Kategori arşivi: Seyahat

Selanik & Halkidiki

2014 yaz başında, Selanik ve Halkidiki’yi kapsayan bir tura katıldık. Selanik’te bir gece, Halkidiki’de üç gece geçirdiğimiz bu tur sayesinde Yunanistan’ı biraz tanımış olduk. Bu tur için Yunanistan’ın bize verdiği uzun süreli vize sayesinde de Prag ve Samos‘a gitmemiz kolay oldu.

Aslında Halkidiki, Selanik’in güneyindeki yarımadaların adı. Biz tam olarak, trident şeklinde olan bu üç yarımadadan batıda olanına yani Kassandra’ya gittik. Bu trident’in mitolojideki deniz tanrısı Poseidon’un asasını sembolize ettiğini de söyleyelim.

Otobüsle yaptığımız ve grup dışında gezme imkanımızın pek olmadığı bu turda, serbest gezemediğimiz için fazla detaya sahip olamadık. Ama yine de, Selanik ve Kassandra bölgesinin güzelliğini biraz olsun anladık.

Selanik’e Gidiş

İstanbul’dan saat 22:30 gibi otobüse bindik. Yolda bir mola vererek gece 1 gibi İpsala Sınır Kapısı’na vardık. Daha önce otobüsle sınır geçmediğim için bana ilginç geldi. Özel tur otobüsü olduğumuz için, rehberimiz pasaportları topladı ve toplu bir şekilde çıkış işlemini gerçekleştirdi. Otobüsü sayan polis haricinde kimseyle bir karşılaşmamız olmadı. Türk tarafından çıktıktan sonra Duty Free’ye uğradık. Fiyatlar havaalanı ile neredeyse aynıydı. Yanımıza bir kaç şey aldıktan sonra Yunan tarafı sınırına geldik.

Yunan tarafında sıkı bir kontrol var. Biz özel bir tur otobüsü olduğumuzdan pek kontrol edilmedik. Ama tarifeli otobüs seferi yapan firmaların araçları sıkı bir şekilde kontrol ediliyor. Valizler indiriliyor, içleri açılıyor. Önümüzdeki otobüslerin kontrolden geçmelerini beklemek epey zaman aldı ama sıra bize gelince hızlı geçtik. Özel araçla geçenler ayrı bir sıradan geçiyorlar ve gördüğüm kadarıyla da epey hızlı geçiyorlar. Sınır bölgesinin tümünde fotoğraf çekmek yasak.

Sınırı geçtikten sonra güzel bir otoyol ile sabah 6’ya kadar yol aldık ve sabah bir tesiste kahvaltı için mola verdik. Sonrasında saat 8 gibi Selanik’e girdik.

Selanik

Selanik, girişten itibaren düzenli bir kent olduğunu hissettiriyor. Giriş yolu çevre yolu gibi, sağda solda büyükçe mağazalar olan bir yol. Şehre yaklaştıkça yollar daralıyor ve binalar çoğalıyor. Rehberimizin açıklamaları sayesinde biraz şekillendirebildik ama tur harici gitsek de şehri kolay anlardık.

Otel giriş saatinden çok erken şehre vardığımızdan, öğlene kadar şehir turumuzu yapalım dedik ve ilk durak Aziz Dimitrios Kilisesi oldu.

Selanik-Dimitrios

Eski bir Roma hamamı üzerine kurulmuş olan bu kilise, 400 yıl kadar cami olarak kullanılmış. Sonrasında tekrar kilise haline getirilmiş. Sabah erken saat olduğu halde, işe giderken ibadet için uğrayan kişiler vardı. Yunanlar epey dindarlar gibi geldi bize.

Kiliseyi ziyaret ettikten sonra Selanik Kalesi’ne çıktık.

Selanik-Kale

Yedi Kule olarak da bilinen kale, şehrin tepesinde bir seyir terası gibi. Tüm turist otobüsleri burayı ziyaret ediyorlar. Surların arka tarafında da şehir devam ediyor.

Selanik-Kale2

Ama ön tarafta şahane bir manzara var. Tüm Selanik şehrini görebileceğiniz bu nokta, uzun seyahatin sonunda bir ferahlık hissi veriyor.

Selanik-Kaleden

Buradan bakınca tam karşıda görülen, denize inen geniş aralıktaki yuvarlak yapıyı insan merak ediyor. Kalenin önünde bir çok hediyelik eşya satıcısı var. Daha Selanik’e gelir gelmez hemen hediyelik almak insana garip geliyor ama daha sonra gördük ki en çok çeşit ve en uygun fiyatlar buradaymış. İyi ki birkaç magnet almışız.

Selanik-Kale3

Kale’den inince Atatürk’ün evini ziyarete gittik. Selanik’te özellikle Kale’ye çıkarken ve inerken geçtiğiniz mahallelerde Osmanlı etkisini rahatlıkla görüyorsunuz. Yüzyıllarca Osmanlı hakimiyetinde kalmış bu şehirde, 1917’de çıkan büyük yangın olmasa, bugüne çok daha fazla yapı kalırmış. Atatürk’ün doğduğu ev de tipik bir Osmanlı evi.

Selanik-Ataturk-1

Ev yeni restore edilmiş. Müze olarak kullanılıyor ve giriş ücretsiz. Ancak tüm turlar buraya uğradığından ve ev ahşap olduğundan, içerisi çok kalabalık olmasın diye turları teker teker içeriye alıyorlar. Rehberimizin anlattığına göre, restorasyon öncesi evde birçok eşya varmış. Ancak şu anda içerisi neredeyse boş. Birkaç küçük maket yapılmış, duvarlar bembeyaz, resimler ve yazılar var, birkaç da multimedya var. Boş bir ev haline gelmiş. Pek sevimli olmamış. Ama Atatürk’ün balmumu heykeli çok başarılı olmuş.

Selanik-Ataturk-2

İnsan mutlu oluyor Ulu Önder’i bu şekilde karşısında görünce. Özellikle küçük çocukların yoğun ilgisi derinden etkiledi beni. Keşke restorasyon daha sıcak bir sonuç verseydi. Restorasyon öncesi halini göremediğimiz için üzülmedik desek yalan olur.

Selanik-Ataturk-3

Evin bahçesi çok hoş olmuş. Evi gezdikten sonra fotoğraf çektirenler bahçeyi şenlendiriyor.

Müze ziyaretine biraz da dinlenme süresi eklendiğinden, etraftaki kafelerde demli çay içme şansı da bulunuyor. Biz müzeye girmeden önce birer bardak çay içmiş olduğumuzdan, kalkış saatine kadar civardaki sokaklara ufak bir kaçamak yaptık. İyi ki de yapmışız. Kale’den gördüğümüz yuvarlak yapıya meğerse çok yakınmışız.

Selanik-Rotunda1

Bu yapının adı Rotunda imiş. Rehberimize sorunca öğrendik ki, Roma döneminde mozole olarak yapılan, sonra kilise olan, Osmanlı döneminde Hortacı Süleyman Efendi Camii olan bu yapı, şu sıralar restorasyonda ve müze olarak kullanılacak. Bahçesindeki minare, Selanik’te kalan son minare imiş.

Selanik-Rotunda3

Bahçeye girdiğinizde çok güzel bir şadırvanla karşılaşıyorsunuz. Önce bize kapalıymış gibi geldi ama kapıdaki görevli içeriye girmenin serbest olduğunu söyleyince içeriye girdik. İçerisi iskeleler ile kaplı ve Osmanlı döneminde üzeri sıvanmış olan mozaikleri tekrar açığa çıkarıyorlar. Ya da bize öyleymiş gibi geldi çünkü içeride hiçbir bilgi ya da görevli kişi yoktu.

Selanik-Rotunda-Tavan

Kısa da olsa küçük bir tur dışı kaçamak güzel oldu. Sonradan öğrendik ki, tur zaten bu yapıya uğramayıp önünde kısa bir bilgi veriyormuş. İyi ki gelmişiz.

Rotunda’nın diğer kapısından çıkıp arka taraftan otobüse dönerken gördük ki bu bölge Selanik’in üniversiteler bölgesiymiş. Gençlerin oturduğu bir çok kafe var. Bir binanın duvarındaki şu kocaman graffiti de pek hoşumuza gitti.

Selanik-Graffiti

Sonrasında tam vaktinde otobüse yetiştik ve turumuz deniz kenarına doğru devam etti. Deniz kenarındaki en dikkat çekici yapı Beyaz Kule.

Selanik-BeyazKule-1

Beyaz Kule Selanik’teki en turistik nokta bence. Deniz kenarındaki en ihtişamlı süsü. Beyaz isminin verilmesi ile ilgili rivayetler, belki de gerçekler var ama uzmanlık alanımız değil, bu konuda bir çok kaynak bulunabiliyor.

Burada kısa bir süre durduktan sonra Aristoteles Meydanı’na gittik ve öğle yemeği için serbest zamanımız oldu. Selanik’in en canlı meydanı olan bu bölge restoranlar, mağazalar ve kafelerle dolu. Denize kadar inen bu geniş açıklıkta zaman geçirmek güzel.

Sonrasında otelimize geçtik ve odamıza yerleştiğimizde tüm gecenin yorgunluğu üstümüze çöktü. Otelden çıkıp gezmeyi planlıyorduk ama uykuya yenik düştük, akşama kadar dinlendik. Otobüsle gelmek gerçekten çok yorucu. Şehri daha çok gezmek istesek de kafamızı kaldıramadık desek yeridir.

Neyse ki akşam üstü Beyaz Kule’nin önünden kalkan bir tekne ile denizden bir tur yaptık. Selanik’i neden İzmir’e benzettikleri denizden bakınca daha iyi anlaşılıyor.

Selanik-Denizden

Ama bize göre kordon harici İzmir’e hiç benzemiyor. Deniz kenarındaki bir şehir için denize parelel binalar olması da pek garip değil aslında. Benzetme çabası ile benzetildiğini düşünüyoruz hala.

Akşam bir rum tavernasına gittik. Grup olarak giderseniz, tur ücretine dahil olsa bile, bize kalsa bu tip bir yere gitmeyin. Grup Türk olunca canlı müzik bizim de bildiğimiz rum şarkılarından oluşuyor, hatta Türkçe sözlerle söyleniyor, yemekler de fiks menü olunca lezzetsiz oluyor. Arkadaşlarla geçen zaman her türlü güzel ama bize kalsa herhangi bir taverna’ya gidip istediğinizi yiyip içseniz çok daha güzel olur. İleriki günlerde bunu anladık zaten.

Halkidiki

Ertesi sabah otelden ayrılıp Halkidiki’ye doğru yola çıktık. Yaklaşık 3 saatlik bir yolculuk sonrası, öğleye doğru, otelden önce son köy olan Kallithea köyünde mola verdik. Burada markete uğradık ve karnımızı doyurduk. Bizim tatil yerlerimizde olduğu gibi her tarafı turistlere göre tasarlanmış, deri mağazaları ve her tür yemeğin satıldığı kişiliksiz restoranları ile bu köy pek de hoşumuza gitmedi.

Bu bölgede büyük otel yok denecek kadar az. Daha sonra da gördüğümüz gibi genelde küçük pansiyonlar var. Epey eskiden yapılmış olan bizim de kaldığımız Pallini Beach Hotel, dört yıldızlı ama bana göre üç yıldız bile etmez. Grup olduğunuzda bu tip büyük otellerden başka seçeneğiniz olmuyor. Otele giriş yapıp odamıza çıktığımızda güzel bir manzara gördük ama yağmur başlamıştı.

Halkidiki-Otel-Yagmur

Aslında son gün hariç her gün yağmur yağdı. Yağmursuz bir anda bu tarafın manzarası şöyle.

Halkidiki-Otel-Manzara-2

Denizin turkuaz kısımlarında zemin kum. Çok temiz, berrak bir denizi var buranın. Biraz güneş çıktığında sahil hemen doluyor.

Halkidiki-Otel-Sahil

İncecik kum denizi bulandırmıyor. Haziran ayında sezon tam açılmamış olsa da deniz epey kalabalıktı. Temmuz ve Ağustos ayında çok kalabalık olacağına eminim. Otelde kablosuz internet sadece lobide var, yarım saati 3 €’dan kredi alıyorsunuz ama genelde çalışmıyor. Maillere bakmak tam bir eziyet oldu açıkcası. Yarım saat interneti 3 günde bitiremedik, o kadar kötüydü.

Halkidiki-Otel-Manzara

Otelin diğer tarafındaki manzara da güzel. Karşıda trident’in ikinci kolu olan yarımada görünüyor. Buraya ya kendi arabanızla gelmeli ya da buradan araba kiralayarak her iki yarımadayı da gezmeli. Çok güzel yerlerin olduğuna hiç şüphe yok.

Otelde ilk akşam açık büfe yemek yeme talihsizliğini yaşadıktan sonra, diğer iki akşam yakınlardaki Afytos köyüne gittik. Afytos çok güzel bir köy. Eski evlerle dolu.

Halkidiki-AfitosEv

Denizden yüksekte kurulmuş olan bu köyün sokaklarından geçip denize bakan yamaca geldiğinizde güzel bir manzara ile karşılaşıyorsunuz.

Halkidiki-Afitos-Manzara

Sokakları dar, köy içine araç girmiyor, turistik bir yer olmuş ama rahatsız etmiyor, çok keyif aldık. Bir çok kafe ve taverna var.

Halkidiki-Afitos-Sokak

Köyün merkezinde küçük bir kilise var. Önündeki meydan yerel halkın oturduğu kafelerle dolu.

Halkidiki-Afitos-Kilise

Balık lokantalarında çok lezzetli ahtapot, kalamar ve midye yiyebilirsiniz. Fiyatlar bize göre uygun. Her şey 7 ile 9 € arasında ve çok taze. Pişirme yönteminden ya da tazeliğinden olsa gerek hepsi çok lezzetli.

Köyde birçok taverna var ama biz en çok son akşam gittiğimiz yeri sevdik. Köye girerken okulun olduğu meydana gelmeden önceki son köşede bulunan bu tavernada çalışan Niko, her geçeni içeriye davet ediyor. Sakinliği ile çok davetkar olmayan bu mekanda bulduğumuz lezzeti hiç bir yerde bulamadık. Hele bir sahanda midye vardı ki, hala aklımızda. Tavernanın adını veremiyorum ama girişindeki şu resim giderseniz dikkatinizi çekecektir.

Halkidiki-Taverna

Bol yağmurlu Halkidiki günlerimizde son gün hava müsaade etti ve denizin tadını çıkarabildik. Sualtı fotoğrafı çekemedik ama şnorkelimizle denizin temizliğine şahit olduk. Bol balıklı ve kum tabanlı bir deniz.

Dönüş Yolu

Son gün sabah erkenden otobüsümüze binip yola çıktık. Selanik üzerinden otoyola bağlandık. Bir kaç yer daha görelim diye otoyoldan ayrılıp Kavala’ya uğradık.

Selanik-Kavala

Kavala, Osmanlı etkisinin çok daha fazla görüldüğü bir kent. Fazla zaman geçiremedik, 20 dakika kadar limanda durduktan sonra yolumuza devam ettik.

Selanik-Kavala2

Güzel bir kent. Çıkış tarafında güzel sahilleri de var. Ama kısa süreli bir ziyaret en ideali bence.

Kavala çıkışında meşhur Kavala kurabiyesi yapan bir yere uğradık. Biz bir nevi un kurabiyesi olan bu kurabiyeyi pek beğenmediğimizden almadık ama diğer yolcular kutu kutu aldılar. Seveni çok herhalde.

