedik. Limana indiğinizde sol taraftaki sıra sıra restoranlar bitince yol devam ediyor. Liman dışına çıktığınızda Remataki plajı kenarında kumun üstünde tahta masalarda oturulan ilk taverna. İki kez gittik, çok memnun kaldık, deniz ürünleri ve mezeleri harika. Yeni Rakı bardağında Uzo içebilirsiniz. Yemekten sonra ev şarabı veya Uzo ikram ediyorlar. Çalışanlar çok sıcak, kesinlikle gidilmesi gereken bir yer.

Yine Pisagor’da sahile inen sokak üzerinde sağ tarafta sokak içinde bulunan ve Genteki Greek Cousine isimli, sokakta oturulan bir restoranda çok lezzetli soslu biftek yedik. Yanında da mürekkep balığı yedik. Değişik bir lezzetti, denemeniz lazım. Çalışanlar çok sıcak, zamanınız varsa gidin bizce.

Ampelos köyünde meydana girerken sağdaki Nenedes Taverna’da kesinlikle keçi pirzola yiyin, pişman olmazsınız. Buradaki grek salatası da diğer her yerdekinden daha lezzetli. Şarabından yukarıda bahsetmiştim, muhteşem.

Limnionas’ta Balcony to the Aegean Sea adlı tavernada yedik, pek güzel değildi, tavsiye etmiyoruz.

Diğer yediklerimiz standart güzel yemeklerdi. Genel olarak yediğimiz hiçbir yerden mutsuz ayrılmadık. İki kişi yediğimiz içtiğimiz ne olursa olsun, 25 ile 35 € arasında bir hesapla kalktık.

Son Söz

Biz Samos’a bayıldık. 9 gün boyunca hiç sıkılmadık ve çok rahat ettik. Türkiye’de gittiğimiz yerlerde arabayı parketme, plajda yer bulma, ne yiyeceğimize karar verme, kazıklanmaktan endişe etme gibi konular hiç dert olmadı. Milli park, özel plaj gibi giriş ücreti isteyen hiç bir yer yok. Her yer halka açık. İsteyen şezlong kullanıyor, isteyen plaja havlu seriyor. Gürültü, patırtı yok, halk sakin, mutlu ve güleryüzlü. Herkes yardımsever. Türkleri seviyorlar, Türkçe bilen bile çıkabiliyor. Hatta bize Yeni Rakı ikram eden bile oldu.

[efb_likebox fanpage_url=”negordumcom” box_width=”600″ box_height=”” locale=”tr_TR” responsive=”1″ show_faces=”1″ show_stream=”0″ hide_cover=”0″ small_header=”0″ hide_cta=”1″ ]

 

Dönüş feribotu akşam saat 5’te. Saat 4’e kadar gümrük kapıları açılmıyor. Gümrük işlemleri kısa sürüyor ama kalabalık olunca herkesin geçmesi zaman alıyor. Kuşadası’na geldiğinizde ise gümrükte epey sıra bekliyorsunuz, acele etmekte fayda var. Sonrası klasik kalabalık, korna sesleri ve telaş…

Gürkan, Temmuz 2014.

Yunanistan ile ilgili diğer yazılarımıza da göz atmak isterseniz buyrunuz ⇒ Yunanistan Yazıları

Göcek Adaları

Göcek adaları, Göcek körfezi içinde bulunan ve genelde yaşam olmayan adalar. İnsan erişimi sadece teknelerle olduğundan oldukça temiz kalmayı başarmışlar.

Göcek adalarına Fethiye’den yapılan tekne turlarıyla gidiliyor. Giderken ve gelirken Fethiye’ye yakın bazı adalara da uğruyorlar ama asıl güzellik Göcek tarafındaki adalarda.

Adalarda çekilen bir video ve bazı sualtı fotoğrafları aşağıda.

Gocek-3

Gocek-2

Gocek-1

Gocek-4

Saros Körfezİ

Saros Körfezi, İstanbul’a en yakın Ege Denizi kıyısı. Tertemiz denizi ile hafta sonları rahatça ulaşılabilecek bir yer.

Gökçetepe Milli Parkı, İtalyan Koyu, Erikli gibi plajları bulunuyor.

Saros Körfezinde çekilmiş bazı sualtı fotoğrafları aşağıda.

Saros-3

Saros-2

Saros-1