gu tarafından yazılmış tüm yazılar

Darlık Baraj Gölü | Şile

Yine bir hafta sonu, yakınlarda bir orman bulup nefes alsak diye yollara düştük. Aklımıza önce şurada anlatmış olduğumuz Aydos geldi ama oraya yeni gitmiş olduğumuz için direksiyonu Şile’ye çevirdik. Darlık baraj gölünün kenarında bir yürüyüş yolu olduğunu duymuştuk ve baraj bentinin bulunduğu Korucu köyüne doğru yola çıktık. İstanbul’dan ve hafriyat kamyonlarından uzaklaştıkça zaten yol güzelleşiyor, bir de köylere doğru ayrılınca hep özlediğimiz ağaçlarla karşılaştık.

Yol üzerindeki birkaç köyü geçtikten sonra Korucu köye vardık ve biraz dinlenmek için köy camisinin bulunduğu meydanda soldaki kahveye oturduk. Kahvenin sahibi de köyün muhtarı çıkınca, çaylarımızı içerken göl kenarına nasıl gidileceğini de öğrenmiş olduk.

Aslında oldukça basit, yukarıda gördüğünüz gibi köyden düz devam edince karşınıza çıkan İSKİ baraj girişinden sola dönüyorsunuz. Zaten başka yol yok. Biraz ileride asfalt yol bir tepeyi geçince toprak yola dönüşüyor ve baraj gölü sizi karşılıyor.

Toprak yoldan arabayla rahatça ilerlemek mümkün. Normal bir binek arabadan bahsediyorum. Yol genelde oldukça düzgün ama yağmur sonrası kayganlaşabilir.

Ancak bazı noktalarda bozuk kısımlar var ve özellikle içinde ne işe yaradığını bilmediğimiz vana benzeri ekipmanların bulunduğu beton kapakların bazıları yerinden oynamış olduğundan dikkat etmek gerekebilir.

Biz zaten yürümek için geldiğimizden uygun bir yere arabamızı parkedip yürümeye başladık. Sonbaharın tonları ile yeşilin canlılığı hemen etrafımızı kapladı.

Biraz ilerleyince sağ tarafta göl kenarına inen yolun ilerisinde birçok aracın parketmiş olduğunu ve aşağıda bolca kamp çadırı olduğunu farkettik. Yürüyüşe devam ettiğimiz için kampçıların yanına inmedik ama bazılarıyla yürürken karşılaştık.

İlerledikçe gölü ve kampçıları başka açılardan da görebildik. Muhtar bize yaz aylarında gölde yüzenler olduğundan da bahsetmişti, gerçekten özellikle kamp yapanların olduğu bölgede göle girilebilecek bolca nokta bulunuyor. Yine de biz söylemiş olalım, baraj göllerinde yüzmek her zaman yasaktır, burada da öyle ve gerçekten tehlikeli olabilir, dikkat etmek lazım.

Yürüyüşe devam ettikçe orman daha da sıklaşıyor ama yol hep temiz ve konforlu. Az ileride yol çatal olunca biz sağa doğru gölün kenarını takip ederek gitmeyi tercih ettik. Sol tarafı da merak etmedik değil ama artık bir sonraki sefere.

Ormanda gözlerimiz dağ çileği aradı ama maalesef bulamadık. Bunun yerine bazı noktalarda az da olsa böğürtlen bulduk. Gelen giden biraz fazla olsa eminim bunları da bulamazdık.

İlerledikçe yeşilin şiddeti daha da arttı. Sağa sola orman içine giren bazı patikalar da bulunuyor ama oralarda yürümek için daha donanımlı olmak lazım, bizim gibi günlük kıyafetlerle gelenlere uygun olmaz.

Yavaş yavaş yürüyerek manzaraya çok hakim olan bir tepeye varılıyor. Burada da kamp yapanlar vardı ve oldukça da keyifli görünüyorlardı.

E şu manzaraya karşı oturup semaverden çay içmek kesin çok keyiflidir. Kamp sevenlerin buraları çok beğeneceklerinden eminim.

Yoldan pek araç geçmediğinden sarkan dallar rahat rahat gelişmiş. Bu durum yürüyüşü daha da keyifli hale getiriyor.

İlerledikçe daha dik yamaçlardan yürüyorsunuz ve ağaçlar müsaade ettiğinde göl görünüyor. Göl ile çok içi içe olmayan ama uzağında da kalmayan bir parkur.

Biz çok fazla yorulmadan yürüyüşümüzü tamamladık. Bu parkurdan biraz batısında kalan Saklıgöl’e geçiş olduğundan bahsedenler var ama biz denemedik. Dönüş yolunda bir de şansımıza taze nane bulduk, mis gibi oldu.

Şile uzak gibi görünse de yaz ayları haricinde yolu kalabalık olmadığından rahatça gidip gelinebiliyor. Biz açıkcası bu kadar sakin ve rahat bir orman yolu beklemiyorduk, arada sırada gitmeye karar verdik. Bizce siz de gidin.

Gürkan, Ekim 2018

Filibe

Sadece 450 kilometre uzakta. İstanbul’dan Ankara’ya gider gibi Filibe’ye gidebilirsiniz. Sınır geçişi olmasa kendinizi Türkiye’de bile hissedebileceğiniz kadar yakında olan bu şehire Sofya‘dan dönerken uğramıştık. Sofya yazımızda da anlattığımız gibi Bulgaristan’a arabayla gitmek için Kapıkule sınır kapısını kullanmanız gerekiyor. (Arabayla yurtdışına nasıl çıkabileceğinizi de şuradaki yazıdan detaylı bir şekilde öğrenebilirsiniz.) Sofya dönüşünde 2-3 saat geçirebildiğimiz Filibe’ye daha sonra hafta sonu için tekrar gittik. Bu iki gezide gördüklerimizi aşağıda bulabilirsiniz.

Öncelik şehrin tam göbeğinde bulunan Cuma Camii’nde. 1364 yılında 1.Murad tarafından yaptırılmış olan cami hala kullanılıyor ve çok iyi durumda.

Caminin altında müftülük bulunuyor. Her iki cephesinin de şehrin alışveriş caddesinde çok önemli bir yeri var.

Caminin içi ise bir başka güzel. Bilirsiniz camilerin pek süsü olmaz, bu cami de aslında oldukça yeni durumda görünüyor ama sol arkadaki şahane ahşap işçiliği gibi gizli detayları var.

Caminin üzerinde bulunduğu cadde araç trafiğine kapalı. Camiden çıkıp yukarıya döndüğünüzde antik stadyum ile karşılaşıyorsunuz. Bu yapı 1923 yılında keşfedilmiş ve büyük kısmı binaların altında. Küçük bir kısmı restore edilebilmiş ve gezilebiliyor. Zamanında 30 bin kişi alabilen bir yapıymış.

Caddenin yukarısında büyük mağazalar var. Bu tarafta cadde daha geniş ve nispeten daha sakin.

Stadyumdan aşağıya, şehrin ortasından geçen Meriç nehrine doğru giden tarafta ise daha küçük mağazalar var ve burası daha kalabalık.

Bu bölgeden eski şehre doğru giden sokaklar kafeler ve barlarla dolu. Oldukça canlı bir bölge ve geçerken uğrayanlar için kapasitesi az olsa da bir iki otopark bulunuyor. Az sonra anlatacağımız eski şehire girmeden arada kalan bölgedeki binaların pek bir özelliği olmadığından bazı süslemeler yapılmış.

Bu tarafta bir ara sokakta aşağıdaki güzel kiliseyle de karşılaştık. Filibe’nin tipik yapılarından farklı olduğu için paylaşmak istedik.

Gelelim eski şehire. Filibe’nin bu bölgesi gerçekten inanılmaz. Bir tepeyi kapsayan bu bölgeye araç girmiyor ve her taraf güzel yapılarla dolu.

Alışkın olduğumuz Osmanlı evlerinin mimarisine sahip olan evlerin neredeyse tümü çok iyi durumda.

Tepeye doğru çıktığınızda bu sefer başka bir antik sürpriz ile karşılaşıyorsunuz. Ülkemizden epey aşina olduğumuz antik tiyatrolardan birisi tam tepenin yamacına kurulmuş ve bu coğrafyada bu güzel yapıyla karşılaşmak insanı şaşırtıyor.

Günümüzde festivaller ve özel gösteriler için kullanılan tiyatro bilet alınarak gezilebiliyor, kişi başı da 5 leva ücreti var. Tiyatrodan ileriye devam ettiğinizde eski evler daha da tanıdıklaşıyor.

Dar sokaklarda yürümek ve etraftaki güzel yapıları izlemek çok keyifli.

Sokaklardan birisi antikacılarla dolu. Biz bu işlerden pek anlamayız ama ilginç parçalar vardı ve mağazaları gezmek eğlenceliydi.

Sokaklarda dolaşırken bir kilisenin içini gezmeye girdiğimizde, bir bebeğin vaftiz törenine de denk geldik. Filmlerde görmüşlüğümüz vardı ama gerçeği oldukça ilginçmiş. En ilginç kısmı da aşağıda.

Sokaklarda kemerli geçitler de var. Belki bu geçitlerin üstünden evler arasında geçiliyordur.

Bu bölgenin en ünlü noktalarından birisi de aşağıda gördüğünüz güzel cumbalı kısımmış. Evlenenler bu noktada poz verirlermiş. Öyle duyduk, görmedik.

Bu noktanın hemen yanında ünlü Etnoğrafya Müzesi bulunuyor. Şahane bir bahçesi olan yapının kendisi bir başka güzel.

Ahşap olan binanın detayları yakından daha da etkileyici. Bu kadar iyi korunabilmiş olması ve hala kullanılması çok sevindirici.

Müze girişi ücreti 6 leva. Biz zamanımız olmadığından gezemedik ama kapıdan bir fotoğraf çekiverdik. Çok güzel olduğu her halinden belli.

Müzenin bahçesinde sergilenen bir kapının önündeki tanıtım yazısının içinde kervansaraydan cumaya kadar ne çok Türkçe kelimenin bulunduğunu görmek ilginçti. Siz de aşağıda okuyabilirsiniz.

Müzenin sokağından yukarıya devam ettiğinizde Nöbettepe denen antik bölgeye varıyorsunuz. Açıkcası buranın restore edilir gibi bir hali yok ama güzel bir Filibe manzarasına sahip.

Burayı da gördükten sonra tepeden inerken gördüğümüz ve bizim Büyükada evlerine benzeyen aşağıdaki yapıyı da paylaşarak Filibe notlarını bitirelim.

Filibe’yi biz çok sevdik. Gezilecek yerleri bir arada olan, çok güzel kafe ve restoranları olan, bir çok yerde Türk kültürünün izleri bulunan keyifli bir şehir. Biz yaz sıcağında gittiğimiz için epey yorulduk ama bahar aylarında ve hatta kışın daha da güzel olabilir.

Sofya’dan dönerken Filibe’yi gezdiğimiz gibi, ikinci gidişimizde Filibe’den dönerken de yol üzerinde olan Asen Kalesi’ni gezdik. Filibe’ye çok yakın olan Asenovgrad kentinin arkasındaki dağlarda bulunan bu kale de oldukça ilginçti.

Yeşillikler içinde, dağın dik bir yamacına kurulmuş olan kalenin ziyaretçisi de epey boldu. 3 leva ücretle gezilen kalenin içinde pek eşya yok ama yine de enteresan.

Zamanınız varsa uğramaya değecek olan bu yapıyı da ziyaret etmenizi öneririz. Bizim gibi otoyoldan gitmeyi sevmeyenlerdenseniz yolunuzu da fazla uzatmayacaktır. Kaleye çıkan dağ yolunun üzerindeki çeşmeden su içmeyi ve varsa yanınızdaki boş şişeleri doldurmayı da unutmayın.

Gürkan, Temmuz 2018

Darıca Hayvanat Bahçesi

Darıca’da bulunan Faruk Yalçın Hayvanat Bahçesi ve Botanik Parkı’nı çok duymuştuk ama bir fırsat bulup ziyaret edememiştik. Bugün ne yapsak diye düşündüğümüz bir cumartesi günü erkenden yola çıkıp rahatça gidip geldik. E-5’den giderken Tuzla’yı geçtikten sonra geldiğiniz Darıca kavşağından sağa ayrıldığınızda tabelaları takip ederek kolaylıkla tesise ulaşabilirsiniz.

Tesisin civarında otopark bulmak erken saatlerde çok sorun değil. Ama kalabalık geldikçe zorlaşıyor. Tesisin 100 metre kadar ilerisinde karşı tarafta kendine ait otopark alanı bulunuyor.

Oldukça büyük bir otopark alanı hazırlamışlar. Biz sabah 11 gibi orada olduğumuz için otopark epey boştu. Ama saat 3 gibi çıkarken hiç yer kalmamıştı. O nedenle erken gitmekte fayda var. Otopark ücreti biz gittiğimizde 10 TL idi.

Tesisin girişi oldukça geniş ve güzel tasarlanmış. Çok sayıda gişe mevcut, ziyaretçiler sıraya girme konusunda daha saygılı olsalar çok medeni bir şekilde girilebilir.

Giriş ücretleri değişebileceği için şuradan kontrol etmenizi tavsiye ederiz. 2018 yılı başında yetişkinler için 40 TL ücret isteniyordu. Ancak öğretmen ve polis gibi bazı memurlardan ücret alınmadığı gibi, onların eşlerinden de sadece 20 TL isteniyor. Diğer yandan, özellikle yakında oturanlar için düşünülebilecek bir yıllık abonelik seçeneği de mevcut. Sık gelecekseniz 70 TL verip bu fırsatı değerlendirebilirsiniz.