Öğle yemeği için yine yol üzerinde olan İskeçe’ye de uğradık.

Selanik-İskece

Meydanında güzel bir saat kulesi olan, orta büyüklükte, güzel bir kent. Pazar günü olduğu için bir çok yer kapalıydı ama karnımızı doyurup güzel birer kahve içebildik.

Burada sonra İpsala Sınır kapısına devam ettik. Yunan tarafını sorunsuzca çıktıktan sonra Yunan duty free’sine girdik. Fiyatlar çok farklı olmasa da, dönüşte bizim tarafa uğramayacağımız için son ihtiyaçlarımızı buradan karşıladık. Sonrası Türk tarafı sınır geçişi ve İstanbul.

Son Söz

Selanik ve Halkidiki’yi çok sevdik. Selanik’te bir gün geçirmek bize yetmedi. En az iki tam gün geçirilecek bir şehir. Gündüz ve gece sokakları ayrı güzel olan, kordon boyunda neşeli tavernaları olan, bir çok kez gidilebilecek bir şehir.

Halkidiki bölgesi de güzel ancak Selanik üzerinden gitmek gerekiyor ve İstanbul’dan epey uzak kalıyor. Denize girmek için bu kadar mesafe gitmeyi göze alacaksanız, gidilecek daha güzel yerler var. Yine de doğal Yunan köylerini ve tertemiz denizini görmek için bir kez de olsa gidip görmek lazım.

Gürkan, Haziran 2014

Yunanistan ile ilgili diğer yazılarımıza da göz atmak isterseniz buyrunuz ⇒ Yunanistan Yazıları

Borusan | Contemporary

Hafta sonumuzu nasıl değerlendirsek diye başladığımız araştırmamız bizi müzelere yönlendirmişken,  karşımıza Borusan Contemporary  çıktı. Aslında bizim için işin cezbedici kısmı 7 yaşındaki oğlumuz için çocuk atölyesi yazan bölümdü.

Eşimin çabaları ile, büyük şehrin yararlanamadığımız nimetlerinden birinden yararlanma kararı alındı ve İstanbul’da Küçükyalı’dan Rumeli Hisarı’na yolculuk da göze alınarak, pazar günü saat 11:00’de yola çıkıverdik.

Bu bölgeyi tanıyanlar için akla gelen ilk soru tabii ki benim de aklıma geldi, gidiyoruz ama aracımızı nereye park edeceğiz. Takribi 45 dakikalık akıcı bir pazar günü trafiği ile hedefe vardık. Borusan’ın maalesef otoparkı mevcut değil. Güvenlik görevlisi hemen yanında bulunan kafenin valelerine bırakabileceğimizi belirtti. Biz de kahvaltımızı yapıp aracımızı bu kafenin valesine teslim ettik. Aslında yapacak başka bir şey yok artık ne isterse düşüncesi ile verdik ama 3 saat sonra sadece 10 TL ödeyince şimdi mutlu ve huzurlu bir şekilde yazabiliyorum.

Borusan otopark durumları

Borusan’a girişte bir bankoda gayet güler yüzlü bir personel tarafından karşılandık.  Atölye ücreti 15 TL, 1 kişiyi refakatçi olarak kabul ediyorlar, diğer kişi 10 TL ile çekirdek aile 25 TL’ye hem çocuk için mükemmel bir aktivite, ki tam 2 saat sürüyor, hem de biz büyükler için mükemmel bir müze gezisi başlamış oldu.

Borusan 1

Borusan | Contemporary aslında Borusan firmasının çalışma binası. Hafta sonları ve resmi tatillerde ziyaretçilere açılıyor bu tarihi Perili Köşk. Modern sanatın ürünleri ile süslü çalışma ofisleri bizi kıskançlıktan çatlattı diyebilirim :)

Borusan 6

“West Coast Visions: SFMOMA Medya Sanatları Koleksiyonun’dan Eserler, San Francisco Modern Sanat Müzesi(SFMOMA), Medya Sanatları Bölümü Küratörü Rudolf Frieling tarafından Borusan Contemporary için düzenlenen özel bir sergidir. 14 Haziran 2014 tarihinde Borusan Contemporary’de açılacak 16 Kasım 2014 tarihine kadar sergilenecektir.” Tanıtım kitapcığının giriş cümlesi işte böyle. Bu da şu demek ki bizim gördüğümüz eserler sizler gittiğinde değişmiş olabilir. Borusan bir konsept belirleyip belirli tarihlerde bunu sergiliyor. Takip edip, ziyaret etmek gerekiyor.

Borusan 2

Perili Köşk’ün dışı aslına uygun restore edilmiş, içi modern çalışma ofisleri olarak tasarlanmış. Öncelikle belirli sanatçılar çağrılarak, köşkte kendilerine yer belirleyip buraya eser vermeleri istenmiş. Bunlar kalıcı eserler. Diğer eserler ise değişken. Borusan’ın deposunda 2.000 eser bulunuyormuş.

 

Borusan 5

Mış’lı ve muş’lu yazmamın nedeni şu, Perili Köşk’e girdikten sonra 2. kata çıkıyorsunuz, müze bu kısımdan 9. Kat kubbeye kadar devam ediyor. Çocuğumuzu eğitmenlere teslim ettikten sonra, kendisi de bir sanatçı olan Fatma Hn. (Soyadını bizimle paylaşmadığı için yazamıyorum) 2. kattaki kafeden gezi için 10 kişilik bir grup olarak bizleri aldı ve mükemmel bilgisi ve sanatçı bakışı ile süslediği sunumu eşliğinde 9. kata kadar 2 saat süren gezimiz başlamış oldu. Haliyle Fatma Hn. ne anlattıysa bilgim o kadar. Gördüklerim ise benim yorumum.

2. Katta 2  ayrı odada sergilenen video eserler var. Tanıtım gezisinde bilgi verildikten sonra gezi bitiminde arzu ederseniz tamamını izleyebiliyorsunuz. Doug Hall’un Chrysopylae (Altın Geçit) çalışması 28 dakika sürüyor. Ben kişisel bir tercihle bunu izlemeyi tercih ettim. San Francisco’nun Golden Gate köprüsünün altından geçen konteyner yüklü devasa gemiler, ses ve görüntü ile birleştiğinde inanılmaz bir rahatlama seansı gibi oldu.

West Coast Visions temalı eserler video olarak katlar arasında ve 2., 4. ve 9. katta sergileniyor. Diğer katlardaki eserler ise fotoğraf ve resim gibi görsel sanat eserleri.

Borusan 4

Tüm renkler 1 harf olan Maurizio Nannucci’nin Move isimli eseri, bana V for Vandetta’yı anımsatsa da, eserin kendisi, yapılış yılı itibari ile filme ilham verebilir ancak.

3. kat çalışanlara ait ve tüm duvarlar sanat eserleri ile bezeli ve pencerelerin tümü boğaz manzaralı. 4. kat tekrar video bölümü, özellikle 1977 yılında yapılmış Bill Viola’ya ait “Yansıtan Havuz” çok etkileyici bir çalışma, tabi dönemini düşünürseniz. 5. kat tekrar çalışanlara ve eserlere ayrılmış.

Borusan 8

Ivan Navarro’nun “Exodo” isimli eseri bizim favorilerimizden biri oldu, derinlik, sonsuzluk, bitimsizlik ve dünyanın merkezine seyahat. Korku ve heyecan ile merak duygusunu birlikte yaşatıyor eser.

6. kat yönetim katı ve Borusan A.Ş’nin kurucu Asım Kocabıyık için özel bir oda da hazırlanmış. Çok güzel ve doyurucu bir oda. Firmanın kuruluşundan bugüne kadar olan süreyi detaylı bir şekilde öğrenebilirsiniz. Ayrıca ziyaretçiler için küçük bir sürpriz yapılarak küçük notlar bırakabilecekleri bir bölüm oluşturulmuş.

Borusan 11

Artık sona yaklaşıyoruz. 7. katta kocaman metal masalı bir çalışma odası ile devasa bir teras mevcut. Bu teras Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü tam karşıdan görüyor.

Borusan 9

8. kat, 9. kata geçiş için bir ara kat ve Beat Zoderer’in “Patch Ball No:3” isimli eserine ev sahipliği yapıyor.

Borusan 7

Kubbenin bulunduğu son kat, çalışanların kahve molası verebilmeleri için bir sanatçı tarafından tasarlanmış bir oda. Sizin için ise geçen 2 saatin tüm yorgunluğunu atabilme olanağı.

Borusan 10

Rehberimiz bizi fotoğraf çekimi ve manzaranın tadını çıkarmamız için burada bırakarak bir sonraki grup için giderken, biz boğazı seyretmeye dalıyoruz.

Borusan 12

SON SÖZ

Borusan | Contemporary, modern sanatın hakkını vererek özel bir sergi hazırlamış. Çalışma binasını nefis bir müzeye çevirmiş. İsmi gibi çağdaş bir yer oluşturmaya çabalamış ve başarmış. Biz tüm gördüklerimizi ve duyduklarımızı anlatma kabiliyetine haiz değiliz. Kendimizce bir seçki ile ön bilgi aktarımı yaptık. Umarım beğenir, gidip görmek ister ve memnun kalırsınız.

Borusan atolye sonrası

Bu arada, atölyeden çıkan ürünümüzü, 2. kat kafede, türk kahvemizi içerken keyifle seyrettik.

Barış, Ağustos 2014.

 

Prag

Prag, Milan Kundera’nın kitaplarından sonra, görmek istediğim yerlerin başında geliyordu. Evet, nedense Kafka değil, Kundera’ydı bana Prag’ı merak ettiren, beni çeken. Çok sevgili kocam, hazır vizemiz varken hayallerin gerçek olsun dedi. Sanırım kendisi de daha önce gittiği Prag’ı tekrar görmek ve çok sevdiği Becherovka’yı tekrar içmek istiyordu.

Uzun bir tatil için zamanımız olmadığından Prag’ı bir hafta sonuna sıkıştırmalıydık. Türk Hava Yolları‘nın birikmiş Miles & Smiles milleri ile cuma akşam 16:30 uçağı ile gidip pazar akşam 19:30 uçağıyla geri dönecek şekilde biletimizi alınca bize Prag’da 2 gece ve 2 gün kalmış oldu. Kalacak ucuz, temiz, merkeze yakın bir oteli de booking.com dan ayarlayınca her şey tamam oldu.

Prag Havaalanına indiğimizde ilk dikkatimizi çeken tenhalığı ve sessizliğiydi. Hızlıca pasaport kontrolünden geçip dışarıya çıktık. Çek Cumhuriyet’i Avrupa Birliği’ne dahil ve Schengen vizesi ile giriliyor ancak para birimleri Euro değil, Çek Kronu. Cebinizde Euro veya Dolar ile gidip havaalanındaki ofislerde Kron alabilirsiniz ama biz ATM’den çekmeyi daha uygun buluyoruz. Yapı Kredi ATM kartınız ile hiç bir ücret ödemeden Prag’taki UniCredit Bank ATM’lerinden kron çekebiliyorsunuz. Türkiye’deki TL hesabınızdan o günün Merkez Bankası kuru ile kron çekmiş oluyorsunuz. Hem az az para çekerek hırsızlığa karşı korunmuş oluyorsunuz hem de Türkiye’de euro almak için, Prag’da da krona çevirmek için döviz bürolarına komisyon vermiyorsunuz. Biz havaalanındaki ATM’den 2,000 kron çekerek başladık. En büyük banknot 1,000 kron ama bozdurmak sorun olmuyor, bizim paramızla yaklaşık 100 TL yapıyor. Aslında 95 gibi ama kolay olsun diye biz hep 10’a bölerek hesapladık.

Gitmeden önce yaptığımız araştırmalarda, merkeze gitmek için en uygun olan otobüsün, Havaalanı Express (AE) olduğunu görmüştük. Yarım saatte bir olan otobüse yaklaşık 15 dk sonra binmiştik. Otobüs bileti kişi başı 60 kron ve şöförden alabiliyorsunuz ama euro ya da dolar kabul etmiyor. İlk duraktan binmenin ne kadar iyi olduğunu ikinci duraktan sonra otobüsün epey dolması ile anladık. Neredeyse tıkış tıkış olan otobüste yol boyunca kimsenin sinirlenmemesi, tartışmaması yada öfkeli sesler çıkartmaması beni epey şaşırttı. Şehir merkezine giden yollardaki üstü meyve (özellikle elma) dolu olan ağaçlardan gözümü alamadım. Yemyeşil, bol ağaçlı ve geniş araziler daha şehre girerken kendimizi iyi hissettirdi.

Son durakta indik. Bu durak ana tren istasyonunda bulunuyor. Merdivenlerle yolun altına indik ve güzel bir parkın içinden geçerek otelimize doğru yola koyulduk. Prag’da bu şekilde bir sürü geniş parkın olduğunu daha sonra gördüm. Otelin yolunda ilerlemek, o güzel binalara, binalardaki heykellere, kulelere bakıp durmamdan dolayı normalden uzun sürdü. Hatta daha bavullarımız elimizdeyken fotoğraf dahi çektirdim Gürkan’a.

Prag-Ceren

Yaklaşık 10 dakika sonra otelimiz Zlatá Váha‘ya gelmiştik. Resepsiyonda kaydımızı yaptırdıktan sonra güzel merdivenlerden odamıza çıktık. Oda yüksek tavanlıydı. Biri balkona açılan iki pencereye ve güzel ahşap pencereli bir balkona sahipti. Pencereler ve balkon giriş avlusuna bakıyordu. Banyosu yeterli konfora sahip, kabinli ve temizdi. Odada gerekli olabilecek her şey bulunuyordu. Kısacası ben çok sevmiştim.

Başlamışken otelle ilgili tüm görüşlerimizi buraya yazıp, otel konusunu kapatayım. Otel merkezi bir konumda. Toplu ulaşım araçlarına ve meydana yürüme mesafesinde. Hemen yanında bir kaç güzel bar ve restoran var. Bizim kaldığımız odada iki tek kişilik yatak bulunuyordu. Yataklar, çarşaflar ve havlular bembeyaz ve tertemizdi. Buzdolabı, klima, etajerler, masa ve elbise dolabı vardı. Kesinlikle ferah ve tıkış tıkış olmayan yüksek tavanlı rahat bir odaydı. Banyoda saç kurutma makinesi ve banyo malzemeleri bulunuyordu. Kötü yanı ise yoldan geçen tramvayın sarsıntısı odadan net bir şekilde hissediliyor. Ayrıca geceyarısı otele gelen ve avluda zaman geçirmeye karar veren yüksek sesle konuşan müşterilerin sesleri uykunuz ağır değilse sizi uyandırabilecek kadar net duyuluyor. Wi-fi odalardan güçlü bir şekilde çekiyor. Kahvaltı salonu gereken büyüklükte ve kahvaltısı iyi. Bir daha Prag’a gidersek, avluya bakmayan odalardan birinde kalmak şartıyla bu oteli tekrar tercih ederiz. Otelin önündeki parkın heykellerle süslü fıskiyeli havuzu çok ilgi çekiciydi. Çeşmesinden akan su, Prag’da her yerde olduğu gibi içilebilirdi. Her yer derken, oteldeki çeşme dahil tüm çeşmelerden akan suyu içebilirsiniz. Biz hep içtik, hiç su almadık, su bakkallarda bile 25 kron’a satılıyor.