Buraya kadar anlatması güzel ama bir hayvanat bahçesi hakkında gördüğümüz hayvanların fotoğraflarından başka bir şeyler anlatmak zor olacak. Biz en iyisi bu sefer anlatmaktansa ne gördüysek gösterelim. Girince hemen solda papağanları gördük.

Meğerse burası çıkış tarafıymış, dönüp diğer tarafa geçtik. Buradan sonra yönlendirme yapmamız çok zor, pek sıralama düşünmeden anlatacağız. İlk olarak çok merak ettiğimiz Tembel Hayvan’ı gösterelim.

Camın arkasında olduğu için fotoğraf iyi çıkmadı. Ancak zaten fotoğraftan anlamak zor, arkadaşa neden tembel dendiğini aşağıdaki videodan daha iyi anlayabilirsiniz.

Bu tarafta Altın Sülün denen ve erkeği çok güzel renklere sahip olan bir sülün tipiyle karşılaştık.

Zürafa, Zebra ve Deve Kuşu aynı alanda yaşıyorlardı. Diğerleri tamam da, Zürafa beklediğimizden çok uzunmuş meğerse.

Ağır ağır hareket ediyorlar ve çok heybetliler. Boyunları da hortum gibi kıvrılıyor. Burada da bir video çekmek gerekti.

Tam karşılarında bulunan Tapir de bizi oldukça şaşırttı. Düşündüğümüzden irilermiş.

Bu civarlarda maymuna benzeyen Lemur’larla karşılaştık. Farklı tipleri topluca büyük bir kafeste yaşıyorlar ve çok sevimliler.

Gördüğümüz tüm hayvanları burada göstermemiz mümkün değilse de bazı az bulunan hayvanlardan bahsetmesek olmaz. Mesela Kızıl Panda.

Bu arkadaş da çok sevimli. Nasıl bir tatlılığı olduğunu anlayasınız diye burada da kısa bir video çektik.

Buralarda ilginç bir şekilde açıkta duran leylekleri gördük. Gidip geliyorlar mı, biz şansa mı gördük bilmiyoruz ama öylece duruyorlardı.

Leylek demişken göz alıcı renkleriyle Flamingo’ların da bir fotoğrafını paylaşalım.

Böyle sulak yerlere gelmişken iri cüsseleriyle sakin sakin duran Timsah’lardan da bahsedelim. Korkutucu bir sakinlikleri var.

Parkın en eğlenceli hayvanları olan maymunların bölgesine geldiğimizde yiyecek verilmemesi gereken hayvanlara yiyecek veren kişilerle karşılaşıyoruz. Maymunlar tabii ki yiyecek isteme konusunda uzmanlaşmışlar.

Farklı cins maymunlar ayrı kafeslerdeler. Aslına bakarsanız hapiste bu kadar çok hayvan olması insanı oldukça üzüyor ancak iyi bakıldıkları da her hallerinden belli.

Yukarıdaki küçük adada yaşayan maymun ailesinde annelerinin göbeğine sarılmış durumda bebekler de bulunuyordu. Fotoğrafta görmeniz çok zor olacağından bir video da burada çektik.

Artık iyice parkın alt köşesine gelmiştik ve büyükçe bir akvaryum yapısına girdik. İçeride bolca balık bulunan akvaryum da çok etkileyiciydi.

Büyük balıklar büyükçe akvaryumlara yerleştirilmişken daha küçükleri ayrı yerlerde bulunuyor. Çok geniş olmasa da oldukça güzel.

Akvaryum bölgesinden sonra sürüngenlerle karşılaşıyorsunuz. Çok çeşitli yılanlar var ancak heykel gibi duran şu arkadaşlar bize daha ilgi çekici geldi.

Bu bölgeden çıkınca dev gibi bir Gergedan ile karşılaştık. Belgesellerde gördüğümüzden çok daha iriymiş. Fotoğrafta yine tam anlaşılmıyor ama yanındaki kapı ile ölçeklerseniz hissedebilirsiniz. Çok kocaman.

Sonrasında sakin sakin yemlenen Lama’lar ile karşılaştık. Değişik hayvanlar.

Buraya kadar çok hayvandan bahsettik ama arada gördüğümüz siyah Jaguar’dan bahsetmedik. Oldukça sinirli görünüyordu, etrafı da çok korumalıydı, düzgün bir pozunu yakalayamadık. Onu siz gidip görürsünüz, biz büyük kedilerden Kaplan’ı gösterelim.

Öyle böyle değil, kocaman. Parmaklıklara rağmen huzursuzluk veriyor. Ama yine de bir Aslan değil. Buyrunuz.

Görmeyi en çok istediğimiz hayvanlardan olan Penguen’leri de bu civarlarda bulduk. Çok sevimli hayvanlar ve şahane yüzüyorlar.

Ancak parkın yıldızları iki Boz Ayı. Her gün 14:30 gibi bahçeye çıkan bu arkadaşlar hem sevimliler hem de ciddi atletik oldukları çok belli.

Yaklaşık 3 saat süren gezimizde burada gösterdiğimizden çok daha fazla hayvan gördük. Aynı zamanda burası bir Botanik Park ve hayvan sayısından daha fazla bitki türü olduğunu da belirtmek lazım. Ancak biz hayvanlara bakmaktan bitkilerle fazla ilgilenmediğimizi itiraf edelim. Uzmanlığımız da olmadığından yorum yapmayalım daha iyi.

Siz de bir gününüzü bu güzel parka ayırırsanız pişman olmazsınız. Çok emek olduğu belli ve ziyaretçileri memnuniyetle ağırlıyorlar. Biz girmedik ama parkın bir bölgesi de çocuklar için eğlence parkı niteliğinde tasarlanmış, orada da güzel zaman geçirilebilir.

Gürkan, Mart 2018

Aydos Ormanı

Hafta sonu gelince, hele bir de hava güneşli olunca nereye gitsek diye düşünüp duruyoruz. Bu sefer bugüne kadar nedense gitmediğimiz Aydos Ormanı’na gitmeye karar verdik. Sizin de bu güzel yerden haberiniz olsun diye de anlatalım istedik.

Aydos Ormanı, Anadolu yakasında Kartal’ın yukarısındaki Uğur Mumcu mahallesi ile Sultanbeyli arasında bulunuyor. Doğuda Kurtköy’e kadar da uzanıyor. Aşağıda gördüğünüz gibi şehrin göbeğinde yer alıyor.

Ormanın hem Uğur Mumcu’nun üzerinden geçen Yakacık caddesinden hem de Sultanbeyli tarafından girişi var. Yukarıdaki haritada da görülen göl kenarına gitmek için Sultanbeyli girişi daha yakın ama orman içindeki yollar iyi durumda olduğundan çok da farketmez. Orman alanına giriş ücretli. 2017 yılı ücret tablosu aşağıdaki gibi. Biz şubat 2018’de gittik ama tablo hala geçerliydi.

2018 Ekim’de tekrar gittik ve eskinin üzerine yeni liste asıldığını gördük. Yeni fiyatlar aşağıdaki gibi olmuş.

Görüldüğü gibi pek de ucuz sayılmaz. Ancak içerisi çok büyük ve kalabalık zamanında bile sakin bir köşe bulunabilir olduğunu tahmin ediyoruz. Biz 5 numaralı kapıdan girdik. Girdikten sonra karşıdaki tepe korkutucu ama asfalt yol sola kıvrılıyor. Her köşede “Göle Gider” tabelaları bulunduğundan kaybolmak zor.

Buradan itibaren piknik alanları başlıyor. Biz göle gideceğiz dediğimiz için 17 lira ödeyip fiş almıştık. Girişteki görevli fişi kaybetmeyin, yukarıda sorarlar dedi, gerçekten de sordular. Tahminim girişteki piknik alanlarına gelenlerden bu bedeli almıyorlar. Ya da yanılıyorum, denemedim, yanlış söylemiş de olabilirim. Öyle ya da böyle, biraz ilerleyince yolumuzu bir keçi sürüsü kesti.

Şehirden daha 5 dakika bile uzaklaşmadan keçilerle karşılaşmak insana uzaklara gitmiş gibi hissettiriyor. Neredeyse sırf bunun için gitmeye değer. Yukarıda bahsettiğim gibi yol asfalt ve bir miktar çukurlu olsa da oldukça rahat. Biraz daha ilerleyince büyük bir açıklığa çıkılıyor.

Aramızda bu açıklığın yazın mangal dumanıyla kaplı olma ihtimali çok yüksek derken sağda solda piknik yapanları farkettik.

Fotoğraflardan anlaşıldığı gibi orman çok büyük. Ağaçların arasına geleneksel ahşap piknik masalarından yerleştirilmiş. Piknikçiler bazılarını bir araya getirmişler bazıları ise uzak aralıklarda duruyorlar. Bu masaların kullanımı ücretsiz.

Biz gittiğimizde neredeyse hepsi boştu ama yazın boş masa bulunacağını tahmin etmiyoruz. Diğer yandan ağaçların arasına araçlar rahatça girebildiğinden, masanın yanına arabasını çekenler de bulunuyordu. Biz göl tabelalarını takip edip meydandan sağa döndük ve az ileride göl ile karşılaştık.

Bu yokuştan aşağıya inen araçlar vardı ama biz cesaret edemedik ve sağa dönüp parkettik. Zaten o tarafta bir tesis varmış.

Tipik uyarı levhaları arasından göle doğru indiğinizde göl kenarında küçük bir otopark bulunuyor. Ama bizce yazın buralar hep araba dolar, trafik olur.

Sağdaki tesis genişçe bir restoran. Et yemek isterseniz deneyebilirsiniz. Sadece çay içmek isteyenlere de hizmet veriyorlar gibi görünüyordu. Yolun aşağısına indiğinizde göle varmış oluyorsunuz.

Buranın aktivitesi ise göldeki ördeklerin fotoğrafını çekmek, etrafta dolaşan horozlara bakmak ve zamanınız varsa deniz bisikleti ile gölde dolaşmak. Yarım saati 20 lira, bir saati 30 lira.

Yok ben göl kenarında yürüyüş yaparım diyorsanız maalesef bu tarafta bu pek mümkün değil. Karşı kıyıda bir yürüyüş yolu var gibiydi ama biz o tarafa geçişi bulamadık. Bu tarafta ise göl kenarı mangal masaları ile dolu.

Masaların arasından yürünebilir tabi ama zemin bir parkur gibi değil. Buraya kadar gelip de bir semaver çay içeriz diyenler için de fiyat listesini paylaşalım, belki gelirken termosta çay getirirler.

Göl kenarında biraz turladıktan sonra yukarıdaki açık alana tekrar geri döndük ve gözümüze kestirdiğimiz bir aralıktan ormana daldık.

Ne de olsa orman. İnsana huzur veren kokusu, bol oksijeni, çiğ düşmüş otları ile keyif dolu. Uzaktan TEM bağlantı yolunun gürültüsü de gelmese çok daha güzel olacak ama bu da oldukça yeterli. İlerledikçe yol da daralıp iyice patika haline geliyor.

Arazi aracı ile bu yollardan epey dolaşılabileceğini tahmin ediyoruz. Zaten sanki birileri sık sık geçiyormuş gibi görülüyor. Bu bol oksijenli yürüyüşten sonra arabamıza binip geriye döndük. Sultanbeyli tarafındaki kapıya da baktık ama bize ters olduğu için yine Uğur Mumcu tarafına döndük. Meğerse bizim girdiğimiz kapıdan daha geride dördüncü, üçüncü, ikinci ve birinci girişler bulunuyormuş. O tarafa giden yol üzerinde eğlence parkı niyetine yerleştirilmiş bir gondol vardı.

Daha da ilerlediğimizde bir de macera parkı ile karşılaştık. Muhtemelen yazın açılan bu parkın içinde ağaç tepelerinde cambazlık yaparak yürünen ve başka bazı zorluklara sahip parkurlar bulunuyordu. Güzel bir havada keyifli zaman geçirilebilir gibi görünüyordu.

Kısacası, üç saat kadar zaman geçirdiğimiz Aydos Ormanı’nın muhtemelen sadece bir kısmını görebildik. Haritada da görüldüğü gibi çok büyük bir alana yayılan bu güzel ormanın şehirin içinde yaşamaya devam etmesini umarak ayrıldık. Havalar ısınınca tekrar geleceğimizden eminiz.

Gürkan, Şubat 2018

Roma

Roma büyük bir şehir. Gezecek çok yer var. Bu nedenle geniş zamanınız yoksa göreceğiniz yerleri iyi seçmeniz lazım. Perşembe gidip pazar döndüğümüz ve Roma’da iki tam gün geçirdiğimiz seyahatimizi anlatalım, belki size de faydası olur.

Roma’nın iki havaalanı var ancak Türk Hava Yolları Fumicino’daki Leonardo da Vinci Havaalanına uçuyor. Havaalanından şehir merkezine giden en hızlı aracın adı Leonardo Express. Kişi başı 14 € ödeyerek bindiğiniz bu trenle Roma’nın merkez tren istasyonu olan Termini’ye yarım saatte varabiliyorsunuz.