Prag-Meydan-1

Eşyalarımızı bıraktıktan sonra hemen sokaklara attık kendimizi, o güzel sokaklara. Şehrin en merkezi ve en turistik yeri olan Old Town Meydanına vardığımızda, Astronomik Saat Kulesinin önünde bekleyen kalabalık turist grubuna katıldık. Grubun içinde İzmir’den gelen bir anadolu lisesinin öğrencileri dahi vardı.

Prag-Saat-1

Saat kulesi 15. yüzyılda inşa edilmiş ve çeşitli onarımlarla günümüze kadar gelmiş. Dünyanın hala çalışan en eski üçüncü saati. Saat üç kısımdan oluşuyor. Altta bulunan kısımdaki panel takvimi gösteriyor. Orta kısımdaki panel güneş, ayın ve yıldızların hareketlerini, 12’ye bölünmüş zodyak ve gökyüzü haritasını gösteriyor. Asıl seyirci toplayan kısım ise en üstte. Her saat başında iskeletin elindeki zili çalmasıyla animasyon başlıyor ve kalabalıktan merak nidaları yükseliyor. Zille birlikte en üstteki iki kapak açılıyor ve o bölümdeki kuklalar soldan sağa doğru hareket ediyorlar. En önde olan kukla İsa Peygamber, ardından da havarileri geliyor.

Prag-Saat-2

Saatin en alt kısmında iki sagda iki solda olmak üzere dört kukla heykeli bulunuyor. Bu kuklalar insanlara neleri yapmamaları gerektiğini anlatıyor. Soldan en baştaki elindeki aynayla kendine bakan kukla kendini beğenmişliği sembolize ediyor. Onun yanındaki kukla elinde bir torba olan yahudi ve cimriliği temsil ediyor. Diğer taraftaki ilk kukla ise iskelet, ölümü sembolize ediyor. Yanındaki kukla ise elinde mandolini ile bir Türk, eğlence ve sefahati sembolize ediyor. Bu dördünden kaçınmamız gerekiyor, ana fikir bu. Geçiş sırasında iskelet elindeki çanı çalmakta, diğer kuklalar ise başlarını sallamaktalar. Geçiş bittiğinde ise havarilerin üstündeki horoz kısaca ötmekte. İzlemesi çok keyifli ve çok güzel bir saat gerçekten. Bu gösterinin kısa bir videosu aşağıda.

Saat hakkında epey de efsane var. Hanuş Usta’nın bu saati yaptığı ve kralın böyle güzel bir saati bir daha yapamasın diye ustanın gözlerini kör ettiği en fazla anlatılanı. Hatta Nazım Hikmet de bir şiirinde bu efsaneye atıfta bulunuyor.

Şair memleketten uzak,
Hasretten delik deşik
Eski Kent’te duruyordu.
Meydanlıkta yapayalnız
Gotik duvar üstünde
Hanuş ustanın saati
On ikiyi vuruyordu.
Ve çanları çalan ölüm
Ve yukarda öttü horoz
Şair memleketten uzak,
Hasretten delik deşik
Etrafına dalgın baktı

Saate uzun süre bakmak ve tüm ayrıntıları zihninize kaydetmek istiyorsunuz. Benim en çok hoşuma giden renklerin kullanımı ve özellikle altın yaldız rengi oldu. Bu renk Prag’ın her yerinde ve bir çok heykelde kullanılmış.

Prag-Meydan-2

Eski şehir meydanında çok güzel binalar var. Bizce en güzeli ise Tyn kilisesi.

Prag-Tyn-3

Prag’ da geçirdiğimiz kısa zamanda gündüz ve gece uzun uzun bu kiliseyi seyrettik.

Prag-Tyn-1

Şehir gerçekten dedikleri gibi bir masal şehri. Fakat bu kilise masalın içindeki masal gibi, sanki çok uzak bir zamanda ve mekanda da orada sadece görünüyor. Evet, gerçekten fazla etkilenmişim. Ertesi gün kilisenin içini de gezdik, içerisi dışarıdan göründüğü kadar ihtişamlı değil ama sadeliği yanında oldukça güzel işçiliğe sahip.

Prag-Tyn-4

Meydandaki binalarla ilgili fazla bir bilgi edinemedik. Size tavsiyem Prag’la ilgili bir kitap alarak gezmeniz olur. Belki de görülecek eserlerin fazlalığından dolayıdır, etrafta merakınızı giderecek, bilgi veren açıklama panoları yok.

Meydanda Saat Kulesi ve Tyn kilisesi haricinde Saint Nicholas kilisesi de görülmesi gereken yerlerden. Biz fırsat bulup içine giremedik. 17. yy da barok stilde inşa edilmiş çok güzel bir yapı. Üzerinde bir çok yerde olduğu gibi çeşitli heybetli heykeller var. Nedense fotoğrafını çekmemişiz ama meydanı ve iki kiliseyi de aşağıdaki videoda izleyebilirsiniz.

Meydan gece gündüz canlı. Pandomimciler, sanatçılar, müzisyenler, gençler, turistler ve gingerlar. Evet, çok fazla ginger var şehirde ve turistler de epey rağbet ediyorlar bu araçlarla şehir turu yapmaya.

Şehrin simgelerinden biri de Karl Köprüsü. Köprü Vltava nehri üzerinde inşa edilmiş ve 1402 yılında tamamlanış. Eski şehir tarafından köprüye giderken muhteşem ve haşmetli gotik stilde yapılmış kule kapısından geçiliyor. Kapının üstünde yine ihtişamlı ve hayranlık uyandıran heykeller var. Karşı kıyıdaki çıkışta da çok güzel iki kuleli bir kapı var.

Prag-Kopru-3

Bu şehirde önünüze bakabilmek gerçekten çok zor. Köprüye çıktığınızda uzakta kale manzarası hemen göze çarpıyor.Köprünün kenarları sağlı sollu heykellerle dekore edilmiş. Heykellerin arasından yürürken nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz çünkü gerçekten çoklar.

Prag-Kopru-2

En dikkat çeken ellenmekten parlamış olanı. Bu heykeli elleyenlerin Prag’a tekrar geleceği söyleniyormuş. Ben de epey parlattım. Maalesef heykeller hakkında bir bilgimiz yok (kesinlikle şehri tanıtan bir kitap almalı diyorum tekrar ve tekrar). Köprünün üstü de sanatçı dolu.

Prag-Kopru-1

Müzisyenler gerçekten çok iyi, özellikle klasik müzik çalanlar. En iyi gruplar akşamları çıkıyor. Hepsi oturup dakikalarca dinlenesi. Aşağıdaki kısa video bu güzelliği size de hissettirebilir.

Fakat akşamları çıkan o can sıkıcı sivrisinekler bizim için fazlasıyla rahatsızlık vericiydi. Sinekler heykellerin üstündeki örümcek ağlarını da kaplamış durumda. Ressamlar, takı satanlar ve envai çeşit satıcı. Biz avrupalı turistler gibi euro ile kazanmadığımız için el yapımı magnetler ve takılar biraz pahalı geldi. Fakat tezgahlardan birindeki takılar el yapımı, orijinal ve uygun fiyattaydı. Bir tezgahtan bana aşağıdaki küpeleri ve kolye ucunu aldık. Giderseniz bu tezgaha uğramanızı kesinlikle öneririm.

Prag-Hediye1

Köprünün nehir manzarası da çok güzel. Orada bulunduğumuz iki günde de sabah akşam köprüde bulunmaktan büyük keyif aldık.

Prag-Vltava-1

Ben yine Nazım Hikmet ile köprüyü anlatmayı bitireyim.

Pırağ’da bir yandan ağarıyor ortalık
Bir yandan da kar yağıyor
Sulusepken
Kurşuni
Pırağ’da ağır ağır aydınlanıyor barok;
Huzursuz, uzak
Ve yaldızlarında kararmış keder.
Ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlara benziyor.
Dördüncü Şarl Köprüsünde heykeller.

Ertesi gün Prag’da muhakkak görmeniz gereken Prag Kalesi’ne gittik. Kale’ye çıkmak için tramvay’ı kullanabilirsiniz ama biz yürüyerek çıkmayı tercih ettik. Zaten gezip görmeye geldiğimiz için bu tip yürüyüşleri çok seviyoruz.

Prag-Kale-1

Yol üzerinde yukarıdaki gibi güzel meydan ve binaları görmeyi seviyoruz. Arada bir yerlerde oturup bir şeyler içmek hoşumuza gidiyor.

Önce Kale’nin yukarısındaki Strahov Manastırı’na çıktık. Yorucuydu ama manastır’ın önündeki kendi birasını üreten Klasterni Pivovar‘da içtiğim India Pale Ale beni kendime getirdi.

Kaleye geldiğimizde girişte bir kalabalık gördük. Meğerse nöbet tutan askerlerin nöbet değişimine denk gelmişiz. Pek uzattılar ama izlemesi çok keyifliydi. Gelenek bile olsa çok turistik geldi bize.

Prag-Kale-2

Sonrasında giriş biletimizi aldık. Kalede ziyaret edeceğiniz noktaları seçerek üç farklı bilet alabiliyorsunuz. Bu biletlerin nereleri gezmenize izin verdiğini ve fiyatlarını buradan görebilirsiniz. Biz B rotası için bilet alarak kişi başı 250 kron ödedik. Rotanın ilk durağı olarak St. Vitus Katedraline girdik.

Prag-Kale-4

Aslında katedralin içine girmek için bilete ihtiyacınız yok, elbette halka açık. Ancak biletiniz yoksa kapıdan girip içine bakıp çıkıyorsunuz.

Prag-Kale-3

Ancak içini güzelce gezebilmek için daha içeriye girmek ve bunun için de biletli olmanız gerekiyor. Bence girmeniz lazım çünkü biz kilisede yaklaşık bir saat geçirdik, görülecek çok şey var. Bu kilisenin içi Tyn’in aksine dışından daha ihtişamlı.

Prag-Kale-6

Biletimizin izin verdiği diğer bina ise eski Kraliyet Sarayı idi. Bu yapının içinde görülecek olağanüstü şeyler yok ama yine de gezilebilir. Merdivenlerle çıkılan bir kaç odasının manzarası çok güzel.

Prag-Kale-5

Büyük bir davet salonu da var ama bizi çok etkilemedi çünkü Yıldız Şale’nin davet salonunu yeni görmüştük ve orası buradan daha büyük. Tabi ne de olsa bu yapı çok daha eski, o nedenle dikkat çekici.

Biletimiz ile girebildiğimiz son yer ise bir yapı değil, yapılardan oluşan bir sokak. Golden Lane denen bu sokakta eski kale çalışanlarının ve zanaatkarlarının evleri restore edilmiş ve bazıları mağaza haline getirilmiş. Epey etkileyici ve güzel bir sokak.

Prag-Kale-7

Golden Lane’e girmeden önce sol köşede cam eşyalar satan bir mağaza var. Biz aşağıya indikten sonra farkettik ama cam eşya alacaksanız en ucuz yer burası. Bizim Paşabahçe gibi bir nevi devlet kurumu gibi görünüyor. Çok hoş şeyler var.

Kaleden aşağıya inince tekrar Karl Köprüsüne doğru döndük. Yol üzerinde Franz Kafka müzesi var. Bu müzeyi zaten Karl köprüsünden karşıya geçerken Vltava nehrinin sağ kıyısında görüyorsunuz. Bahçesinde ilginç iki heykelin süslediği bir süs havuzu var. Heykeller işeyerek havuzu dolduruyorlar. Birisi bu.

Prag-Kafka-1

O heykelleri ve bahçede bulunma sebebini pek anlayamadık doğrusu, sanki Kafka’dan rol çalıyorlardı. Hediyelik eşya mağazası da bahçenin içinde. Doğrusu müze bizi hayal kırıklığına uğrattı. Klasik müze anlayışından uzaktı. Simsiyah koridorlarda yürürken sağlı sollu Kafka ile ilgili yazılar ve fotoğraflar vardı. Ancak müzedeki fotoğraflardan farkettik ki, astronomik saatin yanında gördüğümüz ve dikkatimizi çekmiş olan şu binada Kafka bir dönem yaşamış.

Prag-Kafka-2

Değişik bir cephesi olduğu için dikkatimizi çekmişti, görmeden geçmenin pek mümkün olmadığı bir yerde. Müzede fotoğraf çekmek de yasak. Çalan müzikle birlikte koridorların büründüğü hava müzede segilenenlerden daha etkileyiciydi. Kişi başı 200 kron, içinde umduğumu bulamadığım bu müze için bence fazla pahalıydı.

Gezilip görülecek yerler bittikten sonra biraz merkezden uzaklaşmaya başladık. Karl Köprüsünden kalenin görüntüsüne bakarak karşı kıyıya geçtik.

Prag-Kopru-4

Turistik yerlerde merkezi yerlerden biraz olsun uzaklaşınca şehri daha iyi tanıyoruz. Gerçi Prag’da zamanımız az olduğundan pek uzaklaşamadık ama yine de arka sokakların keyfini aldık. Vltava nehri boyunca yürürken nehir kenarında Nominanza River Restoran bizi kendine çekti.

Prag-Yemek-1

Burada nehir kenarında biraz dinlenip karnımızı doyurduk. Prag’da her yerde olduğu gibi yine iki kişi bahşiş dahil yaklaşık 50 TL ödeyip kalktık.

Nehir boyunca ilerledikçe Prag’ın güzel binaları daha çok dikkatimizi çekti.

Prag-Binalar-1

Nehrin bu tarafındaki diğer binalarla alakası olmayan tek bina, Dans Eden Ev ya da Fred and Ginger House diye takma ad verilmiş olan şu bina.

Prag-Binalar-ginger

Çok farklı bir bina ama bir de Prag’ın diğer binaları arasında olunca daha da enteresan geliyor.

National Theatre binası da nehir kenarında. Ana cephesi restorasyonda idi ama heybetli yan cephe görünüyordu.

Prag-Tiyatro

Tam tiyaro binasının karşısında, Nazım Hikmet’in Prag’da geçirdiği yıllarında çok sık gittiği Cafe Slavia bulunuyor. Elbette oraya kadar gitmişken Nazım’ın çok sevdiği bu kafeye biz de gittik. Biz de cam kenarında bir masaya oturup Nazım’ın seyredip memleketini düşündüğü manzarayı izledik.

Prag-Yemek-Slavia-1

 

Nazım Hikmet’in şu şiirini de hatırladık.

slavya kahvesinde oturan dostum tavfer’le,
vıltava suyuna karşı oturup,
tatlı tatlı yarenliği severim
hele sabahları hele baharda.
hele sabahları hele baharda
konuşurken dalar dalar gideriz
bir yitirir bir buluruz birbirimizi.
hele sabahları hele baharda.
prağ şehri yaldızlı bir dumandır
ve kızıl, kocaman bir elma gibi.
nezval geçer taze çıkmış kabrinden
param parça yüreği de elinde
ve orhan veli’yle karşılaşırlar
urumeli hisarından gelir o
ve telli kavağa benzer orhanım
yüreciği delik deşik onun da.
biz de aynı loncadanız biliriz tavfer
zanaatların en kanlısı şairlik
sırların sırrını öğrenmek için
yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.
pırağ şehri yaldızlı bir dumandır
vıltava suyunun köpüklerine
martı kuşlarıyla gelir istanbul
lejyonerler köprüsüne gidelim tavfer
martı kuşlarına ekmek verelim.

Cafe Slavia’da duvarlarda oraya gelen ünlülerin fotoğrafları arasında Nazım Hikmet’in fotoğrafı da var. Ayrıca bir duvardaki şu tablo hakkında şöyle bir hikaye var.