Daha ekonomik olup daha uzun süren yöntemler de bulunuyor ama en pratik olanı bu. Konakladığımız Foscolo al 24 isimli daire de Termini’ye yakın olduğundan bizim için en uygun çözüm oldu. Ev sahibimiz ile Termini çıkışında buluşup yürüyerek yakındaki Piazza Vittorio civarındaki sakin bir sokakta bulunan dairemize ulaştık.

Bir oda bir salon olan ve konakladığımız sürece çok rahat ettiğimiz bu dairenin bulunduğu bölge turistik olmayan, yerel halkın yaşadığı bir mahalle. Etrafta bir çok büyük market ve restoran bulunuyor. Turistik olmayan bölgelerde restoranların akşam 7’den önce açılmadığını bilmenizde fayda var.

Ertesi sabah Roma’yı gezmeye önce eve en yakında bulunan Kolezyum’dan başlamak için evden çıkıp arka sokaklara daldık.

Sessiz sakin sokaklardaki bakımlı evlerin arasında yürüyerek Kolezyum’un karşısında bulunan Parco del Colle Oppio isimli büyük parkın içinden geçtik ve Kolezyum karşımızda belirdi.

İşte bu andan itibaren turist kalabalığının içine girdik. Kalabalık Kolezyum’un heybeti ile birleşince Roma’ya geldiğimizi anladık.

Kolezyum’un içine girilebiliyor ama uzun bir kuyruk beklemek gerekiyor. Biz bu seyahatimizde uzun bekleme sürelerine zaman harcamamaya karar vermiş olduğumuzdan bu zahmete girmeyip dışarıdan bakmakla yetindik.

Bu büyük yapı Roma’yı Roma yapan antik kent bölgesinin de başlangıcı aslında. Hemen önünde İstanbul’un yani Konstantinopolis’in kurucusu olan Konstantin’in adına dikilmiş olan Konstantin Takı bulunuyor.

Tarihin hep en güçlü kenti olmuş olan Roma’nın İstanbul ile ortak paydalarını görmek oldukça keyifli. Ancak Roma’nın asıl tarihi neredeyse Efes Antik Kenti gibi büyük bir antik kenti içinde barındırması. İşte Roma Forumu adı verilen bu bölgenin girişi de tam buradan.

Fotoğraftan zor anlaşılıyor ama buranın da girişi oldukça kalabalık. Forum’u aynı anda gezebilecek kişi sayısı güvenlik nedeniyle sınırlandığı için burayı gezmek için de bir miktar kuyruk beklemek gerekiyor. Biz bölgeye girmeyip yolumuza devam ederken Kolezyum’dan Venedik Meydanı’na devam eden ve Mussolini tarafından açılan İmparator Yolu’ndan geçtik ve Forum’un neye benzediğini uzaktan da olsa gördük.

Bu noktada İmparator Yolu ile ilgili öğrendiğimiz bir bilgiyi de paylaşalım. İngilizce bilenlerin şuradaki linkten okuyabilecekleri makaleye göre Mussolini, Roma’nın ortasına bu bulvarı açarken antik şehirin en yoğun bölgesinde bulunan çok sayıda binayı, beş kiliseyi ve bir çok imparatorluk forumunun %80’ini yıkmış.

Yine de Forum’un kalıntıları çok etkileyici. Yolun devamında geldiğimiz Venedik Meydanı’nın bir köşesini muhteşem Vittorio Emanuele Abidesi kaplıyor.

Artık iyice kalabalıklaşan sokaklardan Pantheon’a doğru yürürken Roma’nın bu kadar sevilmesine neden olan sokaklardan geçmeye başladık.

Pantheon’a gelmeden sokakların birinde sade güzelliği ile Minerva Bazilikası ile karşılaştık. Diğer turistik yerlerin yanında çok adı geçmese de zamanınız varsa bir uğrayın bizce.

Pantheon’un hep ön tarafı bilinir ama arkası da çok güzeldir. Yanındaki sokaktan geldiğimiz için önce arka tarafıyla karşılaştık.

Sonrasında ortasında Pantheon çeşmesi bulunan meydana çıktık. Burası neredeyse turistler için bir dinlenme noktası olmuş.

Karşılarında muhteşem Pantheon anıtı varken meydanda kahvesini içenlerin yanısıra buranın bir buluşma noktası da olduğu pek belli.

Önü, arkası derken, Pantheon’un asıl etkileyici kısmı olan içinden de bir görüntü paylaşalım. Pantheon’un içini gezmek için de kısa bir kuyruk beklemek gerekiyor ve aklınızda olsun giriş ücreti yok.

Pentheon’dan çıkınca biraz dinlenmek ve bir şeyler yemek için yakındaki Navona Meydanı’na geçtik. Bize göre Roma’nın en etkileyici meydanı olan bu meydan, çok kalabalık olsa da büyüklüğü nedeniyle sakin hissettiriyor.

Buraya kadar gelince devam edip Vatikan’ı görmeye karar verdik. Navona Meydanı’ndan Tiber Nehrine giden sokaklar daha da güzelleşmeye başladı.

Sonunda Tiber’e geldiğimizde nehirin üstünden geçen Sant’Angelo köprüsüne varmış olduk. Tam karşısında ihtişamlı Sant’Angelo kalesi ile bu köprü gerçekten çok etkileyici.

Köprüden geçerken sol tarafta uzakta Vatikan’ın sembolü olan San Pietro Bazilikası’nın kubbesi görünüyor.

Tiber’in karşısına geçtikten sonra sola doğru Vatikan’a giden geniş bulvarı takip ederek Papa’nın evine doğru ilerledik.

Yolun sonunda San Pietro Meydanı ve arkasında San Pietro Bazilikası bulunuyor. Bu noktada Vatikan şehirine, daha doğrusu ülkesine girmiş oluyorsunuz.

Tabi buraya kadar gelmişken Vatikan müzesini gezmek isteyenleri çok uzun bir kuyruğun beklediğini belirtelim. Biz ise müzeye girmedik ve bazilikayı gezmek için bekleyenlerin olduğu kuyruğa girdik.

Öyle orta uzunlukta falan değil, bayağı kocaman bir kuyruktan bahsediyoruz. Sadece girişi düzenlemek için değil, aynı zamanda güvenliği de sağlamak için bu kadar beklemek gerektiğini anlamamız, girişe yaklaşıp kontrol noktalarını görmemizle oldu.

Kuyruğu ve kontrol noktasını geçene kadar bir saatten fazla bekledik. Kilisenin girişinden tabii ki ücret istenmiyor. Kontroller sonrası insanın geriye dönüp bir bakası gelmiyor değil. Papa’nın halka seslenişinde buraların ne kadar kalabalık olacağını tahmin bile etmek zor.

Hıristiyanlığın en büyük kilisesi olan San Pietro ya da Aziz Petrus Bazilikası’nın içine girince neden bu kadar çok kişinin gelip görmek istediği daha iyi anlaşılıyor.

İçeride bir çok kutsal nokta bulunuyor. Bu kadar yorgunluktan sonra uzun zaman geçirmeye pek enerjimiz kalmadığını üzülerek söylemeliyiz.

Ünlü heykeller ve tablolar arasında kiliseyi dolaştıktan sonra çıktığımızda hava kararmaya yüz tutmuştu.

Roma’nın bu taraftaki görülmesi gereken en uç noktasını ve şehirdeki en önemli noktalardan birini görmüş olmanın verdiği rahatlıkla Tiber nehrine doğru dönmeye başladık. Sant’Angelo köprüsünden geçerken Vatikan’a doğru bir kez daha baktığımızda manzaranın gece daha da güzel olduğunu farkettik.

Artık hava iyice kararmıştı ve karnımız da oldukça acıkmıştı. Yine Navona Meydanı’na yakın bir restoranda yemek yedikten sonra dışarıda yağmur başladığını farkettik. Bu saatten sonra yapılacak en güzel şeyin eve dönerek güzelce dinlenmek olduğunu bilsek de, Aşk Çeşmesi de denen Trevi Çeşmesi’ni gece ışıklandırılmış haliyle görüp öyle dönelim diye karar verdik. Biraz ıslandık ama iyi ki öyle yapmışız. Size de gösterelim.

Böylece ilk güne oldukça uzun bir yürüyüşü sığdırmış olduk. Güzel bir dinlenme sonrası ertesi sabah şansımıza yine güneşli bir güne uyandık ve evden çıkıp yakınlardaki Santa Maria Maggiore Bazilikası’na uğradık.

Merkez tren istasyonu olan Termini’ye çok yakın olan bu kilise de Roma’nın değerli binalarından. Çok turistik bir bölgede olmadığı için fazla kalabalık değil ama bizce mutlaka görülmesi gerekir. İçi dışından daha güzel.

Buradan çıkınca ara sokaklardan geçerek yine İmparator Yolu’na indik.

Forum’un tam karşısına çıktık ama bu sefer caddenin karşı tarafında kaldık. Dün fark etmediğimiz şahane bir antik bölgeyle karşılaştık. Trojan Forumu olduğunu öğrendiğimiz bu bölgenin taşlarının rengi bile başka.

Hemen yanımızdaki Venedik Meydanı’ndan ileriye devam ettiğimizde ise Roma’nın en kalabalık alışveriş caddesi olan Via del Corso’ya çıktık. Bu caddeden sağa dönerek dün gece karanlıkta gördüğümüz Aşk Çeşmesi’ne vardık.

Turist kalabalığı arasında havuzun kenarına geldik ve buranın adetini yerine getirdik. Küçük kızımız Deniz’in eline bir bozuk para sıkıştırdık ve parayı havuza bıraktırarak buraya tekrar gelmesini garantiye aldık.

Trevi Çeşmesi’nden sonra biraz ileriye devam ederek ünlü İspanyol Merdivenleri’ne vardık.

Bu merdivenlerin neden bu kadar ünlü olduğunu anlayamadan hemen önündeki kayık şeklindeki havuzun arkasındaki sokaklarda yürümeye devam ettik.

Sokaklar tekrar Via del Corso’ya çıktı. Bu bölgede cadde araç trafiğine kapalı.

Caddede ünlü markaların büyük mağazaları bulunuyor. Biraz İstiklal Caddesi’ne benzeyen bu caddeden yukarıya doğru yürümeye devam ettik.

Caddenin sonunda geniş bir meydana varılıyor. Cadde kadar renkli olmasa da ferah bir alan olan bu meydanın adı Popolo Meydanı.

Popolo Meydanı’ndan Tiber Nehrine doğru dönüp köprüden geçince daha çok yerel halkın geldiğini Via di Cola Rienzo caddesine vardık.

Bu caddede daha yerel markalar ve daha çok çeşitli ürünler bulmayı ummuş olsak da maalesef öyle olmadı. Epey yürüdükten sonra caddenin kenarında değişik bir eserle uğraşan bir sanatçıyı görmesek tamamen boşa gelmiş olacaktık.

Buradan tekrar Popolo Meydanı’na dönüp metro ile Termini’ye oradan da eve geçerek Roma gezimizi bitirmiş olduk.

Kısa olsa da Roma’nın önemli bir çok yerini gezmiş olduk. Müzelere girmedik, bahçelerde dolaşamadık ama yine de çok güzel zaman geçirdik.

Gürkan, Kasım 2016

Kartalkaya Kayak Merkezi

Genelde günübirlik kayak yapmaya Kartepe‘ye gitsek de, cuma gidip pazar dönmeli kayak turumuzu Kartalkaya’ya planladık. İstanbul’a daha uzak olsa da, daha çok pisti olan bu bölgede Kaya Palazzo otelde konakladık, oldukça rahat ettik.

Kartalkaya, İstanbul’dan yaklaşık 300 km uzakta ve TEM otoyolu Bolu – Doğu gişelerinden çıktıktan sonra dağa doğru yarım saat tırmanışla toplamda yaklaşık 3,5 – 4 saat kadar süren bir yolculukla varılıyor. Hava şartlarına göre değişse de, tırmanışın ilk 15 dakikasından sonra yolda kar çoğalmaya başlıyor.

Dönüşümüzde daha çok kar yağdığında daha iyi anladığımız üzere bu yolun Kartepe çıkışı gibi iyi temizlenen bir yol olmadığını belirtelim. Yol üzerinde bolca zincir satan ve takan mevcut ancak siz yanınıza zincir almadan buralara çıkmasanız iyi olur. Kartalkaya zirvesinde aslında iki farklı bölge var. Birisi çıktığınızda solda kalan Kartal Otel ve pistleri, diğeri sağda kalan Dorukkaya Otel ve Kaya Palazzo Otel pistleri. Kartal ve Kaya olarak ikiye bölünüyor gibi hissettiriyor. Aşağıdaki fotoğrafta Kartal tarafı pistleri görülüyor.

Biz Kaya tarafında kaldığımız için Kartal tarafı hakkında maalesef bilgi veremeyeceğiz. İki tarafta da çalışan ski-pass olmadığından biz sadece Kaya tarafında kayabildik. Oteller bölgesine vardığınızda sizi önce Kartal Otel karşılıyor.

Otelin önünden mecburen sağa dönünce Dorukkaya Otel’in bulunduğu bir meydana, devam edince Jandarma ve daha ilerisinde de Kaya Palazzo’nun önüne geliyorsunuz ve yol bitiyor. Açıkcası başı ile sonu arasında en çok 500 metre olan bu bölgede fazla alternatif bulunmuyor. Kaya tarafı pistlerinin birleşim noktasında bulunan Drop Lounge, Palazzo Otel’den şöyle görünüyor.

Hem yukarıda Kartal Otel’den dönünce varılan meydanda, hem de Drop’un civarında araç park edecek yer bulmak mümkün. Tek bir tesisin alanı olmadığından olsa gerek, park bedeli isteyen kimse bulunmuyor. Diğer yandan, Bolu hariç günübirlik gelinecek mesafede büyük şehir olmadığından, pazar günü bile ortalık çok kalabalık değildi ama yukarıdaki meydanda bolca tur otobüsü bulunuyordu. Cumartesi günü ise orası bile oldukça boştu. Meydan dediğimiz de şöyle bir açıklık aslında.

Gelelim otele ve pistlere. Palazzo’dan piste çıkış noktasında özellikle kayak dersi alanlar ve çocuklar için hayatı çok kolaylaştıran bir yürüyen bant sistemi bulunuyor. Gerçekten çok pratik ve hızlı bir sistem.

Bandın solunda gördüğünüz açıklık ise hafif eğimli ve geniş bir alan. Genelde ders alanlarla dolu ve alttan geçen ve ana telesiyeje giden piste inmek için herkes burayı kullanıyor. Yine de kalabalık olmuyor. Kayak bitince yine bu bandın önüne gelip sakince otele doğru çıkıyorsunuz. Aşağıdaki gibi.

Bu bandın alt tarafından geçen pistten sağa doğru kayarak zirveye çıkan telesiyejin önüne geliyorsunuz. Pistlerin en alt noktası burası ve pistlerdeki tek telesiyej de burada. Bunun haricinde tüm çıkışlar teleski ile yapılıyor. Neredeyse tüm pistlerin de bir şekilde bu noktada bittiğini söyleyelim.

Telesiyej dörtlü oturma düzenine sahip olduğundan önünde uzun kuyruklar oluşmuyor. Ayrıca kabinlerin korumalı olması da sert havalarda oldukça konforlu bir çıkış sağlıyor.

Tırmandıkça sol tarafta oteller görünmeye başlıyor. Pistlerin genel yerleşimini anladıkça bu manzara daha anlamlı olmaya başlıyor.

Biz kaldığımız süre boyunca yoğun sis nedeniyle güneşi görmeye pek fırsat bulamadık ve genelde zirveye yaklaştıkça aşağıdaki gibi ineceğimiz noktayı görmeye çabaladık.

Güneşin yüzünü gösterdiği bir fırsatta aynı yolculuğu aşağıda gördüğünüz manzarada yapma şansına da sahip olduk. Ama gerçekten sadece bir sefer.

Zirveye çıktığınızda soldan en zor pistlere iniliyor. Sağdan ise en keyifli pist olduğunu düşündüğümüz arka piste gidiliyor. Hem eğimi ortalamanın üstünde hem de oldukça geniş bir pist. Ama görevlilerin söylediğine göre bu pistte kaybolmak kolay olduğundan, hava sisli iken bu pist kapatılıyor. Genelde sis olduğundan biz sadece bir sefer kayabildik. Çıkışta teleski ile tekrar zirveye dönülüyor. Teleski kullanamayanlar buraya inmesinler.

Zirveden sağa ya da sola değil de direk karşıya giderseniz nispeten kolay pistlerden otele ya da Drop Lounge önüne inebiliyorsunuz.

Bu tarafa inen pistler özellikle sisli havada çok farklı gibi gelseler de aslında oldukça benzer yapıdalar. Güneşin yüzünü gösterdiği bir sabah otelden bu tarafın pistleri aşağıdaki gibi görünüyordu.

En ilgi çekici kısım olan ve telesiyejden iner inmez sola ayrılan zor pistlerden de bir kaç görüntü paylaşalım. İlk dönüşten sonra bir kavşağa geliyorsunuz.

Buradan sağa ayrılan pist oldukça dik ve epey uzun. Çok keyifli bir inişi var. Bu inişin ortalarında çekilmiş bir videoyu da burada paylaşalım.

Ancak sağa değil de tam karşıya giderseniz adının Olimpiyat olduğunu tahmin ettiğimiz çok dik bir piste geliyorsunuz. Bu pistin açık havada telesiyejden görünüşü aşağıdaki gibi. Fotoğrafta tepede sağdaki büyük kayanın solunda bir kayakçıyı görebilirsiniz. Çok dik ve zorlu bir pist. Yine de eğlenceli.

Böylece gördüğümüz kadarıyla Kaya tarafı pistlerini anlatmış olduk. Kayağa giden herkesin aklındaki ekipman kiralama işini de anlatalım. Dağa çıkarken yol üzerindeki bazı tesislerden kayak ve kıyafet kiralayabileceğiniz gibi otelin altındaki firmadan da kiralaybilirsiniz. 2018 ocak ayında fiyatlar aşağıdaki gibiydi.

Kayaktan arta kalan zamanımızda, bir de ATV turu yaptık. Paletli ATV araçlarla civardaki karlı bir yolda yapılan tur epey zevkli ancak o karlı yola gitmek için asfalttan gidip gelmenin pek de bir zevki yok. Merak eden katılabilir ancak kayak yapmaktan daha zevkli değil.

Son olarak dönüş yolundan bahsedelim. Pazar öğleden sonra dönüşe geçtiğimizde epey kar yağıyordu. Normalde açık olan yol karla kaplanmıştı ve oldukça kaygandı.

Başta dediğimiz gibi, kesinlikle zincirsiz girilmemesi gereken bu yolda pazar günü dağa çıkmaya çalışanların oluşturduğu kuyruk oldukça uzundu. Zinciri olanlar hareket edebiliyor olsalar da, zincirsiz olup yolda kalanlar yüzünden yukarıya çıkamıyorlardı.

Son bir not, eğer Kartal Otel tarafını merak ediyorsanız o taraf hakkında detaylı bilgi bulabileceğiniz şuradaki yazıyı okumanızı tavsiye ederiz.

Gürkan, Ocak 2018

Napoli ve civarı | Pompei, Capri, Sorrento, Positano, Amalfi ve Ravello

Napoli, uzun zamandır görmek istediğimiz bir şehirdi. Sadece Napoli’yi değil, aynı zamanda çevresindeki diğer güzellikleri de görme şansına eriştiğimiz bu turda Napoli’de 4 gece konakladık. Bir gün Pompei’yi, bir gün Capri adası’nı, bir gün de Sorrento, Positano, Amalfi ve Ravello’yu gördük. Bahsettiğimiz yerleri aşağıdaki haritada işaretledik, özetle Napoli körfezi ve civarını turladık diyebiliriz.

Biz turumuzu Napoli’den başlayıp anlatacağız. Sırasını beklemeden diğer yerleri görmek isteyenler aşağıdaki listeden seçerek hızlıca istedikleri yere gidebilirler.

Napoli kalabalık bir İtalyan şehri. Çok bir özelliği yok gibi görünüyor ama halkın doğallığı ve sıcakkanlı hali insanı rahat hissettiriyor. Turistlerin tipik rotasını izleyelim ve Galleria ile başlayalım. Bu pasaj, haşmetli ve simetrik görüntüsüyle oldukça ilgi çekici bir yapı.

Rehberimizin söylediğine göre Napoli, buradaki Galleria ile Milano’daki Galleria ile yarışıyormuş. Şehrin bir de Vatikan’daki San Pietro meydanı ile yarışmak isteyen Plebiscito meydanı var. Bu meydan da oldukça büyük ama bir San Pietro değil.

Aslında Napoli çok dağlık bir şehir. Plebiscito meydanı turistik diyebileceğimiz bölgenin merkezinde yer alıyor. Alt tarafında liman ve limanın hemen önünde Nuovo Kalesi bulunuyor.

Meydandan başlayarak denize dik devam eden Via Toledo yani Toledo caddesi, mağazalarla dolu ve en kalabalık bölge. Günün her saatinde canlı.

Toledo’nun sol tarafı oldukça dik bir yamaca dayanmış durumda. Dağa doğru çıkan sokaklarda pizza restoranları ve hediyelik eşya mağazaları bulunuyor.

Hatta bu yüksek yamaca çıkan ve bizim Tünel’e benzeyen bir funikülerin istasyonu da bulunuyor.

Bu funiküler’in girişinde bir bilet gişesi gözümüze çarptı. Bizim turumuza dahil olan ve bir iki gün içinde gideceğimiz yerlere günlük turlar yapan bir firma ve fiyat listesi bulunuyordu. Gideceklere faydalı olacaktır. Liste aşağıda.

Toledo’dan yukarıya doğru yürüyüp sağa dönünce daha yerel yerlere ulaşmış oluyorsunuz. Az ileride Nouvo meydanına çıkılıyor. Ortasında büyük bir anıt olan, bunun dışında pek bir özelliği olmayan bir meydan.

Bu meydandan sağa dönünce tipik bir Napoli sokağına varıyorsunuz. Bir tek balkonlarda çamaşırlar eksik, o da hafta sonu olmadığından olsa gerek.

Yokuş aşağı devam ettiğinizde tekrar sahile çıkıyorsunuz ve sağda ünlü Neptün çeşmesiyle karşılaşıyorsunuz.

Böylece Galleria’nın önüne dönerek bir tur atmış oluyoruz. Buradan otelimize giderken gece rotasını takip edelim. Plebiscito’dan Toledo’ya girerken hemen sola Via Chiaia’ya dönerek kalabalığa karıştık.

Buralar gerçekten gündüzden daha kalabalık halde. Mağazalar açık ve oldukça kalabalık. Restoranlar akşam 7’den önce servise başlamıyorlar, o nedenle herkes sokakta ya da kafelerde.

Bu yolun devamında sola dönüp bolca kafenin arasından geçerek deniz kenarındaki otelimize doğru yürüdük. Yol üzerindeki sıkışık motosiklet parklarını da burada paylaşalım, bırakın arabayı küçücük motosiklete bile park yeri bulmak dert bu şehirde.

Otelimize geldiğimizde az ileride bolca polis ışığı ve bir kalabalık gözümüze çarptı. Merakımızdan gittik ve Napoli ile maçı olan Inter futbol takımının geldiğini ve otellerine yerleştiğini gördük. Güzel bir hatıra oldu, paylaşalım.

Biz sahilde dell’Ovo kalesinin tam karşısındaki Hotel Royal Continental‘de kaldık. Hem her yere yakındı hem de deniz kenarında ve kalenin hemen önündeydi.

Kalenin kara tarafına bir küçük marina yapmışlar. Marinaya bakan restoranlar da çok kaliteli ve çeşitli. Aşağıdaki fotoğrafta arkada görülen dağın ünlü Vezüv yanardağı olduğunu da söyleyelim.

İlginç bir başka ayrıntı da, kalenin hem sağında hem de solunda denizin üstünde yüzen siyah kutucuklar olmasıydı. Sabah gün ağarırken gördüğümüz üzere balıkçı kayıkları bu kutulara gidip bir şeyler topluyorlar. Ya midye ya da balık tuzakları için kullanılıyor, çok emin olamadık.

Napoli’yi kısacık da Ulusal Arkeoloji Müzesi’nden bahsedip bitirelim. Oldukça büyük bir müze ve ziyaret etmenizi tavsiye ederiz. Büyük ve avlulu bir binası var.

Müzenin en ilgi çekici kısmı Pompei ile ilgili parçaların bulunduğu bölüm. Neredeyse mitolojik tanrı Pan’a adanmış bu bölümde çokça fotoğraf çektiğimiz halde biraz açık saçık olduğundan burada anlatması biraz zor, o nedenle sadece gidip görmeniz iyi olur diyebiliyoruz. Pan’ı Pompei’de de göreceğiz.

Müzenin en üst katındaki büyük salon içindeki sanat eserlerinin yanında mimarisiyle de çok ilgi çekiciydi.

Belki de biz Pompei’ye gittiğimiz günün dönüşünde bu müzeyi ziyaret ettiğimizden Pompei bölümü fazlasıyla ilgimizi çekmiş olabilir. Öyle ya da böyle, Napoli burada bitti, haydi Pompei’ye gidelim.

Pompei

Yıllardır Vezüv’ün patlaması ile üzerinden lavların akmış olduğunu düşünürdük. Oysa ki öyle değilmiş, yanardağ püskürmesi sonrasında şehrin üzerini volkanik tüf kaplamış. Tepesi neredeyse her zaman dumanlı denen Vezüv tüm Napoli körfezinden görülüyor.

Aşağıda gördüğünüz gibi Pompei antik kentinin girişinden Vezüv epey uzakta aslında. Sanki dağın eteğindeymiş de üstüne lavlar akmış diye düşünmek saçmaymış.

Müzenin girişi kişi başı 13 €. 18 yaş altındakiler ücretsiz girebilirken, 18-24 yaş arasındakiler 7,5 € ödeyerek gezebiliyorlar. Rahat ve geniş bir giriş alanı var, gişe sonrasında aşağıdaki rampadan tırmanarak şehre çıkılıyor.

Pompei yüzyıllarca toprak altında kalmış olduğundan zamanın hasarına az uğramış. Bizim Efes antik kentine çok benzeyen bir yapısı var.

Girişten itibaren tapınaklar ve bazilikalarla karşılaşıyorsunuz. Bu yapılara oldukça büyük alanlar ayırılmış.

Her Roma kentinde bulunan Forum alanına geldiğinizde dört bir yana genişlemiş şehrin ne kadar büyük olduğunu anlamaya başlıyorsunuz.