Prag-Yemek-Slavia

Söylenen o ki, Nazım Hikmet’in günlerce dertli dertli camdan dışarı baktığını gören Prag’lı bir ressam, onun bir kadını düşündüğünü hikaye eden resmini çizmiş. Kadın Nazım Hikmet’in içtiği Absinthe renginde resmedilmiş. Doğru mu bilmiyoruz ama biz bu hikayeyi çok sevdik.

Cafe Slavia şık bir mekan. Biz çok aç olmadığımızdan, merak ettiğimiz kaz etinden bir porsiyon yedik, çok lezzetliydi. Güzel pastalardan birini seçtik, kahve ve biralarımızı da içtikten sonra tipik 50 TL’lik hesabımızı ödedik. Cafe’de Nazım’ın izini süren diğer Türklerle de tanışıp fotoğraf çektirdikten sonra yolumuza devam ettik.

Yeme içme konusunda Prag oldukça ucuz ve çeşit çok fazla. Deli gibi acıkıp her şeyi yemek istiyorduk ama özellikle ben maalesef çok yiyebilen bir insan değilim. Bir daha gidersek Cafe Slavia’da kesinlikle bir öğünden fazla yemeyi planlıyoruz.

Biralar neredeyse sudan daha ucuz ve çok çeşitli. Aslında sudan gerçekten daha ucuz. Markete girdiğimizde içki reyonu fiyatlarıyla bizi kendimizden geçirdi.

Şehir, merkezden başlayarak Prag 1, Prag 2 şeklinde bölgelere ayrılmış. Bu da oteli seçerken çok yardımcı oluyor. Biz merkezde kaldığımız için toplu ulaşımı havaalanına gidiş geliş dışında kullanmadık. Ama bunun dışında hiç kullanmasak da metro ve tramvay oldukça yaygın.

Hediyelik eşya olarak cam eşyalar, takılar ve kuklalar var. Elbette ki magnetler de. Hediyelikler yeme içme kadar ucuz değil ama pahalı olduğunu da düşünmeyin. Biz daha ucuz bulma adına epey geç aldık magnetleri. 30 kronla 90 kron arasında değişiyor fiyatları. Biz magnetle ahşap bardak altlığı aldık. Daha önce söylediğim gibi kaledeki cam atölyesi satış mağazasında cam eşyalar daha uygun fiyatlı.

Her gittiğimiz yerde olduğu gibi yine büyük bir market bulduk ve en fazla alışverişi marketten yaptık. Ambre Solaire güneş kremleri 180 krondu, yaklaşık 18 TL. Buradaki fiyatın yarısı yani. Epey baharat aldık ayrıca. Markete kesinlikle gidin deriz, çok uygun fiyatlı ürünler bulunabiliyor. Ayrıca çok çeşitli alışveriş mağazalarının olduğu Václavské náměstí caddesinde 5-6 katlı bir Bata mağazası var, kesinlikle uğrayın deriz.

Otelimize dönerken hep önünden geçtiğimiz Opera binası ve Powder Tower’ın ihtişamlı görüntüsünü de burada paylaşalım.

Prag-Opera

 

Prag’da geçirdiğimiz muhteşem iki gün sonunda havaalanına giderken Gürkan’ın macera araması sonucu havaalanına Metro ve otobüs ile gitmeye karar verdik. Metro B’nin son durağına kadar gidip 100 numaralı otobüsle havaalanına geçtik. Gittik ama son durak çok ıssız bir yerdeydi ve pazar günü olduğu için otobüs saatleri epey seyrekti. Hani otobüsü kaçırsak etrafta taksi bile bulamazdık. Yine Airport Express ile gitsek daha sağlam olurdu bizce.

Son Söz

Prag gerçekten masal gibi bir şehir. Tüm övgüleri hak ettiğini düşünüyoruz. Ucuz olması ayrıca bir övgü konusu olabilir. Gotik, romantik, büyüleyici ve zamanın durduğu bir şehir. Fırsat bulursak tekrar gitmeyi çok isteriz.

Ceren, Temmuz 2014.

 

 

 

Karaburun (İzmİr)

TATİL PLANI

Bu sene, her yıl olduğu gibi, yine koylarına günlük turlar atabileceğimiz bir yer seçimi ile tatil planına başladık. Bu yıl baba-anne ve çocuk üçlüsünden oluşan çekirdek ailemiz,  çok daha kalabalık bir kitle ile tatil planı gerçekleştirdi ve 8 kişi ile ekonomik bir tatil için planlama başladı. İzmirli arkadaşlarımın tavsiyesi ve araştırmalarım ile bu yılki “ah keşke burada yaşasak” yerimizi, İzmir/Karaburun olarak belirledik. Kalabalık bir grup için uygun yer bulmak kolay değil. Özellikle internetten ve sahibinden.com sitesinden yaptığımız araştırmalar ile bir çok telefon görüşmesi sonucu 3 katlı bir villayı tercih etmemize rağmen sığmakta yine de zorlandık diyebilirim. Karaburun – Akvaryum Sitesindeki villamız bizi ilk karşılayışında beklentilerimizin çok altında kaldı. 15 günlük 2000 TL + 200 TL su, elektrik vb. giderler için ödenen depozito tutarındaki evimiz, iyi bir temizlik ile yaşanır hale geldi.(Bu tarz bir kalacak yer seçiminde, kalacak yeri önceden görmenizi önemle tavsiye ediyorum.)

YOLCULUK

Şahsi araçlarımız ile İstanbul’un Anadolu yakasından akşam 24:00 de yolculuğumuz başladı. Biz körfezi dolaşmayarak Eskihisar’dan feribotla Topçular’a geçişi tercih ettik.

Kendi aracı ile gidemeyenler, belki İzmir havaalanından ya da başka bir noktadan araba kiralayıp gitmek isterlerse, en uygun kiralama firmasını şuradaki siteden kolaylıkla bulabilirler.

İzmir’e kadar gayet rahat bir güzergah var. İzmir’den sonraki çetrefilli yol durumu, yeni yol çalışması ile kolaylaşıyor. 2014 yazı itibari ile yol 1/3 oranında tamamlanmış durumda. Eski yolu tercih etmek isteyen sürücüler bol viraj için hazırlıklı olmalılar. Tabi bol viraj daha ilgi çekici bir manzara vadediyor. İzmir-Karaburun arası yeni yolu kullandığınızda takribi 1 saat sürüyor.  İstanbul Anadolu yakasından başlayan sürüşümüz 9 saatlik rahat bir yolculukla Karaburun’da son buluyor.

KARABURUN (Mimas)

“Büyük şehrin, küçük, el değmemiş cenneti”

Karaburun (Mimas), tanrıça Athena’nın zeytini ilk yetiştirdiği yer. Nergis Çiçeğinin yetiştiği ilk toprak. Mitolojik olarak bir çok hikayenin geçtiği yer. Ayrıca ünlü şair Homeros’un burada doğduğu varsayılmakta.

Karaburun’un yolunda 300’e yakın viraj varmış. “Yolu olmadığından gelişmedi” diyorlar. Şehir Merkezini köy gibi düşünün. Fazladan sadece Mini Tansaş, Şok ve 2 eczane var. Ziraat Bankası, İş Bankası ve Garanti Bankası paramatiği var. Petline dışında en yakın benzin istasyonu 20 km uzakta. Bu bilgiler ile giderseniz sıkıntı çekmezsiniz. Burada şöyle bir haksızlığa da neden olmayalım. Bu bahsettiklerim sayesinde her şey taze, kokusunda, tadında ve doğallığında, daha ne olsun.

Biz görkemli mitolojisinden büyülensek de sıcak yaz günlerinde tanrıları rahat bırakarak, diğer büyüleyici kısım olan denize dönelim…

Şunu da baştan söylemem lazım, benim yüzme tercihim şnorkel ile denizaltı tabiatını izleyerek yüzmek. Şnorkelsiz yüzmek söz konusu olunca, çok kirli olmamak kaydıyla, hiç bir deniz diğerinden farklı gelmiyor. Bu kişisel yüzme tercihine göre inceleyeceğim gittiğimiz koyları…

Mimoza Koyu 

İlk gün gittiğimiz Karaburun merkezdeki Mimoza koyu, bizim için tam anlamıyla hayal kırıklığı oldu. Karaburun’un en önemli koylarından olduğu için çok merak ederek gittiğimiz bir yerdi. Bayram tatilinin de etkisi ile inanılmaz bir kalabalık ve koyda bulunan iki tesisin bangır bangır disko müziği ile sadece 1 saat kadar kalabildiğimiz hayal kırıklığımızdır.

karaburun mimoza 3

Geniş bir koydur ve sağ tarafı tenhadır, fakat taşlıktır. Koyun bu kadar sağ yanına geldiğinizde, bir kaç adım sonra Bodrum Koyu olduğundan tercih o yöne doğru oluyor.

Bu arada Mimoza Koyu’nun artık mavi bayraklı olmadığını da hatırlatmak gerekiyor. Siz yine de ben sağdan sağdan bir bakayım denize derseniz, kıyıda deniz çayırlarının kaplı olması belki sizi de, ilk başta, benim gibi rahatsız edebilir. Bu rahatsızlığın bu bitkiyi yosun ile karıştırmaktan kaynaklı olduğunu belirteyim. Denizler için çok önemli fotosentez kaynakları olduklarını öğrenince, görüntü rahatsızlığım bile geçti diyebilirim. Koyda deniz sıcaklığı orta derece, değişkenlik göstermiyor. Denizaltı canlılığı yoğun, Ege’nin balık çeşitliliğine rastlayabiliyorsunuz.

karaburun mimoza 1

Düzeltme: 2015 yılı Ağustos ayında yolumuzu mecburiyetten Karaburun’a düşürmek zorunda kalınca, Mimoza Koyu’nu tekrar görme fırsatımız oldu. Sanki geçen yıl geldiğimiz yer burası değil. Tatilini 1 haftadır bu koyda geçiren arkadaşıma geçen yılı anlattığımda bana “ne içtin sen” der gibi bakıyordu. Çok güzel bir tatil geçirdiklerini ve koyun berrak ve temiz suyunda, çocukları ile çok rahat ettiklerini söylediler. Müzik ve kalabalık sadece hafta sonunda oluyormuş.

karaburun mimoza 2

Koya ait 3 fotoğrafı bu yıl (2015) çektim. Böylesine bir doğa harikasının hakkını yememek adına da düzeltme yapmak ihtiyacı duydum.

Bodrum Koyu

Karaburun’daki 12 günlük tatilimizin, çokça da yanımızdaki iki ufaklık nedeni ile 6 gününü geçirdiğimiz koy. Pişman mıyım? Hayır …

Karaburun Bodrum 5

Bodrum Koyu, yaklaşık 200 metrelik bir koy. 3 işletme ve 1 bakkal bulunuyor. İşletmelere ait şemsiye ve şezlonglar da var, belediyenin koyduğu ücretsiz şemsiyeler de. Biz Paşa Cafe & Bar’a ait olan 2 şezlong +1 şemsiye, gün boyu 15 TL olan tarafı tercih ettik. Koyun en sol tarafı. Dağınıklık için kusura bakmayın, tatil hali :)

Karaburun Bodrum 4

Sualtı tabiatı olarak kesinlikle memnun kalacağınız koy, aynı zamanda bir dalgıçlık kulübüne de ev sahipliği yapıyor. Siz yüzerken 3 metre altınızdan 4-5 kişilik dalgıç grubu geçebiliyor. Tek dalışın 70 TL, 3 günlük bröve verilerek verilen eğitimin 700 TL olduğu şeklinde bilgi aldım.

Koyun sol kısmı yaklaşık 5-6 metre ilerleyince derinleşiyor, sağa gittikçe derinlik daha yakında (3-4 m) artıyor. Suya giriş her yerde taşlık ama beni rahatsız etmedi, ayakkabısız da rahatça girilebilir. Su serin, mavi bayraklı ve tertemiz. Özellikle sabahları billur gibi oluyor. Ayrıca şnorkel yüzücüleri için balıklar, deniz kestaneleri ve midye kabukları dışında bir sürpriz olarak batırılmış küçük bir tekne var. Dip derinliği 6,5 metre. Maalesef yanımda deniz kamerası olmadığından fotoğraf koyamıyorum, gidip görmeniz gerekecek…

Kuyucak

Merkezden 1 km çıkınca Kuyucak Plajına geliyorsunuz. Mavi bayraklı koy sizlere sessizlik ve ada manzarası vadediyor. Bu küçük adamızın adı İstanbul’dan tanıdık; Büyük Ada, fakat burada yerleşim yok. Kuyucak Plajında, baraka bir tesis var, bu tesise ait 2 şezlong 1 şemsiye 7,50 TL. Alkollü, alkolsüz içecekler ile yiyecek çeşitleri mevcut. Biz tostunu çok sevdik. Ayrıca 50 m ilerisinde çok güzel bir balık lokantası var. Deniz kenarı, salaş bir yer.

Karaburun Kuyucak 1

Koyun karşısında küçük bir ada var. Güzel manzarası, rüzgarsız bir havada güzel denizi ile bütünleşiyor. Taşlık girişi biraz rahatsız etse de, sualtı tabiatı keyifli bir koy. Deniz serin, akşama doğru biraz üşüyebilirsiniz. 3-4 m sonra derinleşiyor. Derinleştikten sonra zemin kum, bolca karagöz, sivriburun karagöz, zargana, kefal görebilirsiniz.

Karaburun Kuyucak 2

İncirli Koy (Akvaryum Koyu)

Karaburun merkezin incisi, mini minnacık cenneti, adının hakkını tam anlamıyla veren akvaryumlardan ama topu topu 15 m. olan koy o kadar popüler ki iğne atsan yere düşmez durumda. Biz denizin tadını çıkarmak için sabah 08:00 de gidip 10:00 a kadar durduk. Öğleden sonraki ziyaretlerimizde ise sadece güzelliğinin tadını çıkardık.

Karaburun incirlikoy 1

Girişi kum, biz sabah girdiğimizde 2-3 kişi olduğundan çok sakin, durgun ve berraktı. Kalabalık arttıkça kıyı bulanıklaşıyor. Sualtı ise inanılmaz. Şnorkeli çıkartmak istemedim. Balıklar, midyeler, çeşitli deniz canlıları, kayalık alanlar. Bu minik koyda tüm Karaburun’daki balıklar var desem çok az abartmış olurum.

Karaburun İncirli

Karaburun’un en lüks sahili burası diyebilirim. Çimenlik alanlar, armut oturmalar, şezlonglar vs. Kazıklanmadan gönül rahatlığı ile yiyecek içecek siparişi verebilirsiniz, fiyatlar makul. Şemsiye ve 2 şezlong 15 TL, armutlar 5 TL gün boyu kiralık.

Bu arada zamanı gelmişken Karaburun Belediyesinin bir uygulamasını çok takdir ettim, hangi koya giderseniz gidin, orada hangi işletme olursa olsun, mutlaka ücretsiz şemsiye koyulmuş ve kimse tarafından rahatsız edilmeden bu hizmetten faydalanabiliyorsunuz. Hatta bazı işletmeler oralara da servis yapıyor.

Dolungaz

Karaburun merkezden Bozköy istikametine giderken 3 km kadar sonra Dolungaz diye eski bir tabela görüyorsunuz. Eğer burası ile ilgili bir bilginiz yoksa asla merak edip gireceğinizi zannetmiyorum. Biz bilinçli bir hareketle tabelayı görür görmez sağa dönüyoruz. Toprak yol nereye kadar müsaade edecek diye düşünürken bir deniz manzarası çıkıyor ki karşınıza; “Gemliğe doğru / denizi göreceksin / sakın şaşırma.” diyen Orhan Veli Kanık’a sevgi, saygı ve özlemlerimizi gönderiyoruz.