Bu noktada Pompei’de neler olduğunu öğrendiğimiz kadarıyla anlatalım. Yanardağ patladıktan sonra insanların kaçmasına pek fırsat kalmadan gökyüzü kararmış ve volkanik tozlar şehrin üzerini kaplamış. Evlerine saklananların ve diğer kaçamayanların en son ne yapmaktalarsa o şekilde hayatlarını kaybettikleri ve taşlaştıkları söyleniyor. Forum alanının bir köşesinde bazı kalıntılar sergileniyor. Çok etkileyici.

Ancak Pompei bu taşlaşma ile ilgili değil. Aksine zamanının en canlı ve zengin şehirlerinden olan bu kentin 1700’lü yıllara kadar toprak altında kalması ve bu nedenle en iyi korunmuş antik kentlerden birisi olmasıyla ilgili.

Bu şehir zengin Romalıların yazlık evleriyle doluymuş. Hatta oldukça ahlaksız bir topluluğa sahip olduğu söyleniyor. Evlerin zenginliği restore edilmiş olanlarda çok iyi belli oluyor.

Sokakların genişliği şehrin zenginliğini ifade eder gibi. Gezecek çok yer var.

Casa del Fauno isimli ev oldukça iyi duruma getirilmiş. Bahçesi çok bakımlı ancak asıl özelliği mitolojik tanrı Pan’ın ünlü heykelinin bu evin bahçesinde bulunması.

Pan’ın eğlenceyi ve erotik zevkleri ifade etmesi, o zamanın evlerinde yaşayanların ne tip keyifler peşinde koştuğunu bize anlatıyor. Evlerin çoğu iyi halde olsa da restorasyon için pek acele edilmediği belli.

Sanki bu kentin turistik etkisini arttırmak ister gibi, ilk restore ettikleri yerlerden birisi de tarihin ilk genelevi diye tanıttıkları bina. Gerçekten ne amaçla kullanıldığı hem odalarından hem de duvarlarındaki fresklerden çok belli, diğer yandan koskoca Pompei’de kapısında kuyruk olan tek bina bu ev.

Pompei’nin içme suyu şebekesi hala epey sağlam durumda. Aşağıdaki fotoğraftaki kaldırımda görülen su boruları kurşundan yapılmış. Dolayısıyla halkın kurşun zehirlenmesi yüzünden çok kısa bir hayat sürdüğü söyleniyor. Tabii ki bu kısa hayatı zevk ve sefaya düşkünlüklerine bağlayanlar da yok değil.

Son olarak Pompei’nin her antik kentte görmeye alışkın olduğumuz tiyatrosunun bir fotoğrafını da paylaşarak tarih sahnesinden ayrılalım.

Pompei, Napoli’ye kadar gelirseniz mutlaka görmeniz gereken çok iyi durumda olan bir antik kent. Öncesinde Efes’i görmüş olmanız tavsiye edilir, zamanın nasıl bir etkisi olduğunu daha net anlarsınız.

Capri Adası

Lüks. Capri’yi tek kelimeyle tanımla derseniz doğru kelime budur. Bir de dağlık demek lazım. Napoli’nin tam karşısında olduğundan olsa gerek, bu zengin coğrafyanın en zengin bölgesi haline gelmiş. Napoli limanından deniz otobüsleriyle bir saat kadar süren bir seyahatle kolayca ulaşılabiliyor.

Capri’nin ana limanı Napoli körfezine bakan kuzey tarafta. Hem Napoli’ye hem de Sorrento’ya bir çok gemi kalkıyor. Haziran ile Eylül arasındaki yüksek sezonda mutlaka biletinizi erkenden almanız öneriliyor.

İner inmez denizden teknelerle ada turu yapan firmalarla karşılaşıyorsunuz. Adanın çevresini 2 saatte dönen sarı tur 18 € iken sadece limandan Blue Grotto denen mavi mağaraya gidip dönen ve 1 saat 15 dakika süren mavi tur 15 €. Dağlardaki manzaralar güzel ama denizi hissetmek istiyorsanız bu turları deneyebilirsiniz.

Denizi hissetmek dedik çünkü Capri tepelere kurulu durumda ve deniz kenarına tekrar inmek oldukça zahmetli. İner inmez limandan Capri’ye çıkan funikülerin önüne geliyorsunuz.

Bu hat ile çıkılan meydandan ileride bahsedeceğiz. Bizim turumuza Capri içindeki transferler de dahil olduğundan, servis minibüslerimize binerek döne döne tırmanan yollardan Anacapri’ye doğru yola çıktık.

Anacapri adanın batısındaki tepede kurulu. Yol oldukça tehlikeli virajlarla dolu. Minibüs şöförlerinin riskli ve hızlı kullanımları da seyahati oldukça heyecanlı kılıyor. Ancak yoldaki manzara muhteşem.

Anacapri köyüne geldiğinizde bir gezinti yolu ve hemen önünde bir telesiyej hattıyla karşılaşıyorsunuz. Adanın güneyine bakan Solaro dağına çıkan bu hat gidiş-dönüş 11 € ve her iki yöne de 13 dakikalık bir seyahat. Biz çıkmadık ancak yukarıdaki manzaranın çok güzel olduğunu duyduk.

Gezinti yolunun başlangıcında basit bir kroki göze çarpıyor. Yol sağlı sollu güzel evlerle dolu.

Aslında alışveriş güzergahı olan bu yolda küçük küçük hediyelik eşya dükkanları var. Adanın limonlarından yapılmış limonçello adı verilen içkiler oldukça meşhur ama Capri adasında olduğunuzdan fiyatları pahalı.

Yolun sonunda bir seyir terası ve altta geldiğiniz yolu gördüğünüz şahane bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Ne kadar dik bir yamaçta bulunduğunuza şaşırtan bir yüksekliğe sahip.

Anacapri’nin konut bölgesi ise telesiyej girişinden aşağıya doğru gidilen tarafta bulunuyor. Yokuş aşağıya giden bu yol üzerinde yine ufak tefek mağazalar bulunuyor.

Ana sokağın haricinde ara sokaklarda da gezinmek oldukça keyifli. Servis durağına gitmek için kestirme kullandığımız aşağıdaki sokak gibi daracık yerler var.

Manzara haricinde pek bir özelliği olmayan Anacapri’den adanın batı sahillerine minibüsler de kalkıyor. Minibüs durağının arkasındaki kilisenin bahçesi ise köyün mezarlığı, hem de pek güzel.

Anacapri’ye ayrılan zaman bitince servislerle Capri’ye indik. Servislerin durduğu noktada sol tarafta Anacapri’nin arkasına saklandığı tepe görülüyor. Önde ise liman var.

Terminalin hemen önündeki terasta ise çok güzel bir ada haritası bulunuyor. Büyüklüğü ve adada bulunduğunuz noktaya göre yönlenmiş olması çok hoş. Adanın arka tarafına da geçeceğimiz için bu haritadan yön almakta fayda var.

Bu noktadan sağa doğru ilerleyince mağazalar başlıyor ve Umberto meydanına geliyorsunuz. Meydanın önünde limanda gördüğümüz funikülerin çıkış noktası bulunuyor. Burada bilet fiyatına bakmak için girişe baktığımızda çok ilginç bir tabelayla karşılaştık. Funikülere valizle binerseniz valiz için 2 € ödemeniz gerekiyor. Capri gibi her şeyin pahalı olduğu bir adada çok şaşırmamak lazım belki de.

Umberto meydanı çok canlı bir yer. Kafeler ve restoranlarla dolu küçük bir mekan ve bir çok yöne ayrılan sokakların birleşme noktası.

Biz meydandan sola tepeye çıkan sokağa girerek tırmanmaya başladık. Daracık sokaklardan ine çıka yavaş yavaş ilerledik.

Yolumuzu kaybetmiş gibi hissettiğimiz ve artık geriye mi dönsek dediğimiz bir anda bir açıklığa geldik. Dinlenmek için banklar konmuş bu noktada durunca farkettik ki adanın diğer tarafına bakıyoruz.

Capri’de bir kuzeye, bir güneye dönmekten neresi nereye bakıyor anlamak gerçekten zor. Basitçe şöyle bir sonuca vardık, eğer denizi çok görüyorsanız kuzeye, az görüyorsanız güneye bakıyorsunuz demek. Yukarıdaki manzara noktasından aşağıya inen sokak sizi yine Umberto meydanına çıkarıyor.

Meydandan tekrar sola dönünce geldiğiniz sokakta yazımızın başından beri lüks dediğimiz Capri’nin ünlü mağazalarıyla karşılaşıyorsunuz. Tanıdığımız bir kaç markanın yanında bilmediğimiz o kadar çok lüks marka var ki, nasıl oluyor da bu küçücük adada mağaza açmışlar ve bu kadar pahalı kıyafetleri kime satıyorlar anlamak güç. Turistik olup herkes gelip gitse de sosyetenin özel bir tatil beldesinde olduğunuzu en iyi burada anlıyorsunuz.

Yolun devamında artık adanın güney tarafının sokaklarında dolaşır haldesiniz. Bu taraf sanki daha yeşil. Arkadaki dağın önüne yaslanmış dev gibi bahçesiyle eski bir manastır olduğunu öğrendiğimiz bir yapı ve arkasındaki manzara bize Heybeliada‘yı hatırlattı.

Yola devam ettiğinizde Krupp yolu denen ve denize döne döne inen yamaca varıyorsunuz. Maalesef muhtemelen bu yolda tamirat ya da başka bir çalışma olduğundan biz oraya kadar gidemedik. Ancak tam girişte Augusto bahçesi denen güzel bir yer bulunuyor.

Bahçede dolaşmak da keyifli ama asıl güzellik arka tarafın manzarasında. Capri adasının ünlü kayalıklarına en çok yaklaştığımız nokta burası oldu. Bu adayı tekne ile dolaşmak eminiz çok keyifli olur.

Burayı da gördükten sonra daracık sokaklardan tırmanarak tekrar Umberto meydanına vardık ve manzaraya karşı biraz dinlendik.

Sonrasında servisle tekrar limana döndük ve deniz otobüsüyle Napoli’ye geri döndük. Bir adaya gelip de denize bu kadar uzak olduğumuzu hiç hatırlamıyoruz. Yamaçlardan limana inince dayanamayıp sahile de iniverdik.

Böylece turumuzun bu kısmını da tamamladık, şimdi sıra diğer turistik noktalarda.

Sorrento

Napoli körfezinden güneye bakan sahillere doğru yol almaya başlayınca ilk köşede halen Napoli körfezine bakan pozisyonuyla Sorrento var. Coğrafya çok sertleşmeden kurulmuş olduğundan olsa gerek, oldukça büyük bir kent.

Deniz ile kent merkezi arasında kot farkı var. Yukarıda da görüldüğü gibi deniz kenarı uçurumlardan oluşmuş. Limana inmek için kayaların arasından dönerek inen dar bir yol açılmış.

Yukarıdaki manzarayı gördüğünüz Tasso meydanından sağa dönünce ortasındaki anıtıyla Sant’Antonino meydanına varıyorsunuz.

Bu meydanın arkasındaki sokaklar hediyelik eşya mağazalarıyla dolu. Ferah aralıklarda dolaşmak oldukça keyifli. Denizin kenarında ama denizden uzakta kalmış gibi görünen bu kentte sahile inecek kadar zamanımız olmadı.

Yine de sokaklarda dondurmamızı yiyerek dolaşmak ve yorulunca bir kafede oturup kahvemizi içmek bize çok iyi geldi. Çok fazla görecek yerin olmadığı Sorrento, birazdan anlatacağımız yerlerden önce uğranacak sakin bir nokta olarak aklımızda kaldı.

Positano

Sorrento’dan sonra işler değişiyor. Dağlar denize o kadar dik iniyor ki bu yolları yapmak için ne çok uğraşmışlar insan merak ediyor. Filmlerde, fotoğraflarda ve dergilerde hep gördüğümüz ve merak ettiğimiz Positano ve Amalfi’ye gitmek için bu zahmetli yollardan geçmek durumunda olduğunuzu bilmenizde fayda var.

Döne döne yamaçtan geçen bu sahil yolunda yüksek sezonda nasıl bir trafik olduğunu şöförümüz anlatıyor, özellikle büyük otobüslerin yan yana geldiklerinde ne kadar zorlandıklarını görünce yazın gelmenin cesaret isteyeceğini düşünüyorsunuz. Positano’ya geldiğinizde heybetli bir dağın eteğindeki evlerle güzel görüntüler başlıyor. Aşağıdaki fotoğrafta karşı taraftaki evler ve arabalara bakarak dağın ne kadar yüksek olduğunu hissedebilirsiniz.

Sahil yolundan Positano’ya ayırılan yol artık iyice daralıyor. Rehberimizin neden otobüsü bırakıp da bizi iki minibüse böldüğünü artık daha iyi anlıyoruz. Bırakın park etmeyi, yolda gitmek bile bir dert. Bakınız aşağıdaki viraj.

Diğer yandan aşağılara doğru indikçe Positano’nun neden bu kadar ünlü olduğunu karşınıza çıkan güzelliklerden daha iyi anlmaya başlıyorsunuz. Neredeyse her boşluğa bir ev yapmışlar ama hala çok güzel.

Servis araçlarımızı merkeze en yakın noktada özellikle turist turları için yapıldığı belli olan otoparka bırakıp yürümeye başlıyoruz. Sağlı sollu hediyelik eşya dükkanları ve restoranlarla dolu olan bir yoldan sahile doğru inmeye başlıyoruz.

Sahil oldukça renkli. Biz sezon sonunda gelmiş olduğumuzdan ve az önce biraz yağmur yağdığından denize giren kimse yok.

Deniz kenarında bir çok güzel kafe ve restoran var. Sezonda ne kadar kalabalık olabileceğini rahatlıkla tahmin edebiliyorsunuz. Denizden dağlara doğru baktığınızda Positano’nun her açıdan çok güzel olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.

Burayı da gördükten sonra yokuş yukarı servis araçlarına doğru çıkıp Amalfi’ye doğru yola çıkıyoruz.

Amalfi

Positano’dan çıkıp sahil yolundan Amalfi’ye doğru devam ederken yol daha da zahmetli bir hale geliyor. Bu kadar zorlu yollardan gelinen bu kentlerin nasıl bu kadar çok turiste hizmet eder hale geldiğini anlamak oldukça zor.

Ancak Amalfi uzaktan görününce tüm zahmetleri unutuyorsunuz. Bu bölgenin farklı bir güzelliği var. Dik yamaçlı Akdeniz ya da Ege kıyılarına çok aşina olduğumuz halde buralar ya mimarisinden ya da renklerinden, bize çok farklı geldi. Capri’de de benzer bir duygu hissediliyordu.

Amalfi’nin sahilinde genişçe bir limanı ve büyük bir park alanı var. Ancak otobüs ve minibüsler park edemiyorlar, yolcularını bırakıp geri dönüş saatinde anlaşıp uzaklaşıyorlar.

Temelde burası da bir vadi. Ancak burası daha derin ve fazla yükselmeden epey içerilere kadar giriyor. Girişte meydanın üstünde Amalfi Katedrali ile karşılaşıyorsunuz.

Sahilden yukarıya doğru çıkan tek ve en büyük sokak üzerinde bolca restoran ve hediyelik eşya mağazası bulunuyor.

Yukarılara çıktıkça etraf sakinleşiyor ve sanki sadece yerel halk kalıyor gibi görünüyor. Açıkcası etrafta çok da fazla konaklama yeri görülmüyor ama herhalde sezonda gelen o kadar insan için bir şeyler düşünmüşlerdir.

Bu taraflarda yamaçlara ev yapmak ve doğa ile başetmek ile ilgili çok gayret sarf edildiğinden, sahil yolu üzerinde de bazı yamaçlara minyatür köyler yapıldığını görmüştük. Yukarıdaki kırmızı binanın altındaki geçidin sol tarafında da böyle bir minyatür köy bulunuyordu. Yakından da gösterelim.

Yukarıları dolaştıktan sonra sahile dönmeden önce kilisenin önündeki meydanda bir kahve içip buralara özel lezzetli tatlıların tadına baktıktan sonra meydanın çeşmesini de görüp aracımıza geçtik.

Böylece Amalfi turumuzu da bitirdik ve Ravello’ya doğru yola çıktık.

Ravello

Yeni yeni ünlü olan bir kent gibi geldi bize. Bugüne kadar adını duymadığımız gibi bir özelliğini de görmedik. Ama turlar buraya uğramaya başladıysa yakında herkesin haberi olur. Olur da gitsek mi diye düşünen olursa karar vermesine yardımcı olmak isteriz. Kabaca Amalfi’nin üstünde sayılır. Ne kadar yüksekte olduğunu şu fotoğraftan anlayabilirsiniz.

Köyün bir meydanı ve meydana bakan büyük bir kilisesi var. Bu meydan pek de sevimli gelmedi ama herhalde kalabalık olmadığındandır.

Meydanın hemen bitişiğinde girişi ücretli olan ve içinde ünlü olduğu söylenen Ravello festivalinin gerçekleştirildiği terasın bulunduğu bir bahçe var. Biz zamanımız dar olduğundan içeriye girmedik ama etraftaki afişlerden birinden terasın fotoğrafını çektik. Manzara oldukça etkileyici görünüyor. Sonsuz teras diyorlarmış buraya.

Köyün ara sokaklarında da açıkcası pek bir numara yok. Küçük mağazaların olduğu bir sokakta aşağıdaki geçit hoş görünüyordu, o kadar.

Sonuç olarak, zamanınız yoksa, aracınız yoksa, Amalfi’de daha çok zaman geçirme isteğiniz varsa Ravello’ya gelmenize pek gerek yok.

Ravello da bitince araçlarımıza binip Napoli’ye dönüşe geçiyoruz. Dağların arkasına geçtiğimizde hava kararmadan hemen önce, kenarında kocaman Vezüv yanardağının bulunduğu geniş ve bereketli ova gözümüzün önüne seriliyor.

Bu yorucu ama çok renkli günün sonunda otelimize dönüyoruz. Napoli ve çevresine çok daha uzun zaman ayırılabilir. Hem şehrin sevimli ve sade hali iyi hissettiriyor hem de çevresindeki güzellikler insanı çok etkiliyor.

Gürkan, Ekim 2017

Kapadokya Balon Turu

Kapadokya bölgesi, peri bacalarıyla ünlü olan ve içinde Göreme Tarihi Milli Parkı’nı barındıran, ülkemizin en çok bilinen turistik bölgelerinden birisi. Bir hafta sonu turu için cumartesi sabahı gidip, pazar akşamı geri döndüğümüz gezimizi burada anlatalım. Uçhisar’da konakladığımız için biraz orayı dolaştık, pazar sabahı da balon turu yaparak bölgenin en ünlü aktivitesini yapmış olduk.

Balon turuna geçmeden önce kısaca Uçhisar’dan bahsedelim. Ancak hepsinden önce bahsi geçecek bazı  yerlerin nerede olduğunu görmeniz için aşağıdaki haritaya bir göz atmanızda fayda var.

Uçhisar ve Ortahisar, vadinin ortasında yükselmiş birer kayalıktan oluşuyorlar ve üzerlerinde de kaleler bulunuyor. Ortahisar’ın fotoğrafını balon turumuzda göreceksiniz, Uçhisar’ın fotoğrafı ise aşağıda.

Kaldığımız otelin hemen solunda Kapadokya’nın ünlü içi oyulmuş tepelerinden biri bulunuyordu. Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz tepenin içinde oyularak açılmış bir sürü oda bulunuyor.

Bu tepenin içine girip dolaşabiliyorsunuz, çok güvenli değil ama içinden yamaç çok güzel görünüyor. Bu taraf Uçhisar’ın Göreme’ye bakan cephesi ve eski evlerin çoğu yenilenmekte.

Diğer tarafa baktığınızda ise fotoğrafın ortasındaki gibi yıllardır sahipsiz kalmış bir çok binanın halen yenilenmeyi beklediği görülüyor.

Uçhisar’ın merkezi ve meydanı yukarıdaki kalenin eteklerine kurulmuş ve yeni binalarla dolu. Bu taraftaki yamaç ise çok daha otantik bir atmosfere sahip. Aşağıdaki binanın eskiden ne kadar güzel olduğunu tahmin etmek zor değil.

Eskiden buralarda yaşayanlar bir yandan kayaları oyarken bir yandan da kemerli yapılarla kat kat binalar yapmışlar. Sokaklarda dolaşırken karşımıza çıkan şu alttaki yapının kemerli kısmı karanlık olduğundan neye benzediği dışarıdan belli olmuyordu.

Oysa ki kemerin içine girildiğinde kocaman bir salonla karşılaşıyorsunuz. Bir çok başka yapıda bu tip kemerli girişlerin arkasında kayaya oyulmuş kiliseler dahi bulunuyormuş.

Bir de kayalara oyulmuş gizli geçitler kısmı var, onları fotoğrafla anlatmak çok zor, görebilme şansına erişmenizi ummaktan başka bir şey gelmiyor elimizden. Kısa Uçhisar gözlemlerimizden sonra gelelim pazar sabahı balon turumuza.

Kapadokya Balon Turu

Pazar sabahı servislerle otelinizden alıyorlar. Sabah demek aslında çok doğru değil, resmen gece yarısı alıyorlar. 4:00 gibi kalkan servisle balon turunu yapan firmanın merkez binasına gidip, diğer servislerin de gelmesiyle rahat ve hızlı bir kahvaltı yapıyorsunuz. Sonradan öğreniyorsunuz ki siz kahvaltı yaparken balonları arabalarla rüzgarın durumuna göre kararlaştırdıkları kalkış yerine götürüyorlarmış. Kahvaltı bittikten sonra yeniden servise binip 15 dakikalık yolculuk sonrası kalkış noktasına vardığınızda nasıl bir etkinliğe bulaştığınızı anlıyorsunuz. Balonlar yakından çok kocamanlar.

Bizim kalkış noktamız Ortahisar’ın biraz ilerisindeydi. Bazı balonlar Göreme tarafından, bazıları buradan kalktı. Her firma kendince rüzgarı değerlendirip kalkış ve iniş noktasına karar veriyor. Herkes balona bindikten sonra kaptan ateşi açıyor ve balon yükselmeye başlıyor.

Öyle bol ateşle hızla yükselen bir alet değil. Sakin sakin ve büyük bir kuvvetle hareket geçiyor. Ateş verildikten bir müddet sonra kalkmaya başlıyor, yani balonun ne zaman ne yapacağını iyi bilen bir kaptan şart. Balonun havalanması tam da güneşin doğuşuna denk geliyor.

Alev verilmediğinde müthiş bir sessizlikte kalıyorsunuz. Havada asılı durumda olmak çok ilginç bir deneyim. Henüz alçaktayken ürkütücü gelmiyor. Hafiften başlayan rüzgarla balon hareket ettikçe sağ sol yapılabilecek bir direksiyonun olmaması iyice garip geliyor.

Etraftaki ve uzaktaki diğer balonların manzaraya kattığı renklilik muhteşem. Manzarayı izleyerek ve çok yükselmeden tarlaların üstünden kaya kaya Ortahisar’a geldik.

Burada baloncular evlerin üstüne fazla yaklaşmak istemiyorlar çünkü alev için açılan gaz basıncı sabah sessizliğinde oldukça çok gürültü yapıyor. Sabahın altısında tepesinde balon gürültüsüyle uyanan bazı ev sahiplerinin balonculara düşman olduğunu bile söylediler. O nedenle Ortahisar’ın üstünde biraz kayıp yükseldik. Yükselmek çok ilginç bir duygu.

Yükseldikçe her şey küçülüyor ve manzara genişliyor. Aşağıya bakmak ürkütüyor ama özellikle alevin olmadığı sessizliklerde, ki genelde durum böyle, çok keyifli bir seyahat yaşanıyor. Ortahisar’dan Göreme’ye doğru sakin rüzgarla yavaş yavaş kaydıkça açık hava müzesinin üstünde hareket etmeye başladık.

Uçuş sırasında balon kaptanları sürekli telsizle haberleşiyorlar. Şöyle ki, doğuya gitmek istiyorsanız çevredeki balonlardan doğu rüzgarı alan var mı diye soruyorsunuz, olumlu cevap alırsanız o balonun olduğu yüksekliğe çıkmak için gazı açıyorsunuz, ya da alçalıyorsunuz.

Kimi zaman diğer balonlara yaklaşıyorsunuz, ancak yükselmeden önce muhakkak çevredeki balonlardan üstünüzün açık olup olmadığını öğrenmeniz gerekiyor çünkü yukarıyı görmeniz mümkün değil.

Bu arada kaptanların bazen ustalıklarını göstermek için vadi kenarındaki kayalıklara ya da yol üzerindeki tarlalarda bulunan ağaçlara oldukça yakın geçtiklerini de söyleyelim. Böyle kaya kaya Göreme’nin yakınına geldik.

Buraya kadar bahsetmemişiz ama elbette yol boyunca her taraf peri bacaları ile dolu. Balondandan izlemesi çok keyifli çünkü özellikle büyük olanları yukarıdan görmek daha kolay. Göreme yakınından Uçhisar da fazla uzakta görünmüyor.

Kaptanlarımız, söylemiş olalım, her balonda güvenlik için iki kaptan bulunuyor, bu bölgede bir yükselelim, sonra alçalır ineriz dediler ve gazı açtılar. Önce yukarıdaki fotoğrafta Uçhisar’ı gördüğünüz manzaranın nasıl değiştiğini gösterelim. Adım adım yükseliyoruz ve Uçhisar halen görünüyor.

Sonra daha da yükseliyoruz. Uçhisar gittikçe küçülüyor, ileride uzak bölgeler görülmeye başlıyor. Bu kadar yükseğe çıkmak heyecanı da epey arttırıyor tabii ki.

Balon yavaş yavaş yükseldiği için her iki tarafı da rahatlıkla izleyebiliyoruz. Diğer tarafta kalan Göreme’nin nasıl değiştiğini de fotoğraflarıyla gösterelim.

Sonra biraz daha yükseldikçe minareler görülmez oluyor.

Yükseldikçe yükseliyor, artık evler de iyice küçülüyor.

Bu arada, doğrusu nedir bilinmez ama insana sanki balonun iniş hızı yükselmesinden daha çokmuş gibi geliyor. Ya da iniş sessiz olduğundan olabilir, emin değiliz, aklımıza gelip sormadık da ama inmek çıkmaktan daha zevkli. İnerken diğer balonları tepeden görmek de çok hoş.