Karaburun dolungaz 1

Dolungaz aslında Karaburun’un kamping alanı. Çadırınızı alıp gelebilirsiniz. Ya da prefabrik yapılarda kalabilirsiniz, internette kısa bir araştırma ile kamping için bilgi sahibi olabilirsiniz. Dolungazda herhangi bir tesis mevcut değil, kamp alanı girişi paralı olduğundan biz girmedik.

karaburun dolungaz 2

Arabamızı üst yola park ettik ve keçi yolundan bu yukarıda gördüğünüz muhteşem denize indik. Sahil epey taşlık, ayakkabı şart diyebilirim. Koyun sağ kısmındaki kayalık beni daha çok cezbetti ve ben oradan suya girdim.

Karaburun dolungaz 3

Girerken de çıkarken de bu kısmı kullandım ve dubaların halatlarına tutunarak bir rodeocu gibi dalgalara karşı durmak inanılmaz keyif verdi.

Deniz, kayaların olduğu bölümde çok dalgalı ama koyun içinde rahat yüzebiliyorsunuz. Kıyıdaki taşlık kısım 4-5 metre sonra kumlaşıyor. Koyun solunda ve sağındaki kayalık kısımlar çok keyifli bir şnorkel deneyimi sağlıyor fakat dalgalı olduğundan çok dikkatli olmak gerekiyor.

karaburun dolungaz 4

Dolungaz’ı, eğer kamp için kullanmayacaksanız, 2-3 saatliğine değerlendirebilirsiniz. Her gün gelseniz de sıkılmayacağınız bir eğlencelik.

Kaynarpınar

Karaburun ile Mordoğan arasındaki İncecik köyüne bağlı iskele, küçük sahili ile sizi kendine aşık edebilir. Karaburun merkezden 15 dakikalık bir araba sürüşü ile vardığımız sahil beldesi, tam bir mini Karaburun. Bakkal, tüpçü, balık lokantası, fırın…

İzmirli arkadaşlarımızla buluştuğumuz mini sahil, yürüyerek bile girebileceğiniz mini bir mağaraya sahip. Sürekli mini diye yazıyorum fakat hakikatten doğa burada büyüyecek bir bebek gibi duruyor.

karaburun kaynarpınar 1

İşte sahili, tam boy bu kadar. Mağaramız da hemen orada. Sahilin arka planı bir insan boyu kadar örme duvar ve ağaçlar doğal gölgelik oluyor. Hoş bir sürpriz olarak bir ardıç ağacı var. Ardıç ağacı enstrüman yapımcıları için çok değerli, ayrıca enstrüman yapımcısı arkadaşımdan  öğrendiğime göre  üzerinizde bir dalı bulunursa veya yurt dışına çıkartmaya çalışırsanız ceza alıyormuşsunuz. Tambur yapımcısı arkadaşımın yalancısıyım. Bu sürprizin mutluluğunun yanında denizin sürü sürü balıklar ile bizi karşılaması ise apayrı bir keyif oldu. Denizden kayalıklar istikametinde yüzdüğünüzde hem gizli, irili ufaklı mağaralar keşfediyorsunuz hem de 10 insan gitse dolacak minyatür bir koyu.

Bir Karaburun klasiği olarak giriş taşlık, su serin ama pırıl pırıl, her koyda size yaşattığı yüzme keyfi burada da aynı. Kaynarpınar’ın girişi itibari ile sağ bölümü bu sahil, sol bölümü ise balık lokantası, araları 150 metre.karaburun kaynarpınar 2

Arkadaşlarımızın tavsiyesi ile Kaynarpınar İskele Balık Lokantasında akşam yemeğimizi yedik. Denizde de sık sık rastladığımız lidaki balığı ile kefal tercihimiz oldu. Yolunuz buraya düşerse, ki düşürün mutlaka, taze Karaburun balıklarını mutlaka tadın. Lokanta,size lüks ya da meşhurluk vadetmiyor, ama uygun fiyata lezzet sunuyor. Kesin bilgi :)

karaburun kaynarpınar 3

Kahvenizi de bu manzarada içebilir, benden daha iyi resimler de çekebilirsiniz. Sadece bir teşekkür yeterli olur :)

Hamzabükü

Deniz, kirlenmemek için gökyüzünün bile rengini almamış, öyle berrak. Hamzabükü’nü ilk gördüğümde ki yorumum bu oldu.

karaburun hamzabuku 1a

Hamzabükü, Karaburun merkeze 15 km uzaklıktaki Sarpıncık Köyü’ne bağlı, Sarpıncık Köyü’ne giderken eski Rum taş evlerinden oluşan dağ köylerini de görebiliyorsunuz.

Karaburun Dag Koyu

Köyden 5 km uzaklıktaki deniz kenarına inen epey dolambaçlı bir yol var, nispeten rahat, fakat merak etmeyin değecek.

karaburun hamzabuku 6

Büke neredeyse tam ortadan giriş yapılıyor. Sol tarafında 3 tane tek katlı yapı var. Sağ tarafı kayalıklardan oluşuyor. Kayalıklara çıkma denememiz de oldu, zor bir tırmanış ama imkansız değil. İmkansız olmaması tehlikeli olmadığı anlamına gelmiyor tabii…

karaburun hamzabuku 2

Plaj öğlen birde bomboştu, daha sonra üst resimde fark etmiş olacağınız ya da şu an bakarak fark ettiğiniz kırmızı şemsiyeli 5 genç geldi o kadar. Koyda hiçbir tesis yok, tüm yiyecek içeceklerinizi yanınızda götürmeniz gerekiyor. Elbette şemsiyenizi de.

Plaj küçük çakıl taşlarından oluşuyor. Denize giriş ise nispeten daha büyük taşlarla dolu, bu durum girişi biraz zorlaştırıyor. Su çok enteresan bir şekilde yüzeyde sıcak, daldığınızda dipte soğuk. Ayrıca yüzerken de soğuk akıntılardan geçiyorsunuz. Özellikle sağ bölümdeki kayalıkların tam önünde çok soğuk kısa bir bölüm bulunuyor.

Tam burada affınıza sığınarak ikinci vecizemi söylemeden edemeyeceğim; burası bir şnorkelli yüzücü için mükemmel, iki şnorkelli yüzücü için vazgeçilmez bir yer.

karaburun hamzabuku 5

Hamzabükü, tüm Karaburun koyları içerisinde en beğendiğim yer diyebilirim. Sanırım gidiş yolunun yoruculuğu az tercih edilmesine neden oluyor ama hem tam bir sakinlik hem de tam bir temizlik söz konusu. Deniz altı balık sürüleri ile dolu, ayrıca Ege’nin meşhur balıkları karagöz, lidaki, kefal, zargana, gelincik balığı gibi ve tek tek görebileceğiniz akvaryum balığı gibi balıkları da bolca görebilirsiniz.

Sol bölüm kayalıklardan oluştuğu için yüzmeye pek uygun değil. Orası için de en iyi fikir şu gibi duruyor :)

karaburun hamzabuku 3

Nacizane diyebilirim ki gelin, görün, tadını çıkarın. Burada zaman yok. Stres yok, gürültü yok. Alabildiğine engin bir deniz ve küçük dalga sesleri…

Badembükü

Karaburun’un artık sol tarafına geçiyor ve merkezden, yol durumunu da düşünürsek, 1,5 – 2 saat kadar uzaklaşmış bulunuyoruz. Hamzabükünden  asfalt yol la15 dakika daha batıya, Parlak Köyüne doğru yol aldıktan sonra, toprak yoldan 5 km içeri giriyorsunuz ve yine bir doğa harikası sizi bekliyor.

Karaburun Badembuku 1

Maalesef yol özellikle son 2 km çok bozuk ve engebeli, koyun içinde tesis yok. Köy bölümünde pansiyonculuk başlamış ama bakışları daha turiste alışamamışlar gibi. Bizim geldiğimiz gün o kadar dalga vardı ki sadece kıyıda dalgalara karşı oynadık.

Karaburun Badembuku 2

Tatilimizin en eğlenceli saatleri burada geçti diyebilirim. Yüzemedik, deniz altını izleyemedik ama yalancı sörfçüler olarak dalgalardan sıkı bir dayak yedik. Şöyle bir gözünüzde canlanması açısından aşağıdaki fotoğraf iyi olabilir :)

Karaburun Badembuku 3

Bu kadar dalgada haliyle koy boştu, fakat bizimle birlikte koyu paylaşan bir grup genç, sanırım burayı özellikle tercih etmişler, dalgalarla dans ediyorlardı, hiç çekinmeden girip çıkıyor ve eğleniyorlardı.

Karaburun Badembuku 4

Seyahat programınıza burasını da mutlaka alın, bizim gibi denk gelirseniz kıyıda oynayarak eğlenir, durgun bir zamanına denk gelirseniz kayalıkların dibini izler mest olursunuz.

Burada ülkemiz adına üzücü bir durum yaşadık. Koyda yer yer katranlar vardı ve köylülere “neden” diye sorduğumuzda, maalesef “yabancı gemilerin pisliklerini açığa döküp kaçtığını dalgalarla da kıyıya kadar gelebildiğini” söylediler. Böylesi güzelliklerimizi çok çok daha iyi korumamız gerekiyor.

Karaburun Badembuku 5

Son söz olarak, resimdeki çocuğu görebildiniz mi?

Saip

Karaburun Merkeze 3 km kala Saip diye bir tabela göreceksiniz, dikkatinizi çekmeyebilir ama bilin ki burayı özleyeceksiniz.

Saip Köyü, ortasından İzmir-Karaburun yolunun geçerek birbirinden ayrıldığı alt kıyı bölümü ve üst dağ eteği köyü ile iki ayrı güzelliği birleştiriyor.

Karaburun Saip 1 

Saipaltı bölümü iskeleyi barındırıyor. Bu iskele aynı zamanda Foça’ya geçiş limanı. İskelenin ucundaki fenerin yanından merdivenlerle inilen bir denize giriş bölümü var.

Karaburun Saip 2

Aslında köye indiğinizde küçücük bir sahil mevcut fakat kıyı deniz çalıları ile o derece kapanmış ki buradan suya girmektense fenerin orasını tercih ediyorsunuz. Zemin kum ama 15 – 20 m  lik bir yüzüş ile karşı kıya geçtiğinizde sizi Egenin o güzel balıkları, deniz kestaneleri, istiridyeleri, girinti ve çıkıntıları bekliyor.

Karaburun Saip 3

Deniz çok soğuk değil hatta sıcak bile denebilir. Ayrıca buradan suya atlayarak da girebildiğiniz için başka bir eğlence de çıkmış oluyor.

İskelede eşi ve torunu ile denize giren orta yaşlı hoşsohbet bir abi ile karşılaşıyoruz. Osman Abi, emekli olur olmaz buraya yerleşmiş bir İstanbul göçmeni, bize Karaburun’u, denizi, yıllarınızı vererek öğrenemeyeceğiniz hayat ile ilgili küçük ayrıntıları ve büyük şehirden huzura geçişi anlatıyor.

Karaburun saip 4

Hamzabükü’nü, Badembükü’nü öneriyor. Hayatın aslında böyle bir sahil kasabasında olduğunu öneriyor da biz negatif direnme yapıyoruz.

Kim bilir belki bir gün tekrar karşılaşırız diye Osman Abi’den ve Saipaltı’ndan ayrılıyoruz.

Biz yukarı Saip Köyüne aslında hep saat 12’ye kadar gittik, güzel bir kahvaltı yapıp öyle başladık seferlerimize, denize koşmalarımıza ama son bölüm olarak sunuyoruz size, çünkü biz burayı çok sevdik.

Yoldan 1 km yukarı çıkmanız köye ulaşmanız için yeterli, köy Akdağ’ın eteklerinde kurulmuş.

Karaburun Saip 7

Bu büyüleyici devasa kaya kütlesinin altında köyün en çok ziyaretçi çeken bölümü olarak Saip Kır Kahvesi var.

Karaburun Saip 8

Deniz tatilimizin en keyifli anlarından birini eşim Arzu, teşekkürlerimle anlatıyor…

Saip Kır Kahvesi

Karaburun köylerinden Saip Köyü’nün kahvesi. Saip Kır Kahvesini Nihal Hanım ve eşi Eşref Bey işletiyor. İstanbul’dan kaçış hikayelerinden biri onların hikayesi, “ahh ne güzel darısı başımıza!” derken kahvaltımız geliyor.Tabağın ortasında yöresel otlar ve tel peyniri karışımı, yanlarda domates, 3 çeşit peynir, zeytin, salatalık derken dolu dolu bir tabak. Üstüne Nihal Hanım tarafından yapılmış türlü reçeller..

Karaburun Saip 9

Pembe sümbül reçeli, enginar reçeli, nergis çiçeği reçeli ve adlarını hatırlamadığım orijinal reçeller ile donanıyor masa. Nihal Hanım yumurtanızı nasıl alırsınız diye soruyor hepimize ayrı ayrı ve masada 8 kişiyiz. İsteklerimizi hiç bekletmeden yerine getiriyor. Alerjisi olan ablam için ayrı otlar koyuyor tabağına, onun için özel patates kızartıyor. Kahvaltı bitince, “kahvenizi nasıl alırsınız” diyor, hepimize istediğimiz gibi pişirip, döküm Osmanlı fincanlarında  karışmasın diye de yanlarında değişik nazar boncuklarıyla servis ediyorlar kahvemizi. Yanında da demirhindi şerbetleri.

Karaburun Saip 5

Velhasıl kelam hem karnımız ,hem gözümüz, hem gönlümüz doyuyor Saip Kır Kahvesinde.

Karaburun Saip 10

Nihal Hanım o kadar ilgili ki, Saipaltı’ndaki Osman Abi gibi bir İstanbul’dan kaçış hikayesi daha sunuyor bize, her insan başka bir hikaye, yeni bir dünya…

Son Söz

Mimas, Tanrı Zeus’la savaşan bir titan, bir devdir ve Zeus onu öldürebilmek için üzerine bakır,demir ve kayalar döker. Karaburun’un bu büyük dağlarının altında yatmakta olan bir dev var, belki de burasını hiç bozmadan korumamız için bu bile yeterli bir nedendir.

[efb_likebox fanpage_url=”negordumcom” box_width=”600″ box_height=”” locale=”tr_TR” responsive=”1″ show_faces=”1″ show_stream=”0″ hide_cover=”0″ small_header=”0″ hide_cta=”1″ ]

 

Çocuklarımızın ve kendi çocuk ruhlarımızın anıları ile ayrılıyoruz Karaburun’dan.

Karaburun Bodrum 2

Her dönüş sevinçli olmayabiliyor. Bu bâkir kasabanın 5-6 dükkanlı merkezinden, birkaç kolye ve bileklik hediyesini yanımıza alıp kalbimizi orada bırakıyoruz.

Karaburun son

Bu kadar çok yerden bahsetmişken, kolaylık olsun, aşağıdaki harita üzerinde de gösterelim.

[geo_mashup_map]

Barış, Ağustos 2014.

Samos (Sİsam)

Her yaz Ege’de tatil yaparız. Bu yaz da tatil planımızı yaparken en çok sevdiğimiz Fethiye veya Datça’dan birini seçecektik. Buralarda uygun fiyatla kalıp her gün bir koya gitmek iyi bir alternatif. Ancak Datça Palamutbükü’ndeki düzgün bir bungalowun gecelik oda-kahvaltı 200 TL olan fiyatını öğrenince farklı bir rota yapmaya karar verdik.

Hazır vizemiz varken ve Halkidiki‘de 8 €’ya leziz ahtapotlar yemişken, Ege sahillerimize yakın yunan adalarında fiyatlar nasıl diye araştırmaya başladık. Nedense aklımıza ilk Samos geldi. Gerçi sonradan diğer adalara da biraz bakındık ama Samos hakkında okuduklarımız ve en önemlisi oda fiyatlarını gördükten sonra Samos seyahatini planlamaya başladık. Çok da iyi yapmışız. İyi ki Samos’a gitmişiz.

Adanın ismi Samos. Türkçe’de Sisam adası olarak geçiyor. Biz Samos demeyi daha çok sevdik.

samos-yukaridan

Nasıl gittik, ne kadar para harcadık, neler yaptık, neler yedik, nerelerde kaldık hepsini burada anlatacağız. 8 gece 9 gün süren bu Samos tatili bizim çok hoşumuza gitti. Umarız sizler de beğenirsiniz. Ama baştan uyaralım, epey uzun bir yazı oldu. Çok detaylı oldu ama meraklısının işine yarayabilir. Aşağıdaki konu başlıklarına tıklayarak ilginizi çeken kısıma hızlıca gidebilirsiniz.

Tatil Planlama

Samos’a gidiş

İlk iş Samos’a nasıl gidileceği. Kuşadası’ndan adaya yaz mevsiminde her gün feribotlar gidiyor. Feribot diyorlar ama araç almıyor. Aslında İstanbul’daki boğaz ve ada motorları kadar tekneler. 250 kişi kadar alıyorlar. Meander Turizm’in teknelerinden bahsediyorum. Bir de yunan teknesi var, hafif deniz otobüsüne benziyor ama o da aynı büyüklükte bir tekne aslında. Meander teknesi sabah 9’da gidip akşam 5’te dönüyor. Yunan teknesi de akşam gidip sabah dönüyor. Biz sabah gidip akşam dönerek adada ekstra bir gün kazandık. Tekneler adanın başkenti olan Samos şehrine gidiyor. Samos’a Vathi de diyorlar, aslında iç içe geçmiş iki kasaba.

Feribot biletini internet üzerinden aldık. Gayet kolay oldu ve bilet aldığımız firmanın müşteri ilişkisi de gayet iyiydi. Bir sürü soru sorduk, tümüne cevap aldık, bir de önce 7 gece düşünürken son anda 8 gece kalmak için dönüş günümüzü değiştirdik, hiç sorun çıkarmadılar. Bu değişikliği daha tatil başlamadan yaptık gerçi ama yine de çok yardımcı oldular. Aegean Tour Travel adlı firmanın web sitesi http://feribot-seferleri.com/ . Gidiş dönüş kişi başı 55 € bilet ücreti var. Tüm liman vergileri dahil. Size bir tek yurtdışı çıkış harcını ödemek kalıyor.

Konaklama

Ulaşımı çözdükten sonra adada nerede kalacağımıza karar vermemiz gerekiyordu. Bu iş için booking.com üzerinden otel bulmak işin en kolay yanı. Asıl mesele nerede kalınacağını seçmek. Samos adası ufak tefek bir ada değil. Google maps ile baktığımızda ve biraz araştırdığımızda çok sayıda alternatif kasaba olduğunu gördük. Ancak öncelikle adaya indiğimizde kolayca otele yerleşmek için ilk 3 gece Samos şehrinde kalmaya karar verdik. Bir çok oteli inceledik ve özellikle Türk misafirlerce çok olumlu yorumlar almış olan Cleomenis Hotel‘de karar kıldık. Oda-kahvaltı gecelik 45 €. Şimdiden Türkiye’den daha ucuza gelecek gibi görünüyordu bu tatil.

İlk oteli ayarladıktan sonra diğer günlerde nerede kalmamız gerektiğini araştırmaya başladık. Samos adanın kuzey tarafında kalıyor. İkinci otelin güneyde olması gerektiğini anlayınca bu tarafı incelemeye başladık. Güneyin en kalabalık kasabası olan Pythagoreio’yu (kolaylık olsun diye bundan sonra Pisagor diyeceğim) inceledik ama sonra buranın kalabalık olabileceğini düşünerek Pisagor’a yakın küçük bir köy olan Ireon’da karar kıldık. Oraya buraya baktıktan sonra Paris Beach Hotel‘de karar kıldık. Burası daha da uygundu, oda-kahvaltı gecelik 33 €. 3 gece de buraya rezervasyon yaptık.

Son 2 gecemize ise adayı iyice gezip tanıdıktan sonra orada karar veririz diye rezervasyon yapmadık.

Adada Ulaşım

Samos’ta toplu ulaşım pek gelişmiş değil. Aslında her yerde otobüs durakları var ve yollarda da bir çok otobüs var ama pek tavsiye eden yok. Bizce de adayı iyice keşfetmenin en iyi yolu araba kiralamak. Adada scooter ile gezen yüzlerce kişi var ama biz hem otel değiştireceğimiz için, hem de sağa sola giderken rahat edelim diye araba kiralamaya karar verdik.

Adadaki en gelişmiş sektörlerden biri araba kiralama işi. En ufak köyde bile araba kiralanabiliyor. Biz uzun süreli kalacağımız için ve feribottan inince bir arabaya ihtiyacımız olacağı için gitmeden önce arabamızı rezerve etmek istedik. Küçük bir google araması ile rahatça bir çok araba kiralama firmasına ulaşabiliyorsunuz. Web siteleri de epey gelişmiş. Online fiyat verenler de var ama “not bırakın size teklif verelim” tarzı firmalardan daha iyi fiyat geliyor. Araması zor, tek tek dolaşmayayım derseniz şuradaki siteden en uygun kiralama fiyatlarına ulaşabilirsiniz.

Türkiye’den günübirlik veya bir iki gece kalmalı gelenler için günlük araba kiralarının 40 € civarı olduğunu öğrenmiştik. Küçük arabalardan bahsediyoruz tabi. Biz bir haftadan fazla kiralayacağımız için pazarlık ederek daha iyi fiyat almayı hedefledik ve başardık da.

Samos’ta araba kiralama işinde garip bir süre hesabı yapılıyor. 24 saat bir gün sayılmıyor. Aksine her gündüz bir gün sayılıyor. Bu da sanırım feribot saatleri dolayısıyla böyle yapılmış. Şöyle ki, bugün sabah 11’de arabayı alıp yarın sabah 11’de geri verecekseniz normalde bir tam gün sayılması gerekirken Samos’ta iki gün sayıyorlar. Dikkat edilmesi gereken bir detay, yoksa bir gün fazla para ödeyebilirsiniz. Biz bir kaç mail sonrası ilk gün sabah 11’de alıp, 8 gece geçirip, 9. gün akşam 4’de arabayı vermek üzere toplam 250 €’ya Hermes Rent a Car‘dan Stefanos ile anlaştık. Standart gün hesabına da garip Samos hesabına göre de çok iyi bir fiyat.

Araba meselesi çok uzun sürdü ama bir detay daha var, eğer arabayı Samos merkezdeki bir firmadan kiralamazsanız, hem parayı ödemek hem de arabayı teslim etmek biraz zahmetli olabiliyor. Stefanos Samos’ta olmadığı halde zamanımız çok olduğundan bizim için sorun olmadı ama bir-iki günlük kiralamalarda zaman kaybı yaşanabilir.

Adada geçirdiğimiz 9 günde 500 km yaptığımız kırmızı Hyundai Getz’imiz de aşağıda. 9 günün sonunda epey tozlu tabii.

samos-araba

Evet, hazırlıklar böyle. Tatil planlandığına göre artık tatili yaşamaya başlayabiliriz.

Tatil Başlasın

Feribotumuz Kuşadası’ndan sabah 9’da kalkacağından, İstanbul’dan gece çıkıp sabah varmak bir alternatif. Ama çok yorucu olacağından biz bir gün önceden gidip şehir içinde ucuz bir otelde bir gece kaldık. Sabah aramamak için akşamdan Meander Turizm’in ofisini bulduk. Liman’ın girişine yaklaşık 50 m. kala sağda dışarıdan merdivenle çıkılan ikinci katta bir ofis. Bulması kolay. Ama akşamdan işlem yapmadılar. Sabah 8’de gelmemiz gerektiğini söylediler.

Aklımızdaki diğer bir soru da arabamızı Kuşadası’nda 9 gün için nereye bırakabileceğimizdi. Limana yakın bir takım otoparklar olduğunu duymuştuk. Hatta belediye’nin katlı otoparkı varmış, belediyenin sitesindeki zorla bulunan bilgiye göre gecelik 13 liraya araba bırakılabiliyormuş. Ancak biz kalacağımız oteli ayarlarken otel sahibine arabayı bir hafta için otelde bırakmak istediğimizi baştan söylemiştik. Otelin önü de gayet güvenli olduğundan rahatça arabamızı bırakıp taksi ile sabah 8’de Meander ofisine geldik.

Meander’in ofisi epey kalabalıktı. Bizim biletimize her şey dahil olduğundan, sıra bize gelince boarding pass’lerimizi aldık. İstanbul’da e-mail ile gelen biletimizden bir çıktı almış olduğumuzdan sorunsuzca işlemler yapıldı, gidiş dönüş kartlarımızı aldık. Diğer boarding alanlar kişi başı 10 € gibi ilave paralar verdiler. 8 buçuk gibi biletler elimizde limana geçtik.

Yurtdışı çıkış harç pulu limanda alınabiliyor. Bizim yanımızda vardı, direk pasaporta geçtik. Sonrasında limanda bekleyen teknemize geçtik. Burada önemli bir detay var. Kuşadası çıkış duty free mağazasındaki satıcı arkadaşlar size içki ve sigara satmaya çalışıyorlar. Alın, yanınızda dursun, otelde bırakırsınız diyerek ikna etmeye çalışıyorlar. Ancak sonradan yunan tarafı gümrük kontrolünde gördük ki, yunan gümrükçüleri çantaları açtırarak yanınızda içki veya sigara olup olmadığına bakıyorlar ve bazı yolcular bu konuda sıkıntı yaşadı. İyi ki biz almamışız. Zaten sonradan gördük ki Kuşadası giriş gümrüğünde sigara çıkışa göre daha ucuz. Çünkü Samos çıkış duty free çok ucuz.

Bundan sonrası 1,5 saat kadar süren bir tekne yolculuğu ve Samos limanına giriş. Samos limanı küçücük bir bina. Giriş işlemleri uzun sürebiliyor. Kuyruk uzun olduğunda dışarıda güneş altında sıra beklememek için gemi yanaşmadan çıkışa doğru yaklaşıp sıraya önden girmek lazım. Biz bu şekilde yapıp 15 dakikada dışarıya çıktık.

Çıktığımızda Hermes rent a car’dan Pepe bizi bekliyordu. Limanın içindeki otoparktan arabamızı bize teslim etti. Hermes’in ofisi adanın güney batısında Marathokampos civarında olduğundan, eğer ödeme yapacaksak oraya gitmemiz gerektiğini söyledi. Nakit ödeyecek olsak alırdı herhalde ama kredi kartıyla ödeyeceğimizi rezervasyonda söylemiştik. Bu durumda 1 saat yol gidip parayı ödememiz gerekiyordu. Ancak beklenmedik bir şekilde, Pepe parayı sonra ödeyebileceğimizi, arabayı alıp gidebileceğimizi söyledi. Bunu duymak bizi şaşırttı çünkü bir kağıt parçasına bir imza ile bize arabayı verdi ve gitti.

Arabamızı alınca limana çok yakın olan otelimizi bulduk. Check-in saatinden önce gelmiştik ama odamızı 10 dakikada hazırladılar. Cleomenis Hotel’i bir aile işletiyor. İki kardeş Timos ve Joanna her noktada güleryüzle size yardıma hazırlar. Joanna odamızı hazırlatırken Timos da bir ada haritası üzerinde nerelere gidelim, nerelerde yiyelim diye tavsiyelerde bulundu.

Odamız denize bakıyordu. Küçük bir balkona ve aşağıda gördüğünüz harika manzaraya sahipti.

samos-cleomenis

Otelden görülen plaj Gagou Beach. Şehir içinde kalanların yürüyerek ulaşılabildiği için çok tercih ettiği, taşlık bir plaj. Bir kez akşam üstü buradan denize girdik, fena değildi. Ayrıca epey kalabalık olduğunu söylemek lazım. Aslında girmedik dememek için girdik, çok da gerekli değildi.

Cleomenis Hotel’in kahvaltısında beyaz peynir, iki çeşit reçel, bal, salatalık, domates, meyve suyu ve çocuklar için ıvır zıvır var. Zeytin yok. Ayrıca her sabah yoğurt, tost ya da Türk kahvesi isteyip istemediğinizi soruyorlar. Yoğurtları çok lezzetli, kaşarlı tost güzel, Türk kahvesi ise aslında grek kahvesi ama gayet lezzetli. Otelde saç kurutma makinesi yok ama istersek Joanna’nın makinesini vereceklerini söylediler.

Otel çok temiz ve rahat. Çarşaf ve havlular mis gibi, güzel soğutan bir mini buzdolabı var. Duşu perdeli ve biraz dar hissettiriyor. İşletmeciler çok ilgili, sıcak, nazik, yardımsever ve tam gereken mesafede duran insanlar. İnternet sadece resepsiyon bölgesinde var, odada çekmiyor. Gece balkon kapısı açık yattık, aşağıdaki plajdan dalga sesleri bize kadar geliyordu. Çok rahat 3 gece geçirdik.

Sonraki 3 gecemizi geçirdiğimiz Paris Beach Hotel, Ireon’da. Ireon’a gitmek için Pisagor’u geçiyorsunuz, havaalanı yoluna giriyorsunuz, havaalanından 5 km kadar ileride köye giriyorsunuz. Düzenli bir köy. Yeni yapılanmış olduğu belli. Yakınında tarihi eserler olan bir bölge var. Paris Beach Hotel maalesef deniz kenarında değil ama denizin bir sokak üstünde. Derli toplu bir tesis. Odaları gayet yeterli, geniş bir balkonu var, banyosu eski biraz, klimalı, rahat yataklı. Buzdolabı mevcut. Saç kurutma makinası odalarda yok ama resepsiyondan istedik ve konaklama boyunca bizde kaldı.

Paris Beach’in kahvaltısı pek yeterli değil. Biraz kaşar peynir, hazır reçel ve tereyağ, salam mevcut. Biz ilk günden sonra karşıdaki marketten peynir ve domates aldık, buzdolabımız da olduğundan kahvaltıya indirip yedik, rahat ettik. Bu otelde 2 gece geçirdikten sonra bu tarafı beğendiğimiz için son iki geceyi de uzattık ve toplam 5 gecemizi burada geçirdik. Güleryüzlü ve yardımsever işletmecileri vardı.

Otellerimizi de anlattığımıza göre, adım adım anlatmayı bırakıp konu başlıklarına göre devam edeceğiz. Ama cep telefonu konusundan bahsedelim önce. Ada Türkiye’ye çok yakın olduğundan bir çok yerde Turkcell çekti. Vodafone ve Avea da şebeke listesinde görünüyordu, muhtemelen çeker. Samos merkezde çekmiyor ama kuzey sahilin yüksek kesimlerinde, doğu sahilde her yerde, güney sahilde ise bazen çekti. Biz 9 gün boyunca bir şekilde dolaşıma girmeden telefonla görüştük ve hatta bir çok yerde 3G interneti kullandık. Zaten neredeyse her yerde ücretsiz kablosuz internet olduğundan, rahatça haberleşebildik.