Bu yükselip alçalma macerası bitince kaptanlar uygun bir iniş yeri arıyorlar ve aşağıda dolaşan yer ekibine nereye ineceklerini söylüyorlar. İniş ekibi bir kamyonet ve arkasında çektiği treylerden oluşuyor. Usta kaptanlar balonun sepetini tam treylerin üstüne indiriyorlar, sonrasında kamyonet balonu yavaş yavaş çekerek civardaki boş bir tarlaya sürüklüyor.

Siz sepetten indikten sonra ekip balonun havasını indirirken bir yandan kutlama masası hazırlanıyor ve patlatılan şampanya sonrası sembolik madalyalar katılımcılara veriliyor. Saat daha 7 ve tüm eğlence bitiyor. Gerisi servise biniş ve otele dönüş.

Balon turu olsa da olmasa da Kapadokya görülmesi gereken muhteşem bir doğal güzellik. Ülkemizin her yerine yakın olan bu bölgeye gitmeyen kalmamalı. Özellikle son yıllarda yabancı turist sayısı azaldığı için bu bölgeye gitmek için oldukça sakin zamanlar olduğunu da belirtelim.

Gürkan, Mayıs 2017

Kos ve Kalymnos

Ya da Türkçe isimleriyle İstanköy ve Kilimli adaları. Yazılarımızı takip edenler bilir, yukarıdan aşağıya Taşöz, Midilli, Sakız, Samos derken artık bu adaları da görme zamanımız gelmişti. Yine bilenler bilir, eğer bir adaya arabayla gidilebiliyorsa, biz arabamızla gideriz. Bu sefer de Bodrum’dan Kos’a ve Kos’tan Kalymnos’a araba ile gidip geldik. Hem de tek başımıza değil 3 aile, 3 araba ile. Çok da rahat gidip geldik. Anlatalım. Ama önce ne nerededir diye genel bir bakış sağlamanız için aşağıdaki haritaya bir göz atın.

Bu iki ada Bodrum yarımadasını çevreliyorlar. Her iki adada da üçer gün kaldık, o nedenle tek tek anlatsak daha doğru olacaktır. Aradığı konuya daha hızlı gitmek isteyenler, aşağıdaki listeden seçim yaparak ilgili konuya atlayabilirler.

Arabayla Kos’a gidiş

Kos’a arabayla gitmek için sadece Bodrum’dan kalkan feribotları kullanabilirsiniz. Arabasız gidecekler için ise Turgutreis’ten de hem Kos’a hem de Kalymnos’a seferler var. Biz Bodrum Express Lines ile internetten bilet alarak gittik. Gidiş-dönüş, araba için 100 €, kişi başı ise 30 € ücret ödedik. Ağustos sonunda gideceğimiz için biletlerimizi erkenden temmuz ortası gibi aldık ve bu sayede 3 araç için rahatça yer bulduk. Feribot sabah 9:30’da kalkıyordu, o nedenle erken bir kahvaltının ardından 7:30 gibi limanda olduk. Feribotun kalktığı liman Bodrum Kale diye geçiyor, ki tam da kalenin önünde. Çevreyolundan ayrılıp otogardan devam ederek deniz kenarına indiğiniz noktada, tam caminin önünden sola kaleye doğru girmeniz gerekiyor.

Yukarıda gördüğünüz noktada belediye görevlilerine Kos feribotuna gideceğinizi söylediğinizde bariyeri açarak yol veriyorlar. Genişçe kaldırımın üzerinden devam ederek liman girişine geliyorsunuz.

Arabanızı uygun bir yere parkedip tam karşıda Bodrum Ferryboat tabelası bulunan ofisten pasaport ve ruhsatlarınızla gemiye biniş kartlarınızı almanız gerekiyor. Sonrasında aracınızla binanın yanındaki dar aralıktan gümrüğe doğru giriyorsunuz.

Az ileride gümrük girişinde arabayı park edip valizlerinizi indiriyorsunuz ve güvenlik kontrolünden geçirip tekrar arabaya yerleştiriyorsunuz. Sonra arabanın evraklarını da yanınıza alarak pasaport kontrolüne geçiyorsunuz. Pasaport kontrolünden sonra binadan çıkar çıkmaz soldaki odada arabanın çıkış işlemlerini yapıyorsunuz ve tüm araçlar tamamlanınca gümrük görevlileri kapıyı açarak arabaları içeriye kabul ediyorlar.

Burası oldukça dar bir alan ve feribotun girişi biraz zahmetli. Ancak görevlilerin de yardımlarıyla arabalar gemiye düzenli bir şekilde yerleştiriliyor.

Tüm araçlar ve yolcular bindikten sonra bir saat kadar sürecek olan yolculuk başlıyor. Kos’a yaklaştıkça uzaktan heybetli kale görünüyor.

Limana yanaşıktan sonra pasaport kuyruğuna giriyorsunuz. Biz gitmeden kısa süre önce büyük bir deprem olduğundan polisler geçici kulübelerde görev yapıyorlardı. Aynı anda üç gemi geldiğinden pasaport işlemleri epey uzun sürdü.

Herkes girdikten sonra arabaların işlemlerini yapıyorlar, o nedenle gemide gölgede beklemek en iyisi.

Kos adasında konaklama

Konaklamaya geçmeden önce biraz adadan bahsedelim. Kos oldukça düz bir ada. Öyle ki bisikletle yolculuk eden bolca kişi var. Hani neredeyse Amsterdam gibi herkes bisiklete biniyor ve bisiklet kiralamak da oldukça yaygın. Ancak oldukça büyük bir ada ve güney kenarı çok dağlık. O nedenle o tarafta kuzeye bakan dağ köyleri haricinde pek yerleşim yok. Kuzey tarafı uzun kumsallara sahip ama kuzey rüzgarı nedeniyle neredeyse her zaman dalgalı. Adanın en doğusu olan Kos merkezden adanın ortasında bulunan ve Kalymnos gemilerinin de kalktığı Mastichari’ye kadar olan aşağıda görülen düz ovada bolca otel var.

Ancak bu otellerin çoğu deniz kenarı değil. Denize yakınlar ama daha çok bolca turistin geleceği, güzel havuzlara sahip ve merkezden ve diğer köylerden uzağa yerleşmiş tatil köyleri bulunmakta. Biz büyük otel pek sevmeyiz, bu nedenle Tigaki’ye yakın olan Byron Hotel‘de kaldık. Adayı tanıdıkça ne kadar şanslı bir tercih yaptığımızı daha iyi anladık.

Deniz bir gün hariç hep dalgalıydı. Plaj ince kum, girişte çok kısa bir bölgede iri çakıl taşları var ama sonrası yine kum. Dalga olmadığında şahane bir deniz. Yan bahçede Irına Beach Hotel var, onun havuzunu ve geniş bahçesini de kullanabiliyorsunuz.

Tigaki, adanın merkezine ve büyük marketlerine yakın bir bölge, o nedenle kalınabilecek makul bir lokasyon. Merkezden uzaklaştıkça her türlü imkanın azaldığı bu adada bu bölgeyi tercih etmek iyi bir fikir ve denize kıyısı olan fazla tesis yok. Diğer yandan üstteki resimde karşıda görülen yer Turgutreis olduğundan bu tarafta Turkcell ve Vodafone çekiyor.

Kos –  merkez, köyler ve plajlar

Kos adasının merkezi 3-4 saatte gezilebilecek bir büyüklüğe sahip. Gümrükten çıkınca vardığınız sahilde hem sıra sıra tavernalarda yemek yiyebilirsiniz hem de biraz ilerideki plajdan denize girebilirsiniz.

Ancak şunu belirtmeden geçmeyelim, bu bölge bolca Türk turistin kısa süreliğine geldiği bir bölge olduğundan fiyatlar nispeten pahalı. Aynı zamanda Türkçe bilen de çok, o nedenle günü birlik gelenler için oldukça pratik. Ancak, aşağıdaki gezinti treni haritasında göreceğiniz gibi asıl dolaşılacak bölge aşağıda. İndiğiniz iskelenin yerini kırmızı daire ile işaretledik.

Dolayısıyla, iskele civarında yemektense denizi solunuza alıp kaleye doğru yürümenizi tavsiye ederiz. Bu bölgede keyifli sokaklarda dolaşarak zaman geçirebilirsiniz.

Hediyelik eşya mağazaları ile dolu sokaklarda zaman geçirmek oldukça keyifli ve dinlendirici.

Arada nefes almak için bir kafede kahve içmeye ve dinlenmeye de durabilirsiniz. Aşağıdaki büyük ağacın altı gibi.

Genişçe bir meydana bakan aşağıdaki cami, son büyük depremde minaresi yıkılan cami. Depremde bir tek bu yıkımda can kaybı olmuştu.

Ancak bu cami adadaki tek cami değil. Kaleye daha yakın br başka cami daha var ve onun minaresi hala sağlam.

Cami sağlam ama önündeki çeşme yıkılmış. Tamir etmeyi düşünüyorlar mı bilinmez ama şimdilik tüm caminin etrafını korumaya alıp bırakmışlar.

Kos’un ünlü dondurmacısının adı Special. Merkez de dahil bir çok şubesi var. Biz adanın ana yolu üzerinde Zipari köyünde bulunan şubesine neredeyse her geçişimizde uğradık. Normalde çok da dondurma düşkünü değiliz ama buraya uğramanızı tavsiye ederiz.

Kos’un diğer bir ünlü etkinliği de bir dağ köyü olan Zia’dan güneşin batışını izlemek. Oldukça turistik hale getirilmiş olan bu manzarayı izlemek için adanın dört bir yanından turistler geliyor ve köy çok kalabalık oluyor. Aşağıda hem kalabalığı hem de manzaranın bir kısmını görebilirsiniz.

Bu nedenle erken gitmekte fayda var. Bizim gibi Zia’ya yetişemezseniz de dağa tırmanırken yeterince yüksek bir noktadan güneşin batışını izleyebilirsiniz. Açıkcası biraz şişirilmiş bir etkinlik. Gidemezseniz de üzülmeyin.

Gelelim plajlara. Otelimizi anlatırken basettiğimiz plaj Tigaki. Uzun ve geniş bir kumsala sahip. Sörf yapmayı sevenler için iyi olsa gerek, biz bu bölgede kalmasak burada denize girmezdik.

Batıya devam edince gelinen bir diğer sahil bölgesi ise Mastichari. Kalymnos feribotu da buradan kalktığından buradan geçerken plajı da gördük. Bir özelliği yok, Tigaki’den farkı da yok.

Ancak, adanın her yerinde yemek yemiş olmasak da, geçirdiğimiz üç gün içinde en lezzetli ve en doğru fiyatlı bulduğumuz taverna buradaydı. Zamanınız olursa Kali Kardia isimli bu tavernayı tavsiye ederiz.

Adanın batısına doğru devam ettiğinizde havaalanını geçince solda Paradise Beach de denen, yine geniş bir plajlar bölgesine geliyorsunuz.

Bölge diyoruz çünkü yan yana bir çok plaj var. Hepsinin farklı farklı isimleri var. Bizim bir günümüzü geçirdiğimiz plajda bir çok su sporu imkanı vardı. Deniz ise tek kelimeyle muhteşemdi. İnce kumdan oluşuyordu, giriş epey sığ, ileriye gittikçe de üç dört metre civarında bir derinliğe sabitlenen keyifli bir denizdi.

Adanın daha da batısına gittiğinizde ise, Kefalos’a geliyorsunuz. Durmayıp dağları aşarak adanın batıya bakan sahiline indiğinizde, Kavo Paradise denen bir plaja geliyorsunuz. Tamamen açık denize bakan bu bölge oldukça tenha. Yalnızlığı seviyorsanız buraya kadar gelmeye değer.

Plaj derken, enteresan bir plajdan daha bahsederek bitirelim. Empros Thermes denen ve içinde kaplıca olan plaj. Aslında kaplıca suyu denize akıyor ve tam bu noktaya kayalarla bir havuz yapmışlar, dolayısıyla kaplıca suyuna girip sonra denize geçebiliyorsunuz. Sülfür kokusunun yoğun olduğu bölgeye ulaşmak çok kolay değil, suda zaman geçirmek de pek keyifli değil ama her yerde böyle bir yapı görülmüyor, zamanınız kalırsa uğrayabilirsiniz.


Kos’tan Kalymnos’a geçiş

Kos ile Kalymnos’un en yakın olduğu köy olan Mastichari’nin büyükçe limanından Kalymnos’a hem arabalı feribot hem de yaya taşıyan deniz otobüsleri kalkıyor.

Yukarıda gördüğünüz meydanda solda küçük bir kulübede gemi kalkış saatinden bir saat öncesinde açılan bir gişe var. Firmanın adı Anem Ferries ve buradaki linkten güncel kalkış saatlerine ulaşabilirsiniz. Genelde haftanın her günü sabah, öğlen ve akşam seferleri var, bir iki gün ise öğlen seferi yok. Gemi kalabalık olmuyor, saatinden yarım saat önce gitseniz rahatlıkla binersiniz.

En azından bizim gidip geldiğimiz öğlen seferleri çok boştu. Bilet fiyatları tek yön araba için 17 €, kişi başı da 6 € idi. Bileti önceden online almak mümkün değil, zaten bizim Harem-Sirkeci gibi olduğundan bileti olan gemiye biniyor.

Yaklaşık 45 dakika süren yolculuk sırasında yakınlaştıkça Kalymnos’un ne kadar çorak bir ada olduğu dikkatinizi çekiyor.