Plajlar

Adanın her tarafında çok güzel plajlar var. Her gün bir plaja gittik. İki kez gittiklerimiz de oldu ama neredeyse her tarafta denize girme şansımız oldu. Bir yerden sonra keşfetmeyi bırakıp bildiğimiz yerlere tekrar gitmeye başladık ve tekrarladığımız plajlar en sevdiklerimiz oldu.

Samos’ta plajlar bizdekinden farklı. Hiç bir plaja girerken para istenmiyor. Otoparklar da bedava. Sevilen plajlarda şezlong, şemsiye, duş, tuvalet ve kabin bulunuyor. Eğer yanınızda şemsiyeniz varsa adanın her yerinde rahatça denize girebilirsiniz. İki şezlong ve bir şemsiye için istedikleri para 5 €. En pahalı yerde ise 6 €. Bazı yerlerde deniz kenarı tavernalarının kendi şezlongları var. Bunlardan para istemiyorlar ama bir şeyler yiyip içiyorsunuz. Aslında isterseniz içiyorsunuz çünkü gelip de soran kimse yok. Paralı yerlerde de bir ara birisi gelip parayı kibarca istiyor. Tepenizde dikilen satıcılar yok anlayacağınız.

Gittiğimiz sıraya göre plajları anlatalım.

Livadaki

Samos’tan kuzeye doğru, yani feribotun geldiği tarafa doğru giden yolu takip edip, küçük yarımadanın diğer tarafına geçiyorsunuz. Agia Paraskevi’ye gelmeden az önce sola giren toprak bir yoldan bir kilometre kadar gidince Livadaki’ye ulaşıyorsunuz.

samos-livadaki

Gördüğünüz gibi dağların arasında kalmış müthiş bir koy. Plaj ve dibi kum. Ancak biz gittiğimizde çok rüzgarlıydı. Deniz korunaklı olduğundan fazla dalga yok ama plaj vadi içinde kaldığından rüzgar kıyıda epey rahatsız ediciydi. Bu plajın resimlerine gitmeden önce çok bakmıştık ve gitmek istemiştik ama yorucu seyahatin ardından bu rüzgarda kalmak istemediğimizden burada denize giremedik. Rüzgarsız bir günde harika olacağından eminiz.

Agia Paraskevi

6-7 aile şeklinde yaklaşık 20-30 kişinin olduğu, sakin bir plaj. Plajdakiler belli ki köy halkı. Aralarında konuşuyorlar, hepsi birbirini tanıyor, çocuklar beraber oynuyor.

samos-agia-2

Sahilde 10-15 şezlong ve 8-10 tane plastik sandalye var. Şemsiye yok ama ağaçlar şemsiye görevi görüyor. Bu ağaçlardan neredeyse her plajda görebilirsiniz. Sanki bilerek dikilmiş gibi hepsi olgun ağaçlar ve gölgeleri plaja düşüyor. Şezlonglar için kimse para istemedi. Biz önce birer sandalyeye oturduk sonra şezlong boşalınca güzel bir ağaç altına yerleştik.

samos-agia-3

Plajın hemen arkasında 2-3 tane taverna var. Bunlardan birindeki yaşlı bir amcadan iki frappe aldık, toplam 3 €. İşin güzel yanı, plajdan Turkcell çekiyordu. Hatta 3G çekiyordu. Telefon görüşmelerimizi bile yaptık. Arada kesilse de, ilk günden sanki Türkiye’deymiş gibi rahat ettik. Kitabımızı okuduk, instagram’a fotoğraf yükledik. Şahaneydi.

Gelelim denize. Plaj küçük çakıl taşlı. Deniz ayakkabısı gerekmiyor. Deniz tabanı ise girişte çakıllı sonrası kum. Şnorkellerimizi takıp denize dalınca müthiş bir denizle karşılaştık. Çok uzun bir görüş mesafesi olan pırıl pırıl bir deniz. Bir çok balık, çok az bitki ve sol taraftaki kayalık bölge bizi çok sevindirdi.

samos-agia-1

Plajın sağ tarafındaki korunaklı nokta doğal bir balıkçı barınağı olmuş. Plaj kısmı 3-4 metre kadar ama çok rahat ve huzurlu bir plaj. Bizden başka turist olmadığını yerli halkın bize bakışlarından anladık. Burası henüz fazla kişinin keşfetmediği sakin ve huzurlu bir plaj.

Sidera

Adanın güney doğu tarafında. Bu tarafta Kerveli, Sidera, Posidonio ve Klima koyları var. Samos’tan Pisagor’a giderken kesinlikle kaçırmayacağınız 8 şeklindeki çift göbekten Paleokastro köyüne doğru dönüyorsunuz. Köyü geçtikten sonra ilk olarak Kerveli koyuna bir kavşak var. Bir kere gittik, Agia Paraskevi’ye benzeyen ağaçlı bir plajı var. Biz gittiğimizde çok kalabalıktı geri döndük.

Yola devam edip Posidonio’ya varmak üzereyken sola doğru Sidera tabelasını gördük.

samos-sidera-2

Merakımızdan girdik ve sadece 2 turist kadın, bir araba, bir de motorsiklet olan müthiş bir koyla karşılaştık. Burası bir plaj değil. Şezlong ya da şemsiye yok. İki tane ağaç var, onların altı da doluydu. Hemen arabamızı park edip kendimizi suya attık.

samos-sidera-3

Buranın da plajı küçük çakıl. Ama denize girişte büyük taşlar başlıyor ve deniz de kayalık. Deniz ayakkabısı işe yaradı. Çok temiz ve pırıl pırıl bir deniz. Muhakkak gidip denize girmek lazım ama zaman geçirmek için ideal değil. Biz denizdeyken iki üç araba daha geldi. Bu arada denizden dalgıç kıyafeti ve zıpkınıyla bir adam çıktı. Meğerse motorsikletin sahibiymiş. Torbasında bir çok balık vardı.

samos-sidera-1

Biz gölge bulamadığımızdan burada kalmadık. Tam çıkacakken yerli olduğu çok belli olan bir amca, en az 30 yaşındaki arabasıyla geldi, arabayı camlar kapılar açık bıraktı, hop denize daldı. Biz giderken hala denizdeydi. Eminim her gün gelip serinleyip gidiyordur.

Posidonio

Burası Türkiye’ye en yakın köy. Güzelçamlı’nın karşısı neredeyse. Geniş ve korunaklı bir koy, bir çok yat parketmiş durumda. Adanın hiç bir yerinde bu kadar yat görmedik. Vardır bir hikmeti.

samos-poseidon-2

Kıyıda bir kaç taverna var. Deniz kum ve sığ göründü. Sidera’dan yeni çıktığımız için ve Klima koyunu merak ettiğimiz için burada denize girmedik. Ama köyden çıkıp Klima plajına gitmek için yukarıya çıktığımızda şu muhteşem manzarayla karşılaştık.

samos-poseidon-1

Arkadaki dağlar Türkiye. Turkcell tabii ki çekiyordu, instagram‘a bir resim daha gönderiverdik.

Klima

Posidonio’ya inerken sağda, bizim gibi çıkarken solda Klima tabelası var. Bu yolun sonunda harika bir plaja geliyorsunuz.

samos-klima-2

Girişte sol taraftaki tavernanın adı Kaduna. Taverna Kaduna’nın kendi otoparkı var ve şezlong, şemsiye ve duş ücretsiz. Elbette gölge ağaçları yine var ama öğleden sonraya kadar gölge yapamıyorlar ve şemsiye gerekiyor. Plaj iri taşlardan oluşuyor. Deniz ayakkabısı olmadan denize girmek zor oluyor. Denize girdikten sonrası kum ve şnorkel için müthiş bir yer. Yine uzun bir görüş mesafesi, sol tarafta kayalıklar, bol balık, az bitki.

samos-klima-1

Taverna Kaduna’nın ahşap bir iskelesi var. İlk gittiğimizde bir yat bağlıydı. İkinci gidişimizde iki yat daha gelmişti ve üçü de Türk tekneleriydi. Türklerin çok geldiği bir yer olduğu belli ve konuşurken dikkat etmek gerekiyor. Taverna’nın şahane yemeklerinden ileride bahsedeceğiz ama yemek yerken kablosuz internet şifresini de aldıktan sonra bu plajda zaman geçirmek çok keyifli oldu. Turkcell plajın sağ tarafında çekiyor ama Kaduna tarafında ara sıra çekiyor, çok da sağlıklı değil. İki kez gittiğimiz bu plajda çok rahat ettik. Deniz ayakkabısıyla uğraşmadan iskeleden denize atlamak çok keyifli ama çıkarken yine de terlik gerekiyor. Birisi önden çıkacak mecburen.

Kokkari

Samos’tan batıya giden yol sizi adanın kuzey sahillerinin tümüne götürüyor. Yol sahilden gidiyor. Müthiş manzaralar ve koylar eşliğinde seyahat ediyorsunuz. Kuzey taraf daha çok rüzgar alıyor. Bu nedenle bu tarafta korunaklı koylar birer plaj olmuş. Samos körfezinden çıkınca Kedros Beach’i göreceksiniz. Buraya girdik ama rüzgar fazlaydı ve durmadan devam ettik. Biraz daha ilerleyince Kokkari’ye geldik.

samos-kokkari-4

Kokkari bu tarafın en popüler köyü. Bir çok otel, pansiyon, taverna bulunan şirin bir yer. Samos’a göre daha sakin ama daha turistik. Köyün içinde, denize paralel yol üstünde bir park yeri bulduk. Aslında adada en az park yeri Kokkari’de var galiba. Deniz kenarına indik, taşlık bir plajla karşılaştık. Datça, Palamutbükü’nün kalabalıklaşmış hali gibi. Denizi de çok benziyor. Bir çok şezlong ve şemsiye kiralayan var, fiyat 5 €. Diğer yandan burada çok turist var ve genelde bir çok kişi plaja havlu seriyor. Biz de denize girip devam etmeyi planladığımızdan havluları atıp denize daldık.

samos-kokkari-1

İşte tam buradan girdik. Deniz şnorkel ile burada göründüğünden daha güzel. Çok uzun bir görüş mesafesine sahip ve bol balık var. Denizdeki kayanın üstünden atlayan çocuklar çok eğleniyorlardı. Özellikle buranın sağ tarafındaki şu küçük koyda çok fazla balık vardı.

samos-kokkari-3

Rüzgar sakinlediğinden dalga azdı ama yine de denizde bir kaç sörfçü vardı. Sörf yapmak için uygun bir yer Kokkari. Asıl sorun ise denizin soğuk olması. Sanki plajın bu tarafında denizde su kaynağı varmış gibi, özellikle denizin dibi çok soğuktu. Çok fazla vakit geçirmedik ama bir çok güzel restoran ve taverna olan, tertemiz denizi olan çok güzel bir yer.

samos-kokkari-2

Kokkari’den batıya doğru devam ederek Karlovasi’ye gidiliyor. Bu yol üzerinde Kokkari’yi hemen geçince Tsamadou ve Lemonakia gibi bir çok müthiş koy var.

samos-gidilmeyen-plaj-2

Biz bu taraftaki bir kaç köyü ziyaret ettiğimizden ve adanın kuzeyini bitirmek istediğimizden bu koylarda duramadık.

samos-gidilmeyen-plaj-1

Duramadık ama aklımız da bu koylarda kalmadı değil. Yine de daha sonra anlatacağım köylere gittiğimiz için pişman değiliz, deniz her yerde güzel.

samos-gidilmeyen-plaj-3

Potami Beach

Kuzeydeki yolun sonunda Karlovasi kenti var. Burası adanın en büyük liman şehri. Araba ve TIR taşıyan feribotlar buraya yanaşıyor. Yakınlardaki adalara gitmek isterseniz buradan kalkan feribotları kullanmanız gerekiyor. Çok kalabalık bir şehir değil ama epey büyük. Şehrin girişinde bir çok plaj var. Yerli halk şemsiye ve sandalyelerini alıp denize gelmişler. Deniz pırıl pırıl. Ama asıl güzellik yolun sonunda.

Karlovasi limanının içinden geçip devam ettiğinizde tepeye çıkan yolun en sonunda Potami plajına geliyorsunuz. Biz asfalt yolun bittiği yere kadar gittik.

samos-potami-1

Bu plajda turist pek yoktu. Genelde yerli halkın bulunduğu bu plajda şemsiye, şezlong yok. Herkes kendi eşyasını getirmiş. Plaj ince çakıl, giriş biraz taşlı ama girdikten sonrası muhteşem. Biz en soldaki kayalıkların yanından denize girdik.

samos-potami-2

Şu görülen tepenin dibi tam bir şnorkelci cenneti. Bir anda derinleşen bir deniz, bol balık, berrak su. Ama asıl güzellik bu kayanın arkasında. Kayayı takip ederek bir arkadaki koya geçtik. Yol üzerindeki deniz altı çok güzeldi. Ama arkadaki koy inanılmaz güzellikte. Yaklaşık 7-8 metre derinlikteki suyun dibi kum. Su çok berrak. Çok uzak mesafeler görülebiliyor.

Burada bugüne kadar gördüğümüz en büyük levrek sürüsünü gördük. Epey büyüklerdi ve en az 50-60 tane levrek vardı. Maalesef suya girerken sualtı fotoğraf makinamızı yanımıza almamıştık ve fotoğraf çekemedik. Bütün adada girdiğimiz en berrak ve keyifli denizdi.

Psili Ammos

Artık adanın güney tarafındayız. Burası aslında Klima koyunun biraz batısında kalıyor ama aralarında yol yok. Biz buraya Ireon’daki otelimize yerleştiğimiz gün gittik. Pisagor’dan Samos’a doğru giderken, denizden bir kaç kilometre uzaklaşınca sağdan Mykali yoluna giriyorsunuz, bu yolu deniz sağınızda kalacak şekilde takip edin, yolun bittiği yer Psili Ammos. Sağda solda ufak tabelalar görürsünüz zaten.

samos-psiliammos-2

Psili Ammos sahiline kadar arabayla inebilirsiniz. İndiğinizde sol köşedeki restoranın arkasında ücretsiz otopark var. Sahilde bolca şezlong, şemsiye var. Standart fiyat, iki şezlong ve bir şemsiye 5 €. Birden fazla şemsiyeci var, biz girişteki mavi şemsiyeleri kullandık. Duş, kabin ve tuvalet var. Duşu kullanırken dikkat edin, önce suyu biraz akıtın çünkü duş başlığında arılar var ve sokabiliyorlar (başımıza geldi). Sahil tümüyle ince kum ve deniz oldukça sığ. Çocuklar için şahane bir yer. Dilediklerince denizde oynayabilirler, derine gitme riskleri neredeyse yok.

samos-psiliammos-3

Deniz 50 m. kadar gidince derinleşiyor. Kayalık olmadığından şnorkel için çok uygun değil. Ama girişi kum olan bir deniz için oldukça berrak, bol balık var.

samos-psiliammos-1

Karşı dağlar Kuşadası Milli Parkı. Plajın biraz açığında küçük bir ada var. Yüzerek gidilecek mesafede. Ancak adaya giderken ciddi bir boğaz akıntısı var. İyi yüzme bilen için sorun olmuyor ama boşuna enerji harcatıyor. Biz yarı yola kadar gittik, baktık ki deniz dibi renklenmiyor, geriye döndük.