Tam karşıda görülen iki dağın arasındaki vadinin denizle buluştuğu korunaklı noktada Kalymnos limanı bulunuyor.

Kahverengi yamaçların altındaki beyaz evler pek alışkın olmadığımız bir görüntü. Kos gibi oldukça yeşil bir adadan bu kadar yakında böylesi çorak bir ada beklemiyor insan. Yemyeşil Bodrum yarımadasının da çok yakınında bulunan bu ada, bizi gerçekten çok şaşırttı.


Kalymnos adasında konaklama

Kalymnos oldukça küçük bir ada. Merkez ve Masouri köylerinden ve bir kaç küçük yerleşim yerinden oluşuyor desek yanlış olmaz. Merkezin yerleştiği vadi adanın yukarısına doğru devam ediyor ve batı kıyısında tekrar denize kavuşuyor. Bu vadi sağlı sollu evlerle dolu ve adanın tümü neredeyse bu vadiye yerleşmiş. Kalymnos merkezde konaklama imkanı az olduğundan Masouri’de kalmaktan başka pek seçenek kalmıyor. Biz de Masouri civarında Elena Village adlı tesiste konakladık. Sabah kahvaltısı, havuzu, kocaman odası ve aşağıda gördüğünüz şahane manzarasıyla gerçekten çok memnun kaldık.

Karşıdaki ada Telendos. Adanın batı tarafının hakim manzarası bu küçük adadan teşkil. Teknelerle karşıya geçilebiliyor ancak biz geçmedik. Kalymnos’tan gelirken vadinin sonunda aşağıdaki manzarayı gördüğünüz anda bu küçük adayı seviyorsunuz.

Bu bölgeye adanın en yeşil bölgesi desek yanlış olmaz. Adanın oldukça zengin olduğunu ve doğanın insan gücüyle nasıl değişebileceğinin sağlam bir örneği olduğunu da belirtelim.

Şunu da belirtmeden geçmeyelim, bu adada deniz kenarında kalma şansı pek yok. Çorak olduğu kadar kayalık bir ada ve bizim otelimiz de denizden 30 metre kadar yukarıda, oldukça yaman bir sahilin üstünde bulunuyordu. Otele varana kadar deniz kenarında olduğunu düşündüğümüz için özellikle belirtmekte fayda var. Yine de Kalymnos’ta konaklamak için en merkezi, en ferah, en manzaralı ve en denize girilebilir bölgenin Masouri bölgesi olduğunu tekrar söyleyelim.

Kalymnos – merkez ve adanın plajları

Kalymnos adasının merkezi dar sokaklardan oluşuyor. Vadiyi kaplayan kent yukarıdan şöyle görünüyor.

Önünde limanı var ve bu ada yüzyılarca sünger ticaretinden para kazanmış. Artık süngerin çok bir ekonomik değeri yok ama hala tezgahlarda hediyelik olarak bulmak mümkün.

Deniz kenarında yakın bölge restoranlar, kafeler ve tavernalar ile dolu.

Genel olarak görülecek pek bir şey yok, herkes işinde gücünde. Turist sayısı fena değil ama hayat turiste göre düzenlenmemiş. Kos gibi değil yani, daha yerel bir hayat var.

Ara sokaklar ise labirent gibi. Daracık aralıklardan biraz ilerleyince hemen sokak yükseliyor ve tırmanmaya başlıyorsunuz.

Ancak adanın batı tarafına, yani Masouri’ye geçtiğinizde daha turistik bir bölgeyle karşılaşıyorsunuz. Adanın en ünlü etkinliği ise kaya tırmanışı. Bir çok tırmanış şirketi ve tırmanış aksesuarları satan mağazalar bulunuyor. Ada yollarının kenarında aşağıda gördüğünüz gibi nişan taşları, üzerlerinde de tırmanış rotaları ile ilgili bilgiler bulunuyor.

Özellikle sabah erken saatlerde bu rotalardan yukarıya doğru tırmanışa geçen ekiplerle karşılaşabiliyorsunuz. Aşağıdaki resimde tırmanmaya başlarken görülen kişileri, bir müddet sonra arka planda gördüğünüz oyuklara tırmanırken uzaktan gördük ama o kadar uzaktan insanlar minicik kaldığından fotoğraflayamadık.

Masouri tarafında restoranlar ve diğer mağazalar denizin yukarısından geçen yolun kenarında bulunuyorlar. Plaja inmek için daracık sokaklardan aşağıya inmek gerekiyor.

İlk günümüzü geçirdiğimiz Masouri plajı çakıl taşlı ve girmek için deniz ayakkabısı oldukça faydalı. Aşağıdaki fotoğraftaki geniş kısımdan başlayan plaj ileride oldukça daralıyor.

Her yerde olduğu gibi burada da kafelerde bir şeyler içtiğinizde şezlonga para vermiyorsunuz. Akşam üstü karşıdaki Telendos adası üzerinden batan güneş çok güzel bir manzara sunuyor.

Kalymnos ile ilgili bir diğer notumuz da tavernalarla ilgili. Hem porsiyonları küçük, hem fiyatları pahalı, hem de garip garip yemekler hazırlıyorlar. Diğer adalarda her tavernada rahatlıkla bulabileceğiniz basit sardalya bile bulunmuyor. Ahtapot isteseniz küçük geliyor, kalamar yarım geliyor, değişik artistik tabaklar hazırlamışlar, dolayısıyla doya doya deniz mahsülü yiyemiyorsunuz. Bizim Masouri’de gittiğimiz ve değişik olsa da lezzetinden memnun kaldığımız Kokkinidis tavernasının bir görünüşünü burada paylaşalım, tavsiye edelim ve plajlara devam edelim.

Otelimizin 200 metre kadar ilerisinde bulunan, yürüyerek gidip geldiğimiz Kastelli plajı tam bir doğa harikası. Küçük çakıllardan oluşan plajdan özellikle aşağıdaki gibi dalgalıyken denize girmek biraz ürkütücü olsa da çok keyifli.

Kastelli’den kuzeye doğru ilerlediğinizde Arginonta koyuna geliyorsunuz. iki dağın arasında kalan bu koyda sakin bir deniz umarken hakim rüzgara karşı durduğundan dalga ile karşılaşmak hoş olmuyor.

Bu plajın akşam üstü güneş batışında çok güzel bir manzarası olduğundan biz de bir akşam güneşi burada batırdık. Sol tarafındaki yüksek dağ nedeniyle gölgenin çabuk gelmesini saymazsak burada akşam etmek çok keyifli.

Daha ileriye gittiğinizde Emporios köyüne doğru yol alıyorsunuz. Yol üzerinde güzel manzaralarla karşılaşıyorsunuz.

Emporios köyüne geldiğinizde deniz kenarında sağa doğru bir taverna ve deniz kenarına atılmış şezlonglar bulunuyor. Burası çok küçük bir köy.

Aynı plajın sol tarafında ise ağaçların altında oturup denize girebiliyorsunuz. Bu taraf daha keyifli göründüğünden biz burada denize girdik. Deniz pırıl pırıl görünse de şnorkel ile yüzdüğünüzde o kadar da berrak olmadığını anlıyorsunuz. İlerideki koylarda uzaktan bir balık çiftliği görünüyordu, muhtemelen onun yüzündendir. Özetle, bu kadar yolu gelmeye değmeyecek bir yer.

Emporios’tan dönüşte Arginonta’ya gelmeden sola dönüp adanın doğu sahiline giden yola girdiğinizde kısa sürede döne döne dağın zirvesine varıyorsunuz. Arkanızı dönüp baktığınızda adanın belki de en etkileyici manzarasını görüyorsunuz.

Bu yolun da üzerinde bir çok tırmanış rotası mevcut. Dağın diğer tarafından yine döne döne indiğinizde yolun bittiği yerde Pailonnisou plajına geliyorsunuz. Dalgasız, sakin ve sessiz bir koy. İki taverna var, şezlonglar ücretsiz, telefon çekmiyor, şnorkel için güzel ama su çok berrak değil. Dağlardan dolayı akşam güneş çok erken batıyor.

Adada gittiğimiz son plaj ise Kalymnos merkezden güneye doğru tepenin üstünden atlayarak gidilen Vlichadia plajı. Girişte solda ve sağda iki koy var. Biz soldakinde denize girdik. Sakin bir koy ve solda ileride görülen kayalıklar koy çıkışına kadar şnorkel için çok uygun. Ama yine erken güneş batıyor.

Sağ taraftaki koyda ise güneş daha uzun kalıyor, ama en çok yirmi dakika fark eder. Bu tarafta denize girmedik ama çok farklı olacağını düşünmüyoruz.

Gidemediğimiz bir iki plaj daha kaldı ama onların da bu plajlardan çok farklı olacağını düşünmüyoruz. Sakinliğin hakim olduğu bu adada en iyisi eğitimini alıp tırmanış yapmak sanki.

Dönüş zamanı geldiğinde limanda bekleyen ve yine oldukça boş olan gemimize bindik.

Sonrası Kalymnos’a el sallayarak Kos’a doğru yola çıkış.

Kos’tan Bodrum’a dönüş feribotu için limana geldiğinizde öncelikle deniz kenarındaki kulübelerden biniş kartlarınızı almanız gerekiyor. Sonra pasaport kuyruğuna geçerek çıkış yapıyorsunuz. Pasaport sonrası aracınız olduğunu söyleyerek aracın işlemlerini de tamamlıyorsunuz ve gidip arabanızı getirip gemiye alıyorsunuz. Yani işlemler bizim taraftan daha basit. Bu arada Kos tarafında da Duty Free var, Bodrum tarafında da. Bodrum girişinde kontrol biraz fazla sıkı, o nedenle fazla içki ya da sigara getirmenizi tavsiye etmeyiz.

Gürkan, Ağustos 2017

 

 

Yunanistan ile ilgili diğer yazılarımıza da göz atmak isterseniz buyrunuz ⇒ Yunanistan Yazıları

Melen Çayı’nda Rafting

İstanbul’da yaşayıp da hafta sonu ne yapsak diye düşünenler için bir alternatiften bahsetmek istiyoruz. Melen Çayı’nda 13 km uzunluğunda zorlu bir parkurda rafting yapmak. Önce ne kadar uzakta olduğunu ve asıl gideceğinizi anlatalım, sonra detaylara gireriz.

İstanbul Anadolu yakasından yaklaşık 190 km uzaklıkta olan ve ortalama iki buçuk saatte varabileceğiniz bir mesafeden bahsediyoruz. TEM’den Hendek çıkışından çıkıp E-5’den Ankara istikametine devam ediyorsunuz. Cumayeri kavşağından sola ayrılıp kuzeye devam ettiğinizde 8 km sonra Dokuzdeğirmen Köyü’ne ulaşıyorsunuz. Basit bir krokiyi aşağıda verelim.

Dokuzdeğirmen Köyü’nde birden çok rafting tesisi var. Biz kalabalık bir ekip olarak Tahura Park içindeki Body Rafting ile turumuzu gerçekleştirdik. Kendi araçlarımızla gidip geldik, kişi başı 100 TL ödedik, çok da memnun kaldık. Yönlendirme tabelalarını takip ederek rahatça gelinen tesise oldukça dik bir rampadan inilerek varılıyor.

Derenin kenarında yer alan tesisin geniş bir arazisi var ve konaklama için bungalowlar mevcut. Aşağıdaki alanda bolca park yeri mevcut. Yokuşun dik olmasından tasalanıp araçlarını yukarıda bırakanlar da vardı ancak kuru havada çıkış sıkıntılı olmuyor.

Melen Çayı’nın kenarına indiğinizde rafting yapacağınız akıntının gücünü hemen hissediyorsunuz.

Oldukça geniş bir nehir yatağı olmasına rağmen akan suyun miktarı çok fazla.

Tesisin nehir kenarında bu güzel manzaraya hakim güzel bir restoranı var. Üst katta soba yanıyor ve sevimli bir balkonu var.

Doğanın canlılığını sadece nehir ve yeşilden değil, arkanızdaki çalıların arasında hışırdayan küçük kertenkeleden de anlıyorsunuz.

Bu kadar çevreden bahsettikten sonra gelelim raftinge. Mart ayında soğuk sulara girmek için öncelikle neopren kıyafet giymeniz gerekiyor. Can yeleğinizi giyip kaskınızı da taktıktan sonra bota binmeye hazır oluyorsunuz.

Botları suya indirmeden önce yaklaşık 20 dakika süren bir güvenlik eğitimi alıyorsunuz. Nasıl kürek çekeceğinizden, suya düşerseniz ne yapmanız gerektiğine kadar oldukça detay anlatılan bu eğitimde öğrendikleriniz suda çok işinize yarıyor.

Ve sonunda suya indiğinizde mart ayında olmanın getirdiği bol su akışı sayesinde çok eğleneceğiniz bir macera başlıyor. Suyun çok ama çok soğuk olduğunu belirteyim, aşağıda bizim botun bir fotoğrafını görüyorsunuz, anlaşılacağı gibi ıslanmamak pek mümkün değil.

Bir saati geçen sürede neler yaşadığımızın kısa bir özetini aşağıdaki videoda görebilirsiniz.

Parkurun sonunda servis araçlarına binip tesise geri getiriliyorsunuz. Rafting yapmak hem çok zevkli hem de çok yorucu. İlk fırsatta denemeniz lazım.

Gürkan, Mart 2017