Limnionas

Artık adanın en merak ettiğimiz güney batısına geçme zamanı geldi. Güney doğudaki Pisagor ve Ireon’dan günay batıdaki Marathokampos tarafına geçmek için aradaki yüksek dağları aşmanız gerekiyor. Marathokampos deniz kenarı değil, oraya gitmedik. Ama Kampos Marathokampou, Ormos Marathokampou gibi hemen önünde deniz kenarında bir çok ona benzer yer olduğundan, bu bölgeye biz Marathokampos dedik. Ireon’dan bu tarafa geçmek yaklaşık 45 dakika sürüyor. Keyifli bir dağ yolundan geçiyorsunuz.

Bu taraf turistik bölgelere daha uzak olduğundan daha sakin. Sahiller yüksek Kerkis dağının eteklerinde. Yan yana bir çok plaj mevcut, hepsinin denizi şahane görünüyordu. Hatta bu tarafta da bir Psili Ammos var. Bu da kumsal ama daha kızıl bir kumu var. Biz haritadan Limnionas koyunu gözümüze kestirdiğimiz için oraya kadar gittik. İyi ki de gitmişiz.

samos-limnionas-2

Yukarıda gördüğünüz gibi sakin ve pırıl pırıl bir denizi var. Şezlong fiyatı tipik 5 €. Biz resimdeki kırmızıları kullandık. İleride bir taverna vardı, orası arabaya biraz uzaktı ve bu tarafta kayalık bir kısım olduğu için biz elbette bu tarafı tercih ettik.

samos-limnionas-1

Bu kayalık taraf çok güzeldi. İlk köşenin ardında bir koy daha var. Karşı duvarın altı çok renkliydi. Arada yüzen bir kaç kişi haricinde sessiz, sakin huzurlu bir yer burası. Aslında bu koydan daha ileride bir kaç koy daha var ama biz artık neredeyse her yerde denize girmiş olduğumuzdan biraz dinlenip kitap okumayı tercih ettik.

Bu arada, daha önce Psili Ammos’ta gördüğümüz seyyar meyve satıcısı buraya da geldi. “Very good cherry, cherry is very good” diye hoparlörden seslenen bu amca anladık ki adayı dolaşıyor. Eskiden bizim sokaklardan geçen seyyar satıcıları anımsattı bize. Psili Ammos’ta aldığımız gibi burada da nektar ve kiraz aldık. Kiraz gerçekten çok güzeldi. Meyveler çok lezzetli adada.

samos-cherry

Adanın bu tarafı bize biraz renksiz geldi. Deniz çok güzel ama yol epey uzun. Pisagor tarafından git gel yapılacak gibi değil. Bu tarafta kalmak iyi bir fikir ama biz diğer taraftan memnun kaldığımız için tekrar bu tarafa gelmedik. Dönüşte arabamızı kiraladığımız Stefanos’a uğradık, arabayı aldığımızdan tam 5 gün sonra tanıştık ve kira bedelini ödedik. Büyük rahatlık.

Pappa Beach

İşte adanın bizce en güzel plajı.

samos-pappa-4

Ireon balıkçı barınağını geçtikten sonra asfalt yol bitince soldan yaklaşık 900 m sonra Pappa Beach’e geliyorsunuz. Tabelalar yönlendiriyor. Kayalık bir bölgede teras teras hazırlanmış bir tesis.

samos-pappa-3

İki koydan oluşuyor. Biz ilk koyu tercih ettik. Çam ağaçları altında her çift için neredeyse ayrı bölümler yapılmış. Her şey düşünülmüş burada. Deniz kayalık ve eğer deniz ayakkabınız yoksa kadın ve erkekler için bir çok ayakkabı mevcut. Kullanıp geriye bırakabiliyorsunuz. Deniz yatağı ve palet bile var. Havlu asmak için ipler ve mandallar bile düşünülmüş.

samos-pappa-5

Burada şezlong daha pahalı, 6 €. Her şemsiyenin bir numarası var. İstediğiniz yere oturuyorsunuz. İsterseniz tavernada yemek yiyebilir ya da içeceğinizi alıp yerinize geçebilirsiniz. Sadece şezlong numaranızı soruyorlar. Akşam çıkarken numarayı söyleyip hesabı ödüyorsunuz. İşletmecisi çılgın ve çalışkan bir kadın. Çok eğlenceli bir ekipler. Şarkılar söyleyip oynayabiliyorlar. Her gidene teşekkür ediyorlar, hesabı aldıktan sonra soğuk bir su ve şeker veriyorlar. Adada en keyif aldığımız yer burası oldu.

samos-pappa-1

Bu koyda hep düz taşlar var. Bu taşların her tarafta üst üste dizildiğini görüyorsunuz. Denizin ortasındaki kayalıkların üstü bile taş dolu. Kendinizi tutamayıp siz de taş diziyorsunuz ama mevcutlar kadar güzel yapmak pek mümkün değil elbette.

samos-pappa-2

Deniz çok temiz, kayalık ve deniz ayakkabısıyla girmek lazım. Denizin içi çok renkli ve bol balıklı. Burada küçük bir mürekkep balığı bile gördük. Denizin suyu ılık, bazen Turkcell de çekiyor. Biz burayı çok sevdik ve son iki günümüzü burada geçirdik. Doya doya yüzdük ve dinlendik.

Köyler

Adada bir çok köy ve kasaba var. Bazılarından plajlarda bahsettik. Deniz kenarındaki adaları her türlü görürsünüz. Ancak dağ köylerinden Manolates ve Ampelos görülesi köyler. Manolates’ten herkes bir şekilde bahsediyor ama Ampelos’u biz daha çok sevdik. Bahsetmediğimiz kasaba ve köylerden de biraz bahsedelim.

Samos (Vathi)

Adanın başkenti. Büyük bir körfeze yerleşmiş korunaklı bir limanı var. Sahilde otel ve restoranlar var. Orta büyüklükte bir çarşısı ve mağazaları var. Geceleri restoranlar ve meydanlar doluyor, gündüz sakin. Deniz kenarı ama denizden biraz kopuk. Önündeki liman sevimsiz ve sanki deniz kasabası gibi değil. Deniz yoluyla gelirseniz zaten göreceksiniz.

Pisagor (Pythagoreio)

Pisagor’un doğduğu köymüş. Bizim tatil kasabalarını andıran küçük bir limanı var. Datça limanına benziyor biraz. Kısa bir sahil şeridi var. Limanda bir çok Türk teknesi var. Limanın bir ucundaki Pisagor anıtında neredeyse herkes bir fotoğraf çektiriyor.

samos-pisagor-1

Anıta giderken restoranların önünden geçiyorsunuz. Köyde bol Türk turist var. Sahile dik inen bir sokak var, tüm dükkanlar bu sokakta. Ara sokaklar daha dolmamış. Aralarda bir kaç güzel restoran var ama asıl liman sıra sıra restoran dolu.

samos-pisagor-2

Balıkçı kayıklarının renkleri çok dikkat çekici. Çok sevimli görünüyorlar. Karşıdaki tepede güzel bir kilise ve kale kalıntıları var. Pisagor’un 2 km kadar yukarısında Eupalinos Tünel’i var. Bu tünel antik çağlardan kalma bir su kanalı. Görmeye gittik ama maalesef restorasyona almışlar, göremedik. Umarız siz gittiğinizde açık olur.

Manolates

Daha önce bahsettiğimiz Kokkari’yi geçtikten 8-10 km kadar sonra sola doğru Manolates tabelasını görürsünüz. Sahil yolundan ayrılır ayrılmaz yüksek çam ağaçları altında dik bir yola giriyorsunuz. Dağa yaklaşık 3 km kadar bu muhteşem yoldan tırmanıyorsunuz ve köye varıyorsunuz. Çok güzel manzarası olan çok eski bir köy. Güzel bir yer ama fazla turistik. Çok güzel el yapımı seramik ürünler var ama epey pahalı. Sokaklarda dolaşıp indik, bize fazla turistik geldi.

Ampelos

Manolates’ten indikten sonra Karlovasi yönüne 3-4 km kadar gidince sola doğru Ampelos tabelasını görürsünüz. Döne döne dağa tırmanan yol 4-5 km kadar. Üzüm bağları arasından yukarı çıktığınızda muhteşem manzaralı bir köye geliyorsunuz. Köy meydanından yukarıya doğru sokak aralarında dolaştığınızda, Manolates’ten daha doğal bir köy yaşamı görüyorsunuz. Görmeniz gereken bir yer.

Buraya kadar bahsedilen plajları ve dağ köylerini aşağıdaki harita üzerinde görebilirsiniz. Yer işaretlerine tıkladığınızda yazının ilgili bölümüne gidebilirsiniz. Bu kadar uzun bir yazıda okuyana yardımcı olmak lazım.

[geo_mashup_map]

Yeme-İçme

Geldik yazının son bölümüne. Yunanistan ile ilgili en güzel şey yemekleri. Sadece deniz ürünleri değil, sebzeler, meyveler de çok lezzetli. Soğan bile lezzetli. Yunanistan ile ilgili en güzel şeylerden birisi de, nerede yerseniz yeyin, neredeyse her yerde yiyecekler aynı fiyata. En fazla 1 € fark ediyor. Mesela ahtapot salatası her yerde 7,5 ile 8,5 € arası. Yunan salatası 3,5 ile 4,5 € arası. Kalamar 8 ile 9 € arası. Dolayısıyla beğendiğiniz yerde oturup rahatça yemek yiyebiliyorsunuz. Zaten her restoranın önünde menü var, rahatça fiyatlara bakıp kazık yeme tehlikesi olmadan oturup yemeğinizi yiyebiliyorsunuz.

Elbette adada 9 gün geçirince bir çok yerde yemek yedik. Neredeyse hepsi de çok lezzetliydi. Nerede ne yediğimizi anlatmayacağım ama genelde deniz ürünleri yediğimizi söyleyeyim. Bizim için ahtapot hep peşinde koştuğumuz bir lezzet. Halkidiki’de yediğimiz ahtapotun hayaliyle geldiğimiz adada maalesef istediğimiz lezzeti bulamadık çünkü burada ahtapotları güneşte kurutuyorlar.

samos-ahtapot

Bu şekilde hazırlanan ahtapot daha sert oluyor. Gerçi daha yoğun lezzetli oluyor ama biz bu şekilde hazırlanmasından hoşlanmadık. O nedenle ahtapotu hep salata şeklinde yedik. Ama kalamar hem kızartma hem de ızgara olarak çok lezzetliydi.

İçeceklerden tabii ki öncelikle Uzo bol bol içiliyor. Samos’ta üretilen Frantzeskos çok lezzetli. Her restoranda 20 cc’lik şişelerden 4-5 €’ya alıp keyifle içebilirsiniz. Yalnız burada suyu ayrıca satın almanız gerekiyor. Adanın asıl güzelliği ise şarapları.

Her restoranda beyaz ev şarabı (house wine) mevcut. Yarım litresi 3,5 ile 4,5 € arası. Bize hep yetti ama isterseniz 1 lt de alabilirsiniz. Ev şarapları çok lezzetli ve aroması çok güzel. Bunun en büyük sebebi şarapta kullanılan misket (muscat) üzümü. Samos bu üzüm ve şaraplarıyla dünyaca ünlüymüş. Bir şarap kooperatifi kurmuşlar ve restoranlar da buradan alıyor şarabı.

Muscat üzümünün en lezzetlisi ise yukarıda bahsettiğim Ampelos köyünde yetişiyor. Ampelos’ta içtiğimiz house wine diğerlerinden çok farklı ve çok güzeldi. Hatta ikinci kez gittiğimizde köyden aşağı inerken bağ bozumuna denk geldik, köylülerden üzüm istedik, bize bir kucak dolusu üzüm verdiler. Bu kadar aromalı bir üzüm yememiştik. Şansımıza adadaki son günümüze denk geldiği için çantamıza attık ve İstanbul’a kadar üzümleri bozulmadan getirebildik.

Gelelim nerelerde yemek yediğimize. Samos’ta Taverna Artemis’e gittik. Limandan inince sol tarafta. Deniz ürünleri gayet lezzetliydi, tavsiye ederiz.

Daha önce bahsettiğim Klima plajında Taverna Kaduna’da iki kez yedik. Yediğimiz her şey çok lezzetliydi. Tabii ki ahtapot ve kalamar yedik.

Pisagor’da Trata Taverna’da yedik. Limana indiğinizde sol taraftaki sıra sıra restoranlar bitince yol devam ediyor. Liman dışına çıktığınızda Remataki plajı kenarında kumun üstünde tahta masalarda oturulan ilk taverna. İki kez gittik, çok memnun kaldık, deniz ürünleri ve mezeleri harika. Yeni Rakı bardağında Uzo içebilirsiniz. Yemekten sonra ev şarabı veya Uzo ikram ediyorlar. Çalışanlar çok sıcak, kesinlikle gidilmesi gereken bir yer.

Yine Pisagor’da sahile inen sokak üzerinde sağ tarafta sokak içinde bulunan ve Genteki Greek Cousine isimli, sokakta oturulan bir restoranda çok lezzetli soslu biftek yedik. Yanında da mürekkep balığı yedik. Değişik bir lezzetti, denemeniz lazım. Çalışanlar çok sıcak, zamanınız varsa gidin bizce.

Ampelos köyünde meydana girerken sağdaki Nenedes Taverna’da kesinlikle keçi pirzola yiyin, pişman olmazsınız. Buradaki grek salatası da diğer her yerdekinden daha lezzetli. Şarabından yukarıda bahsetmiştim, muhteşem.

Limnionas’ta Balcony to the Aegean Sea adlı tavernada yedik, pek güzel değildi, tavsiye etmiyoruz.

Diğer yediklerimiz standart güzel yemeklerdi. Genel olarak yediğimiz hiçbir yerden mutsuz ayrılmadık. İki kişi yediğimiz içtiğimiz ne olursa olsun, 25 ile 35 € arasında bir hesapla kalktık.

Son Söz

Biz Samos’a bayıldık. 9 gün boyunca hiç sıkılmadık ve çok rahat ettik. Türkiye’de gittiğimiz yerlerde arabayı parketme, plajda yer bulma, ne yiyeceğimize karar verme, kazıklanmaktan endişe etme gibi konular hiç dert olmadı. Milli park, özel plaj gibi giriş ücreti isteyen hiç bir yer yok. Her yer halka açık. İsteyen şezlong kullanıyor, isteyen plaja havlu seriyor. Gürültü, patırtı yok, halk sakin, mutlu ve güleryüzlü. Herkes yardımsever. Türkleri seviyorlar, Türkçe bilen bile çıkabiliyor. Hatta bize Yeni Rakı ikram eden bile oldu.

[efb_likebox fanpage_url=”negordumcom” box_width=”600″ box_height=”” locale=”tr_TR” responsive=”1″ show_faces=”1″ show_stream=”0″ hide_cover=”0″ small_header=”0″ hide_cta=”1″ ]

 

Dönüş feribotu akşam saat 5’te. Saat 4’e kadar gümrük kapıları açılmıyor. Gümrük işlemleri kısa sürüyor ama kalabalık olunca herkesin geçmesi zaman alıyor. Kuşadası’na geldiğinizde ise gümrükte epey sıra bekliyorsunuz, acele etmekte fayda var. Sonrası klasik kalabalık, korna sesleri ve telaş…

Gürkan, Temmuz 2014.

Yunanistan ile ilgili diğer yazılarımıza da göz atmak isterseniz buyrunuz ⇒ Yunanistan Yazıları